Halil Kendir

  • Mevlid Kandili

    MEVLİD KANDİLİ

    Mevlid Kandil’inizi tebrik eder, Efendimiz (sav)'in veladetinin sene-i devriyesinin ülkemizin, İslâm âleminin birlik, dirlik ve beraberliğine, insanlığın hidayetine, barış ve huzuruna, bütün müminlerin dualarının kabul edilerek arınma ve affedilmelerine vesile olmasını Yüce Allah'tan niyaz ediyorum. Kaleme aldığım "HATEMÜ’L-ENBİYA HZ. MUHAMMED (S.A.V.)" başlıklı yazımı okumanızı istirham ediyorum. Umarım zamanınızı zayii etmemiş olurum. Hüda-i bakiye emanet olunuz efendim.
     
    HATEMÜ’L-ENBİYA HZ. MUHAMMED (S.A.V.)
    Rahmet ve mağfireti sonsuz olan Yüce Allah’u Teâlâ, kendisine kulluk etsinler diye yarattığı insanlara doğru yolu göstermek, emir ve yasaklarını tebliğ etmek için Peygamberler göndermiştir. Nitekim Kerim Kitabımız Kur’anda Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, biz her millete, Allah’a kulluk edin ve Tağut’tan (şeytandan, putlardan) sakının (uzaklaşın) diye Peygamber gönderdik. Allah onlardan bir kısmını hidayete (doğru yola) iletmiştir. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak olmuştur. Yeryüzünde gezin de görün. İnkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur”. (Nahl/Ayet 36)

    Hz. Âdem (a.s)’den Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelinceye kadar, gerçek sayıları Allah tarafından bilinen binlerce Peygamber gelip geçmiştir. Allah (c.c.) , Peygamberler zincirini, Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ile tamamlamış ve O’nu bütün insanlığın Peygamberi olarak göndermiştir. Artık Efendimizden sonra Peygamber gelmeyecektir. Bütün insanların görevi, O’na ittiba etmek/tabi olmak ve O’nun tebliğine inanmak, davetine koşmaktır. 

    Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in daveti, bütün Peygamberlerin davetinin özü ve mükemmel şeklidir. Bütün Peygamberler ümmetlerini, Allah’tan başka ilah olmadığına inanmaya ve yalnız O’na kulluk etmeye çağırmışlardır. Yüce Rabbimiz bu hususu şöyle açıklamıştır: “Senden önce hiçbir Resul göndermedik ki, O’na : “Benden başka ilah yoktur. O halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya/Ayet 25)

    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’i anlamak Kur’an’ı anlamaya, Kur’an’ı anlamak da Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’i anlamaya bağlıdır. Kur’an-ı Kerimde Allah’ın sevgisine mazhar olmanın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uymaktan geçtiğini, “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân/Ayet 31) ve “Hz. Peygamber (s.a.v.) (sevgisi) müminlerin içinde olduğu sürece Allah’ın kendilerine azab etmeyeceğini, “Sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildir…” (Enfâl/Ayet 33) vurgulanması, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnekliğinin müminler için ne kadar önemli olduğunu açıkça ifade etmektedir.

    Efendimiz (s.a.v.), söz ve uyarılarıyla, örnek ahlakıyla, davranışlarıyla, sabırla sürdürdüğü eğitimi ve rehberliği ile küçüklere sevgi ile muameleyi, büyüklere/yaşlılara karşı saygıyla davranmayı öğretti. “Cennet anaların ayakları altındadır” sözüyle kadınları onurlandırdı. Engelli sahabelere görev vererek, onları idari görevlere getirerek, onları da onurlandırdı. Gençlere değer verdi ve ibadetle yetişen gençleri, arşın gölgesinde gölgelenecek olanlar arasında saydı. Hâsılı, vahyin öncülüğünde cahiliye toplumunu medeni bir topluma dönüştürdü. Şirkin yerini tevhit inancı, haksızlığın yerini adalet, kibir ve nefretin yerini tevazu ve sevgi, çekişmenin ve bencilliğin yerini barış, huzur ve iyilikte yarışma almıştır. Bundan dolayıdır ki, bu yeni dönem İslam’ın altın çağı anlamına gelen “Asr-ı Saadet” olarak anılmıştır. 

    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), birlikte yaşamanın vazgeçilmez unsurları olan barışı, müsamahayı, affı, rahmeti ve merhameti, bir söz olmaktan çıkarıp yaşanılan bir gerçekliğe dönüştürmüştür. Kendisinden düşmanlarına ‘beddua ve lanet’ etmesini isteyenlere kendisinin bunlar için değil; “Rahmet ve Merhamet Peygamberi” olarak gönderildiğini söyleyerek uyarmış ve yol göstermiştir. O hiç kimseyi ayıplamamış, kötülüğe kötülükle karşılık vermemiş ve nefsi için intikam almamıştır. Etrafındakileri hiç incitmemiş, kendisinden talepte bulunanı geri çevirmemiştir. 

    Dürüstlüğü, emaneti korumayı, insan haklarına riayet etmeyi, yetim ve kimsesizlere kol kanat germeyi, kimseyi incitmemeyi, iyilik yapmayı öğütleyen ve örnek hayatıyla bunlara en güzel örnek olan Peygamberimiz (s.a.v.); “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, İman 93) buyurarak sevgiyi ve imanı toplumsal barışın, birlikte yaşamanın temel taşı yapmıştır. Bu konuda akla gelen ve hepimiz tarafından iyi bilinen birkaç hadisine kulak verelim: “Sizden biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe (kâmil manada) iman etmiş olamaz.” (Buhârî, İman 7).  “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık etmez, onu düşman eline bırakmaz. Kim Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir; kim Müslüman kardeşini bir sıkıntıdan kurtarırsa Allah da onu bir sıkıntıdan kurtarır; kim Müslüman kardeşinin bir kusurunu gizlerse Allah da onun kusurunu gizler (affeder)” (Buhârî, Mezâlim, 3) Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), uzlaşma ve kaynaşma çabası göstermenin Müslümanlar için bir görev olduğuna şöyle işaret eder: “Mümin ülfet eden (uzlaşıp kaynaşan) insandır; ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet kurulamayan insanda hayır yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/400).

    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) aynı toplumda beraber yaşadıkları gayr-i müslimlerle münasebetlerinde de bugünün insanına güzel örnekler sunan uygulamalar sergilemiştir. Hasta olan bir Yahudi’yi ziyaret etmesi ve bir Yahudi cenazesi için ayağa kalkması hepimizce malum hadiselerdir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in ayağa kalktığı cenazenin Yahudi bir kişiye ait olduğunu hatırlatanlara “Bu da bir insan değil mi?” (Müslim, 1593, 1596) şeklindeki verdiği cevabı, insana sırf insan olduğu için saygı gösterilmesi gerektiğinin fiili bir örneğidir.
    Al-i Şan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Peygamberliği salt manevi, ahlaki ve uhrevi bir içeriğe sahip değildir. O’nun misyonu/amacı/örnekliği bir o kadar da dünyevi, siyasi, askeri ve hukuki içeriklidir. İslam dininin doğuşu ve tamamlanış süreci, aynı zamanda kabileler şeklinde yaşayan bir toplumun, egemen bir devlet haline geliş sürecidir. Bu süreci yöneten Efendimiz (s.a.v.) ise, toplumu eğiten ahlaki bir önder, hukuki sorunları çözen adil bir yargıç, siyasi sorumluluk ve yetki sahibi bir devlet başkanı ve yerine göre bir başkomutandır.

    Prof. Dr. Michael Hart, tarihteki yüz büyük insan isimli kitabında şöyle der: “Dünyanın en etkili insanları listesinin başına Muhammed’i koydum bazı okurları şaşırtabilir, bazılarını da kuşkuya düşürebilir. Ancak Muhammed tarihte, hem dini hem de dünyevi düzeyde üstün başarılı olan tek insandır.” 
    Meşhur Alman Şair Goethe ise:  “Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Biz Avrupa milletleri medeni imkânlarımıza rağmen Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışmada onu geçemeyecektir.”

    Ve ünlü İngiliz Mütefekkir Thomas Carlyle ise: “Allah insanlara şimdiye kadar birçok haberciler, Peygamberler göndermiştir. Fakat Muhammed O Peygamberlerin en yenisi ve en sonuncusu değimlidir? Allah’ın ilhamı O’na zekâ veriyor. Demek ki her şeyden evvel O’nu dinlemeliyiz.”  

    Bugün en önemli sorunlarımızdan biri, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in örnek hayatı ile kendi hayatımız arasında, iyi bir köprü kurulamaması, dolayısıyla çevresine örnek olacak ahlâkî duyarlılığa sahip dindarlıkların üretilemeyişidir. Bu köprünün inşası için O’nun hayatını tekrar tekrar okumak ve onu iyi fehmetmek/anlamak gerekir. Hiç şüphesiz insanlığın giderek bireysel benliklerine, çıkar, haz ve hıza dayalı hayata yöneldiği bir ortamda, hayatımızı güzel değerlerle inşa edebilmek için O’nun güzel ahlâkına, yol göstericiliğine her zamankinden daha çok ihtiyacımız vardır. Hangi işimiz olursa olsun eğer bu işimizde Hz. Muhammed (s.a.v.)’e yer yoksa O, işin dışında tutuluyorsa, unutulmamalıdır ki, ne o işte ve ne o işi yapanda hayır yoktur. 

    Bu duygu ve düşüncelerle, Mevlid Kandil’inizi tebrik eder, ülkemizin, İslâm âleminin birlik, dirlik ve beraberliğine, insanlığın hidayet, barış ve huzuruna, bütün müminlerin dualarının kabul edilerek arınma ve affedilmelerine vesile olmasını Yüce Allah'tan niyaz ediyorum.

  • ALLAH'A VE RESUL'ÜNE HARB İLAN EDENLER

    ALLAH'A VE RESUL'ÜNE HARB İLAN EDENLER

    Yüce Allah: "Eğer faizcilikten vazgeçmezseniz, artık Allah'a ve Rasulüne karşı savaş açtığınızı/harbe girmiş olduğunuzu bilin. Eğer (faizciliğe/tefeciliğe) tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz" buyurmaktadır.
    (Bakara  Suresi, Ayet 279)

    Al-i Şan Efendimiz (sav)'de: "Faiz yemiyen kimsenin kalmayacağı günler mutlaka gelecektir. Biri faiz yemeyecek olsa, yine de ona tozundan birşeyler bulaşacaktır" buyurmuştur.
    (Hâkim, müstedrek, Ebu Davud, Nese-i)

    Kıymetli mü'minler; şimdi hangi müslüman yukarıda zikrettiğimiz ayeti duyduktan/okuduktan sonra faizle/tefecilikle iş yapabilir. Maalesef cemiyet/sistem/toplum faiz sistemi üzerine inşa edilmiş. Hadis-i Şerifte zikredildiği veçhile faize bulaşmadan iş yapabilmek zor hale gelmiştir. Sırtını faize dönsen bile, hayatın akışı muvacehesinde ister-istemez size buyaşıyor/bulaştırılıyor. İvedilikle bundan kurtulmak gerekiyor... İşin uzmanları çalışmalarını Kur'an ve Sünnet çerçevesinde  yapmalı ve söylem/eylem sahibi olanlara sunmalıdırlar. Aksi halde bizde bu harbin kaybedenler tarafında olacağız Allah korusun...

    Ayetteki " Allah'a ve Rasulüne karşı Harbe girme" ifadesi, Kerim Kitabımız Kur'andaki diğer yasakların hiç birinde yoktur. Çünkü parasını faizle çalıştıran insan, Yüce Dinimiz İslam'ın getirmiş olduğu kardeşlik ve yardımlaşma  ruhunu ortadan kaldırmaktadır, ayrıca üretmeden kolay kazanç elde etmektedir. İslam yardımlaşmayı emrederken/öğütlerken/tavsiye ederken, karşılıksız alınan paranın da zulüm olduğunu bildirmektedir. Ve zulüm ise haramdır. Bundan mütevellittir ki faizle/tefecilikle iştigal edenler Allah'a ve Peygamberine harb ilan etmiştir. Sonu belli olan harb... nedir sonu? Faiz  yiyenler/tefecilik yapanlar kabirlerinden kendilerini şeytan çarpmış olarak kalkacaklardır. Faiz yiyenlerin karınları o kadar büyütülecek ki, taşimaya güçleri yetmeyecek, yere düşecek ve sürünerek mahşer meydanına gideceklerdir. 

    Ya Rab! Biz Müslümanları böylesine murdar bir iş yapmaktan muhafaza eyle. Yediğimiz murdar, pis şeyler varsa, bizi temizle/bağışla!
    Ya Rab! Helal kazanmayı, helal yemeyi, helal içmeyi, helal infak etmeyi kolay kıl bizlere, şüphesiz Sen duaları işiten ve karşılık verensin. Amin! Selâm ve dua ile

  • BERAT GECESİ MÜNASEBETİYLE, GÜNAH VE TEVBE KAVRAMI

    BERAT GECESİ MÜNASEBETİYLE, GÜNAH VE TEVBE KAVRAMI

    Beraat sözcüğünün kısaltılmış hali olan berat kelimesi; borçtan, hastalıktan, suç ve cezadan kurtulmak anlamına gelir. Dini terim olarak berat; günahlardan arınmak, temize çıkmak, ilahi af ve mağfirete nail olmak demektir. Allah’a kul olmanın manevi zevkine ererek, hata ve kusurlarını itiraf eden, işledikleri günahların farkına vararak istiğfarda bulunan pek çok mü'minin ilahi rahmete kavuşup, günahlardan kurtulmayı ümit ettiği için bu geceye “berat gecesi” kurtuluş gecesi de denmiştir.

    Berat gecesi, Şaban-i Şerifin 15. gecesi Allah’ın, tevbe etmek, günahlarına pişman olmak ve bir daha işlemeyeceğine söz vermek isteyenlere tahsis ettiği özel bir arınma/bağışlanma gecesidir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

    “Şaban ayının 15. günü (Berat Gecesi) gelince, gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçlu olarak geçiriniz. Çünkü Allah (Rahmetiyle) o gece gökyüzüne tecelli eder ve şöyle buyurur: 
    - Yok mu benden af dileyen? Onu affedeyim,
    - Yok mu benden rızık isteyen? Onu rızıklandırayım,
    - Yok mu bir musibete uğrayan? Ona afiyet vereyim,
    - Yok mu şunu isteyen? Yok mu bunu isteyen?” (İbn-i Mace) diye bu ilahi sesleniş tanyeri ağarmasına kadar devam eder. Diğer bir hadis-i şerifte ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.):

    “Allah Teâlâ bu gece ümmetimden Benî Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca kişiye rahmet eder. Ancak kendisine ortak koşanların, Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına âsi olanların, içki ve zinada ısrar edenlerin, tevbe etmedikçe yüzlerine bakmaz” buyurmaktadır.  (et-Tergib ve’t-Terhib)
     
    GÜNAH
    Farsça bir kelime olan günah; işleyene ceza gerektiren, yaratılışa aykırı, insanı hayır ve sevap işlemekten alıkoyan, haram olduğu ayet ve hadislerle belirlenmiş olan söz, fiil ve davranışlara denir. Yüce dinimiz İslam, yasak olan söz, fiil ve davranışları, yani günahları bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını emir buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) günahı; “İçini rahatsız eden ve başkasının bilmesinden/muttali olmasından hoşlanmadığın şeydir” (Ebu Davud, İbn Mace) diye tanımlamıştır. İslam bilginleri bu rahatsızlığı; tereddüt ve göğsün inşirah bulmayışı, serinleyemeyişi, kalb’de bir tereddüt halinin ortaya çıkması şeklinde açıklamışlardır. 
     
    Günah; insanın şeytana ve nefsi arzularına uyarak yaptığı, dünyada ve ahrette cezasını çekeceği, bütün mükemmelliklerden fesada uğratan, Allah’a boyun eğmeye muhalif olan ve Allah ile kul arasındaki engel perdesini kuvvetlendiren her fiildir. Günah, hem ferdi hem de sosyal hayatı bozan manevi bir hastalıktır. Gönülde pas bırakan günah, bünyeye musallat olmuş bir virüs gibidir. Günah, insanın Allah’a olan meylini köreltir, kalbe huzursuzluk verir. Kişinin iç dünyasını, maddi ve manevi hayatını karartır. Günah, günahın kendisine göre; büyük ve küçük şeklinde; günahın kendisine karşı işlenene göre Allah hakkı, kul hakkı kısımlarına ayrılmaktadır.
     
    Büyük Günahlar:
    İbn Abas (r.a)’ın büyük günah tarifinde üç görüşü vardır:
    1- Allah’ın yasak ettiği şey büyük günahtır.
    2- Allah’a isyan olan şey büyük günahtır.
    3- Allah’ın hakkında azapla, lanetle veya gazapla hükmünü bildirdiği her fiil büyük günahtır. (İbn Ruşd Bidaye)

    İbn Salah’dan büyük günahlar hakkında şöyle bir değerlendirme nakledilmektedir: “Kendisine büyük günah ismi tatbik edilebilecek kadar büyük olan her günah, büyük günahtır. Ona göre büyük günahın bazı belirtileri şunlardır:

    a- Kendisine bir cezanın terettüp etmesi,
    b- Kur’an veya Sünnette azap veya ateşle tehdidin varlığı,
    c- Günahı işleyenin fasık olarak isimlendirilmesi,
    d- O günahı işleyenin lanetlenmesi.” 

    Büyük Günahlardan Bazıları: 
    Şirk koşmak, Adam öldürmek, Namuslu kadına iftira atmak, Zina etmek, Savaştan kaçmak, Faiz yemek, İçki ve uyuşturucu maddeler kullanmak, Rüşvet almak ya da vermek, Kumar oynamak, Yetim malı yemek, Anne babaya asi olmak, Yalan söylemek ve yalan yere şahitlik etmek, Gıybet etmek, Koğuculuk yapmak (söz götürüp getirmek), Su-i zan yapmak, Sihir yapmak, Alay etmek, Hırsızlık ve haksızlık etmek, İkiyüzlülük, İntihar, Haram kazanç (haksız kazanç), Kamu mallarına zarar vermek veya zimmete geçirmek, Ölçü ve tartıda hile yapmak, Suçsuzu suçlu göstermek, Sözünde durmamak, Emanete hıyanet etmek, İnsanların gizli hallerini araştırmak, Beş vakit namazı ve Cuma namazını terk etmek, Zenginin zekât vermemesi, Özürsüz ramazan orucunu tutmamak, Yakınlarla (akrabayla) ilgiyi kesmek, Zulüm ve haksızlık etmek, Kendini beğenmek vb.   

    Küçük Günahlar: Kur’an’da “lemem”, “seyyie” kelimeleri ile ifade edilen küçük günah şöyle tarif edilmektedir: “Büyük günahların alanı dışında kalan, yani hakkında bir ceza (had) bulunmayan veya lanet, gazap ve cehennem ateşi ile de tehdit edilmeyen günahtır.

    Küçük günahları önemsememek, bunlarda ısrar etmek, insanda büyüklerini yapmaya iten psikolojik ve ruhi bir değişiklik oluşturur. Günahın küçüklüğüne değil, kendisine karşı gelinen Allah’ın azamet ve büyüklüğüne bakarak, tüm günahlardan kaçınılması gerekmektedir. Nisa suresinin 31. ayetinde Yüce Allah: “Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” buyurmaktadır. 

    TEVBE
    Tevbe Arapça bir kelime olup, Allah’a dönüş ve yöneliş anlamına gelmektedir. Terim olarak tevbenin birçok tanımı vardır: Tevbe; geçmiş hataların verdiği iç sancısıdır. Tevbe; kötü huyları iyi huylarla değiştirmektir. Tevbe; Allah’a muhalefetten dönmek, kişinin zimmetinde oluşmuş, başkalarının haklarından edaya güç yetirdiğini sahiplerine ödemektir. Tevbe; günahı Allah’ın yasakladığı ve çirkinliği için terk etmek, yapılan kötü fiile pişman olmak, onu tekrarlamamaya azmetmektir. Tevbe; Yaratıcının huzurunda, yeniden bir inşa ve bina olmadır. Tevbe; kişinin şirk, küfür ve nifaktan imana, isyandan itaate, günahtan sevaba, yanlıştan doğruya yönelmesidir. Tevbe; sırf günah olduğu için pişmanlık duyularak, günahtan vazgeçmektir. Tevbe; ruhumuzu arındırmanın bir yoludur. 

    Kur'an, ameli her ne olursa olsun, istisna koymaksızın, hepimizi tevbeye davet etmektedir. Bu davet hiç günahı olmayanları da kapsamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.); "Ben her gün yetmiş defadan çok istiğfar ederim." (Buhârî, Tirmizî, İbni Mâce) buyurmuştur.

    Hz. Ali (r.a) “Tevbenin altı özelliği vardır” demiş ve şöyle sıralamıştır:
    1- Geçmiş günahlara pişmanlık duymak,
    2- Yerine getiremediği farzları kaza etmek,
    3- Mazlumun hakkını vermek,
    4- Hak sahipleriyle helalleşmek,
    5- Bir daha günaha dönmemeye azmetmek,
    6- İbadet ve itaat ile nefsi olgunlaştırmak. (Hak Dini Kur’an Dili, Hamdi Yazır)

    İnsanların fiillerinden ortaya çıkan maslahat, ya umumi ya da hususidir. Eğer bu fiillerden maksat, umumi olarak cemiyetin menfaati ise, fiil yüce Allah’ın hakkı, hususi ise kulun hakkıdır. Bazen de, fiilde Allah’ın hakkıyla kul hakkı bir arada bulunup, ya Allah hakkı ya da kul hakkı daha fazla olabilmektedir. Bu tür hakları çiğnemek, ihlal etmek, Allah’a veya bir kula karşı işlenmiş günahı oluşturacaktır. Günahın kime karşı işlenmiş olduğu, onlardan kurtulmak için tevbe yapılırken önem arz etmektedir. 

    Allah hakkı ile ilgili günahlardan tevbe: 
    Allah hakkı ile ilgili günahlardan tevbe etmek isteyen kimse, yaptığı günaha pişman olmalı, o günahı bir daha yapmamalıdır. Allahın bir emrini yerine getirmemesinden dolayı tevbe ediyorsa, artık o emri yerine getirmelidir. Örneğin, kılmadığı namazlardan tevbe ediyorsa, namazlarını kılmaya başlamalıdır. Kaçınması gereken yasakları işlediğinden dolayı tevbe eden kişi ise, artık onları işlemeyi bırakmış olması gerekir. Örneğin içki ve kumar yasağını işleyen bunları yapmayı terk edecek ve akabinde Allah’tan bağışlamasını isteyecektir. Tevbe eden şahsın yerine getirmediği emirlerin kazası mümkünse (namaz, oruç, zekât gibi) onları kaza etmeye çalışmalıdır.

    Kul/Kamu hakkı ile ilgili günahlardan tevbe: 
    Kul/Kamu haklarından tevbenin ilk şartı, hakkı gasbedilen şahsın-kamunun hakkını iade etmektir.  Gasbedilen mal, elde mevcut ve sahibi de biliniyorsa (kişiye-kamuya) geri verilmeli, iade edilmelidir. Burada suçu gizleyerek tevbe etmeye çalışmak doğru değildir. Çalınan mal, hırsızın elinde mevcut, ancak sahibi bilinmiyorsa, bu mal tasaddük edilerek zimmetten çıkarılır. Malında ne kadar haram mal bulunduğunu bilmeyen şahıs, zannı galiple o miktarı ayırır ve kul haklarını-kamu haklarını zimmetinden çıkarır. Suçlunun yediği bir mal, misli değil de; kıymeti belirlenebilen cinstense ve şahsın imkânı da varsa, o kıymeti sahibine vermelidir. 

    Dünya hayatında imtihan halinde bulunan insan, hayra ve şerre, hakka ve batıla, iyiye ve kötüye yönelebilecek kabiliyette yaratılmıştır. İnsan günah işlemeye elverişli bir varlıktır. Allah, iyi ve kötüyü, hayır ve şerri yapabilme kabiliyeti verdiği insan, kötüyü ve şerri bırakmasını ilham etmiş, ancak iman ve itaate zorlamamıştır. İyiyi, hayrı işleyene mükâfat, kötü ve şer olanları işleyenlere ceza vaat etmiştir.  Ferdi ve ailevi mutluluğumuzu, toplumsal hayatımızı, barış, huzur, dayanışma ve kardeşlik içinde yaşama ortamımızı tehdit eden maddi-manevi pek çok olumsuzluğun yaşandığı günümüz dünyasında Mevla’mızın “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (Zümer Suresi, Ayet 53) müjdesini göz önünde bulundurarak günah ve kusurlarımızdan dolayı tevbe etmeli, ibadetlerimizi ve dualarımızı yoğunlaştırarak Rabbimize yakınlaşmalı, Yüce Yaratanımıza, ailemize, çocuklarımıza, çevremize, milletimize ve tüm insanlığa karşı görev ve sorumluluklarımızı tekrar hatırlayarak yeni bir ümit ve kararlılıkla geleceğe bakma melekesi kazanmalıyız. 

    Bu duygu ve düşüncelerle Berat Gecenizi tebrik ediyor ve bu gecenin, ülkemizin, İslâm âleminin birlik, dirlik ve beraberliğine, insanlığın hidayet, barış ve huzuruna, bütün müminlerin tevbelerinin ve dualarının kabul edilerek arınma ve affedilmelerine vesile olmasını, ayrıca insanlığa musallat olan salgından/virüsten kurtulmamızı ve geçmişimizle yüzleşerek gereken dersleri çıkarabilmemizi, hastaların şifayab olmasını, müteveffa olanlanlara Yüce Allah'tan rahmet niyaz ediyorum. Hüda-i Baki'ye emanet olunuz. Selâm ve dua ile...

  • İSRA-MİRAC, MESCİD-İ AKSA VE MİRACTA TEŞRI KILINAN HÜKÜMLER

    İSRA-MİRAC, MESCİD-İ AKSA VE MİRACTA TEŞRI KILINAN HÜKÜMLER
     

    İsra ve Mirac olayı yüce Allah’ın, sevgili Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’e bir mükâfatı, büyük bir ihsanı, eşsiz bir armağanı ve ilahi bir mucizedir. Aynı zamanda Müminlerin de Hz. Peygamberimiz (sav)’e imanlarının test edilmesidir İsra ve Mirac hadisesi.  Sözlükte gece yürüyüşü, geceleyin yaya veya binekli olarak yapılan yürüyüş anlamına gelen isra, ıstılahta ise; Hz. Muhammed (sav)’in geceleyin Burak isimli bir binitle Mekke'den Kudüs'teki Mescid-i Aksa’ya götürülmesi hadisesidir. Buradan da yedi kat Semayı aşarak, Sidretü’l Münteha’ya çıkmıştır. Akabinde, yakınlığın en üstün derecesi olan, beşer anlayışı çizgisinin ötesinde, fizik kanunları ile açıklanması mümkün olmayan o büyük hadise gerçekleşmiş, Yüce Allah’a mülaki olmuştur.

    Mirac ile ilgili hadisi şeriflerde “Yükseğe çıkarıldım” “uruc” kelimesi kullanıldığından bu olaya “mirac” denmiştir. Yüce Yaratıcıya yakınlığın en üstün derecesi olan mirac; yukarıda da zikredildiği veçhile; beşer anlayışı çizgisinin ötesinde bir olaydır. Çünkü bu olayın fizik kanunları ile açıklanması mümkün değildir. Yüce Allah: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescidi Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksaya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir” (1) buyurmuştur.

    İsra ve Mirac, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in Allah’ın sonsuzluğu, yüceliği ve O’nun nihayetsiz kudretine yaptığı en görkemli şahitliktir. Rabbimiz, bu şahitlikte gerçek yüceliğin yalnızca kendisine ait olduğunu Hz. Peygamberimiz (sav)’in şahsında beşeriyete bir kez daha göstermiştir. Aynı zamanda arınma, yücelme ve kulluğun zirvesine erişmenin yollarını da öğretmiştir. Âlemlerin Rabbi, teslimiyet, sadakat, ahlak, doğruluk, dürüstlük timsali olan Kutlu Nebi’yi miraç ile taltif buyururken, biz kullarına da mesajlar vermiştir. Buna göre, ömrünü bu yüce değerlerle tezyin edenler, kulluk basamaklarında her daim yükseleceklerdir. Onlar, cennetin ebedi nimetlerine mazhar olarak bâki makamlarda yüceleceklerdir.

    İsra ve Miraç, bir yünüyle Rabbe vuslat, bir yönüyle de Rabbin yasakladıklarını terk ediştir. Biz müminler için müjdedir Mirac. Rabbimiz, kendisine ortak koşmayanların büyük günahlarının bağışlanacağını bu kutlu gecede müjdelemiştir.

     Hz. Peygamberimiz (sav) burada (Peygamberlerin ruhlarına imam olarak) namaz kılmış ve bütün Peygamberler de onunla beraber kılmışlar. Sonra Mirac getirildi. Mirac, asansör gibi yükseğe çıkaran manevî bir araçtır. Buna Cebrâil (as) ile beraber bindiler ve göklere çıktılar. 
    Birinci semaya vardıklarında, Cebrâil (as): 
    - Açınız, dedi. İçerden bir ses: 
    - Kimsin? Diye sordu. 
    - Ben Cebrail’im. 
    - Yanında kimse var mı? 
    - Muhammed (sav) var. 
    -Muhammed gönderildi mi? (Peygamber olarak görevlendirildi mi) Evet, gönderildi. Kapı açıldı ve Peygamberimiz (sav) birinci semâya varmış oldu. Orada, sağında ve solunda birçok gölgeler olan bir adam gördü. Bu adam, sağına baktıkça gülümsüyor, soluna baktıkça da ağlıyordu. Peygamberimiz (sav)’i görünce: 

    - Merhaba sâlih Peygamber, hoş geldin, iyi oğul, dedi. Peygamberimiz (sav) Cebrâil (as)’a kim olduğunu sordu. Cebrâil (as)’da Hz. Âdem (as) olduğunu söyledi. Etrafındaki gölgeler de onun soyu idi. Sağındakiler cennetlik olanlar, solundakiler de cehenneme girecek olanlardı. Onun için Hz. Âdem (as) sağına baktıkça seviniyor, gülüyordu. Soluna baktıkça da üzülüyor ve ağlıyordu. Peygamberimiz (sav) Cebrâil (as)'ın kılavuzluğunda yoluna devam etti. 
    İkinci semâya vardılar. Orada birinci semâda olduğu gibi aynı sorular soruldu ve aynı cevaplar verildi. Böylece her semada bir Peygamber ile karşılaştılar. İkinci semada Hz. Yahya ve Hz. İsa (as), 
    Üçüncü semada Hz. Yusuf (as), 
    Dördüncü semada Hz. İdris (as), 
    Beşinci semada Hz. Harun (as), 
    Altıncı semada Hz. Musa (as) 
    Yedinci semada Hz. İbrahim (as) ile karşılaştılar. Karşılaştığı Peygamberlerin her biri kendisini selamlamış; hoş geldin salih Peygamber, iyi kardeş, dediler. 

    Daha sonra, "Sidretü'l-Müntehâ"ya vardılar. Sidretü'I-Müntehâ, gökleri, cennetleri kucaklayan ulu varlık ağacıdır. Peygamberlerin ve meleklerin erebildikleri ilmin son noktasıdır. Ondan ilerisine ne bir melek ne bir Peygamber yaklaşamaz. İlerisi gayb âlemidir. Allah'tan başka kimsenin ilmi oraya ulaşmaz. Hz. Peygamberimiz (sav) Sidretü'I-Müntehâ'ya varınca Necm suresinde ifade buyrulduğu üzere: "Sidreyi bürüyen bürümüştü."(2) Yani Sidre'yi bir nûr kaplamıştı. Bundan ötesi tarif ve beyana sığmayan bir âlemdi. Buraya kadar Hz. Peygamberimiz (sav)’e arkadaşlık ve kılavuzluk eden Cebrâil (as) burada kaldı ve: “Bir parmak ucu kadar öteye yaklaşmış olsaydım yanardım” dedi. Bundan sonra Hz. Peygamberimiz (sav): “Refref” ile yükselip Allah'ın divanına yaklaştı. (Refref, görmeye engel geniş örtü ve perde demektir ve Allah'ın divanı hadimlerinden biridir.) Nitekim Mevlid'de Süleyman Çelebi bu anı tarif ederken: 
    "Söyleşürken Cebrâil ile kelâm, 
    Geldi Refref önüne verdi selâm, 
    Aldı ol şâh-ı cihanı ol zaman 
    Sidreden gitti ve götürdü heman”. 

     Mirac'ın bundan sonraki esrar dolu ulvî sahneleri ise Necm suresinde şöyle ifade edilmektedir. “Allah o anda kuluna vahyini bildirdi. Muhammed'in gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı. Ey inkârcılar onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışıyor musunuz? Andolsun ki Muhammed Cebrâil'i sınırın sonunda (Sidretü'I-Müntehâ'da) başka bir inişte de görmüştür. Orada Me'vâ cenneti vardır. Sidre'yi bürüyen bürüyordu. Muhammed'in gözü oradan ne kaydı ne de onu aştı. Andolsun ki Rabbinin varlığının büyük delillerini gördü.”(3) 

    Hz. Peygamberimiz (sav) böylece bu mübarek yolculuğu tamamlayarak aynı gece evine döndü. Evine döner dönmez gece olup bitenleri ailesine ve arkadaşlarına anlattı. Her söylediğinin gerçek olduğunda şüphe olmayan Hz. Peygamberimiz (sav)’e ailesi ve arkadaşları inanmıştı. Mekkelilerin bazıları olayı duyar duymaz şaşkına dönmüşler; bir gecede bu kadar yer hiç gezilir mi demişlerdi. Çünkü onlar Mirac'taki üstün gerçekleri kavrayacak seviyede değillerdi. Bu sebeple Mirac olayı kendilerine anlatılınca inanmadılar. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirdikleri için böyle şey olur mu? Dediler. 

    Kâinatta olup bitenlerden, Allah'ın sonsuz kudretinden haberleri yoktu. Kervanların bir ayda gidip bir ayda geldikleri mesafeyi Muhammed bir gecede nasıl alabilecek, dediler. Hâlbuki Hz. Muhammed (sav) onların kullandıkları vasıtaları kullanmış değildi. O, Burak'a binmişti. Burak, şimşek manasındaki berk kökünden gelir. O halde Mirac'ta şimşek sür'ati vardır. Mekkeliler bu olay karşısında şaşkına döndüler. Hemen Hz. Ebû Bekir (ra)'e koştular ve Hz. Peygamberimizin (sav) İsrâ'ya dair verdiği haberi ona naklettiler. Hz. Ebû Bekir (ra) onlara: Muhammed (sav)'in doğru sözlü olduğuna kanaatim vardır. Bu kanaatimi size de bildiririm, dedi. Onlar: Demek Muhammed'in bir gecede Mescid-i Aksâ'ya gidip sonra dönüp geldiğini sen de tasdik mi ediyorsun? Dediler. Hz. Ebû Bekir (ra): Evet, tasdik ediyorum. Değil bu, bundan daha ziyade uzaklarına da, meleklerin gökten haber getirdiklerine de inanmışımdır, dedi. Bu cihetle Hz. Ebû Bekir (ra)'e “Sıddık” denildi.

     Hz. Peygamberimiz (sav)’in daha önce Mescid-i Aksâ'ya gitmediğini biliyorlardı. Onun için kendisine Mescid-i Aksâ ile ilgili sorular sordular. Hz. Peygamberimiz (sav) çok bunaldı. Çünkü bir an uğrayıp geçtiği bir yer hakkında ne kadar bilgisi olabilirdi. Kendisi bu anı şöyle anlatıyor: “Kureyş beni yalanlayınca Mescid-i Haram'a gidip Hicr'de ayakta durdum. Bundan sonra Allah bana Beyt-i Makdis ile gözümün arasındaki mesafeyi kaldırdı da ne sordularsa bakarak haber vermeye başladım”. (4)

     Mirac’da Hz Peygamberimiz (sav)’e üç ilahi ihsanda bulunulduğu hadisi şeriflerde ifade buyrulmuştur:
    1- Beş vakit namaz,
    Miraç olayının, Müslümanlar için en önemli sonuçlarından birisi hiç şüphe yok ki, İslâm dininin temel direği ve müminlere bir Miraç hediyesi olan namazdır. Hac suresi ayet 77’de Yüce Allah: “Ey inananlar! Rükû edin, secdeye varın, Rabbinize kulluk edin ve iyilik yapın ki, başarıya erişesiniz” buyurmaktadır. Namaz müminin miracı/yükselişi olmuştur. Nasıl ki, Sevgili Peygamberimiz (sav), Mirac'ta vasıtalardan arınmış olarak, Yüce Mevlâsı ile buluştu; müminler de namazda vasıtasız olarak, doğrudan doğruya Rabbinin huzuruna çıkar. Sadece O'na kulluk etme ve sadece O'ndan yardım isteme fırsatı bulur. Öyle ise, bir mümin günde beş vakit namazını dikkatle ve huşu içerisinde kılacak olursa, o namaz onun için bir mirac olur ve kul onunla Hakk'a yol bulur. Müminin yükselişi ve miracı olan namaz konusunda; müminlerin azami gayret göstermesi, akamete sebebiyet vermemeleri gerekir. Efendimiz (sav) ahrete irtihal ederken namaz konusunda ve insanların elleri altında çalışanların hakları konusunda uyarıda bulunmuştur. 

    -Namaz kılan, Allah’a ve Peygamber’e itaat etmiş olur,
    -Namaz kılan, Allah’ı anmış, Allah’ı zikretmiş olur,
    -Namaz kılan, Maddi ve manevi kirlerden temizlenmiş olur,
    -Namaz kılan, vakitlerini düzene koyar,
    -Namaz kılan, günahlardan ve kötülüklerden arınmış olur,
    -Namaz kılan, kibir ve gururdan kurtulur,
    -Namaz kılan, ilahi murakabe altında olduğunun farkında olur,
    -Namaz kılan, cenneti, cemalullahı kazanmış olur,
    -Namaz bütün zikirlerin toplamıdır,
    -Namaz kılan dininin direğini dikmiş olur, 
    -Namaz nurdur,
    -Namaz, hakkıyla ikame edildiğinde sahibini yükseltir,
    -Namaz, Yüce yaratıcı ile günde beş kez görüşmedir ve Allaha bağlılığın ifadesidir. 

    2- Allah’a ortak koşmayanların bağışlanacağı müjdesi, 
    Mirac'ın bir başka sonucu ise, Hz. Peygamberimiz (sav)'in ümmetinden, Allah'a şirk koşmayanların affedilebileceklerinin vadedilmiş olmasıdır. Nisa suresi ayet 48’de: “Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bunun dışında kalan (günahlar)ı ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur” buyurulmaktadır. Âdemoğlu bilerek ya da bilmeyerek günah işleyebilir. Günaha meyletme temayülü insanın fıtratında mevcuttur. İşlenen günahlardan dolayı pişmanlık duymak ve Allah'tan af dilemek, bir daha günah işlememeye azmetmek kaydıyla, Yüce Allah işlenen günahları affedebilir.

    3- Bakara Suresinin son iki ayeti celilesi (Amenerresulü).
    Bakara Suresinin son iki ayeti celilesi’nin anlamı: “Peygamber Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine iman ettiler. Rabbimiz! Affına sığındık, dönüş sanadır, dediler. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde yükümlü kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendisine, yaptığı kötülük de kendisinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbim, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı. Sen bizim Mevlâ'mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et." (5) 

    MESCİDİ AKSA (KUDÜS)
     Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs’ü Şerif, Mescid-i Aksa, Siyonist kıskacında/işgalinde bulunmaktadır. 
    “Mescid-i Aksayı gördüm düşümde, bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu.
    Varıp eşiğine alnımı koydum, sanki bir yer altı nehri kaynıyordu.” (M.Akif İnan)

     İslam’da Kudüs’ün, Mescid-i Aksanın özel bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Cemaatleri, mezhepleri ve dünya görüşleri ne olursa olsun, Müslümanların bu hususta ittifak ve görüş birliği içerisinde olması gerekiyor. Efendimiz (sav): “(ibadet maksadıyla) sefer ancak üç mescide yapılır. Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim şu mescidim (Mescid-i Nebevi)’dir.” buyurmuştur. (6)  

     Bugün herkese meydan okuyarak, kimseden çekinmeyerek, düşmanlıklarını açık ve kararlılıkla ortaya koyan Siyonist/İsrail tehlikesi dünyanın başına bela olmaya devam etmektedir. Buna karşılık, büyük ve geniş coğrafyasına ve imkânlarına rağmen, İslam âlemi onlara karşı çıkamamıştır. Firavun’a seni firavunlaştıran (azdıran) neydi? Diye sorulmuş, o da, beni yaptığımdan alıkoyan birinin çıkmaması! Cevabını vermiştir. Umarım bu modern dünyanın Firavunlarına, yaptıkları zulüm ve haksızlıklarından dolayı, daha dirayetli dur diyebilen yiğitlerin çıkması yakin olur.

    -Kudüs Müslümanların ilk kıblesidir,
    -Kudüs yeryüzünde ibadet için yapılan ikinci mescittir,
    -Kudüs İsra ve Mirac şehridir,
    -Kudüs kutsal şehirlerin üçüncüsüdür,
    -Kudüs Peygamberlik ve bereket yurdudur,
    -Kudüs Ribat ve mücahede yurdudur.

     Kudüs, ikinci İslam halifesi Hz. Ömer (ra) döneminde fethedilmiş ve Kudüs baş Patriği Sophronius, şehrin anahtarlarını komutanlardan birine değil, bizzat halifenin kendisine teslim edeceğini söyleyince Hz. Ömer (ra) Medine’den Kudüs’e doğru duygu yüklü bir yolculuk gerçekleştirmiş ve şehrin anahtarlarını patrikten kendi eliyle teslim almıştır. Şehirde yaşayan Hıristiyanlarla, tarihe “Ömer Sözleşmesi” olarak geçecek bir antlaşma imzalamıştır. Onlara İslam’ın öngördüğü can, mal, inanç ve ibadet gibi haklarını koruyacağına dair teminat vermiştir. Bu önemli vesika Halid b. Velid, Amr b. As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebu Sufyan gibi İslam komutanlarının şahitliğinde imzalanmıştır. (7) 

      Siyonistlerin Kudüs’ü Yahudileştirme çabaları Allah’ın izni ile sonuç vermeyecektir. Kıyamete dek mücadele ve mücahede devem edecektir. Efendimiz (sav): “Ümmetimden bir topluluk, galip oldukları halde kendilerine Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye kadar düşmanlarını kahretmeye devam edeceklerdir ve başlarına gelen hastalıklar dışında hiçbir düşman onlara zarar veremeyecektir. Orada bulunanlar, Ya Resulellah Peki (o gün) bu kimseler nerede olacaklar? Diye sordular. Hz. Peygamber (sav) “Beytul-Makdis’te (Kudüs) ve onun çevresinde olacaklardır” buyurdu. (8) 

     Bu mübarek gecede yüce yaratıcıya yönelmeli, O'ndan af ve bağışlanma dilemeliyiz. Birbirimize sevgi ve saygı ile yaklaşmalı, düşmanca davranışlardan uzak durmalıyız. Sağlıkla kavuştuğumuz bu kutlu günleri değerlendirmeli ve Allah'ın Lütfettiği sayısız nimetlerine şükretmeliyiz.

     Sevgili Peygamberimiz, Hz. Muhammed (sav)’in, bir gece madde dünyasından mana âlemine yükseltildiği, Hz. Âdem (as)’den Hz. Îsâ (as)’ya kadar geçmiş Peygamberlerle buluştuğu, bir kulun insanlık mertebesinde ulaşabileceği en yüksek makama ulaşıp Rabbine mülâki olduğu, nice esrara vâkıf kılındığı, böylece İSRÂ ve MİRAC mucizesinin yaşandığı mübarek ve mukaddes gece münasebetiyle kandilinizi tebrik ediyorum. Yüce Rabbimiz, İsrâ ve Miraç ile Sidre-i Müntehâ’nın da ötelerine yücelttiği Habîb-i Ekremi hürmetine Miraç Kandilini (27 Şubat Pazar gününü Pazartesine bağlayan gece) Ülkemiz, İslâm Âlemi ve bütün insanlık için hayır ve hidayete, rahmet ve berekete, barış ve saadete vesile kılsın. Âmin! 
    KAYNAKÇA
    1-İsra Suresi Ayet 1
    2-Necm suresi ayet 16
    3-Necm Suresi Ayet 10-18
    4-Buhari, Menakıp, 41; Müslim, İman, 75.
    5-Bakara Süresi 284-286
    6-Buhari
    7-Tarihu’t-Taberi, Daru’l-mearif, Mısır, lll/609
    8-Taberani

  • FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ (S.A.V)’İN ENGELLİLERLE MÜNASEBETİ

    FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ (S.A.V)’İN ENGELLİLERLE MÜNASEBETİ

    İslam’a göre insan eşref-i mahlûkattır. Nitekim Yüce Allah: “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık” buyurmuştur (Tin Suresi; Ayet 4). İslam medeniyetinin insana bakış tasavvuru bu olmakla birlikte, Peygamber-i Al-i Şan Efendimiz (sav)’in, “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33) hadis-i şerifini de asla unutmamak ve bakışımızı bu bağlamda tashih etmemiz gerekmektedir.  Bunun içindir ki İslam, insanın malını/makamını, güç-kuvvet ve şöhretini değil, kalbini/yüreğini ve fiiliyatını merkeze almaktadır. 

    Peygamber Efendimiz (sav), toplumun tüm fertlerine bu zaviyeden bakmış ve onlarla bu prensipler doğrultusunda ilişkiler kurmuştur. Efendimiz (sav)’in engelli bazı Sahabe-i Kiramla olan ilişkilerinden birkaçını zikredelim: Ama bir Sahabe olan Itban b. Malik Allah Rasulü (sav)’ne gelerek: “Ey Allah’ın Rasulü! Benim gözlerim iyi görmüyor. Evimle kabilem arasındaki ırmak, yağmur yağdığında taşıyor ve geçmem zor oluyor. Evime gelir bir yerinde namaz kılarsan orayı mescit edineceğim der. Bunun üzerine Allah Rasulü, onun evine gidip orada namaz kılacağına söz verir ve ertesi sabah güneş doğup yükseldikten sonra beraberinde Hz. Ebu Bekir (r.a) ile Itban’ın evine gider.  Eve girdiğinde, evinin neresinde namaz kılmamı istersin? buyurur. O da Allah Rasulü (sav)’nün namaz kılmasını istediği yeri gösterir. Rasulüllah (sav) namaza durur, arkasındakiler de ona uyarak namaz kılarlar.”  (Buhari, Teheccüd, 36)

    Al-i Şan Efendimiz (sav) Abdullah b. Ümmü Mektum (r.a)’la yaşadığı şu hadise ve sonrasında onun hakkındaki tasarrufları, konu açısından çok dikkat çekicidir. Allah Rasulü (sav) bir gün Mekke’nin ileri gelen müşrikleriyle konuşuyordu. İslam hakkındaki sohbet iyice koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ Sahabelerden biri olan Abdullah b. Ümmü Mektum, “Bana doğru yolu göster, ey Allah’ın Rasûlü!” diyerek çıkageldi. Onun zamansız gelişi ve söze dalışına canı sıkılan Hz. Peygamberimiz (sav), yüzünü çevirip konuştuğu şahsa döndü ve “Söylediklerimde herhangi bir sorun görüyor musun?” diye sordu. Adam, “Hayır” diye cevap verdi. İşte tam da bu esnada, Yüce Allah’ın şu ayetlerine muhatap oldu: “Amânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da bu öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır, böyle yapma, şüphesiz bu ayetler bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.”  (Abese Suresi, Ayet 1-12) 
    Hz. Peygamber Efendimiz (sav) bu ilahî mesaja kulak vermiş, ondan payına düşeni fazlasıyla almış ve Ümmü Mektum’a sahabe içerisinde yüksek payeler vermiştir. Öncelikle onu Mus’ab b. Umeyr ile birlikte Medine’deki Müslümanlara Kur’ân öğretmekle görevlendirmiş, (Buhari, Tefsir, A’lâ, 1) ardından onu, Bilal-i Habeşi ile birlikte Mescid-i Nebevi’nin müezzinliğine tayin etmiştir. (Buhari, Ezan, 11) Bu vazifelerin yanında savaşlara giderken onu Medine’de yerine  tam 13 kez vekil bırakmış; Ümmü Mektum, geride kalanlara namaz kıldırmıştır. Hz. Peygamberimiz (sav)’den sonra onun Halifeleri de bu muhterem sahabeye çok önemli görevler vermişlerdir. Hatta o Kadisiye Savaşında İslam ordusunun sancaktarlığını yaparken şehit olmuştur.  (İbnü’l-Esir, IV, 264.)
    Allah Rasulü (sav)’nün önemli görevler verdiği engelli sahabelerden birisi de Muaz b. Cebel  (r.a)’dir. O, ayağı aksayan Muaz b. Cebel (r.a)’i Yemen’e Vali olarak göndermiştir. (Buhari, Cihad, 164.) Hz. Peygamberimiz (sav) zamanında, engelli olmalarına rağmen kendi istekleriyle savaşa iştirak eden sahabeler de dikkat çekmektedir. Bunlardan en önemlisi ayağından engelli olan Amr b. Cemuh (r.a)’dur. O, bir gün Hz. Peygamberimiz (sav)’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasulü! Eğer ben şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam cennette bu topal ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorar. Hz. Peygamberimiz (sav), “Evet” der. Amr, Uhud Savaşı’nda şehit olur. Savaş meydanında Amr’ın cenazesiyle karşılaşan Hz. Peygamberimiz (sav), “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim” buyurmuştur. (İbn Hanbel, V, 300.) Zikri geçen bu sahabelerin yanında, Hz. Peygamberimiz (sav)’e arkadaşlık etmiş ve yaşamlarının belli dönemlerinde engelli olmuş önde gelen bazı sahabeler de şunlardır: Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a), Cabir b. Abdullah (r.a), Bera b. Âzib (r.a), Ka’b b. Malik (r.a), Abdullah b. Ebu Evfa (r.a), Abbas b. Abdülmuttalib (r.a). (İbn Kuteybe, Mearif, 587-588.)

    Engellilerle ilişkilerinde örneklerde de görüldüğü üzere bedene değil kalbe, akla ve liyakate bakmak prensibini inşa etmek ve güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilen Peygamber-i Al-i Şan Efendimiz (sav), hiçbir engelliyi “kör, sağır, dilsiz, topal” gibi vasıflarla nitelememiştir. Eşi Safiye’yi, boyunun kısalığıyla niteleyen Hz. Aişe (r.a)’yi “Öyle bir söz söyledin ki denize karışsa onu bozardı” (Tirmizi, Kıyame, 51.) buyurarak ikaz etmiş, hatta âmâ bir sahabeyi ziyaret etmek istediğinde “Beni, şu iyi gören adama (basîr) götürün” buyurmuştur. (Beyhaki, Sünen, 10, 199.) O, engellilere yapılacak her türlü yardımın ibadet olduğunu özellikle vurgulamış, bir gün varlıklı Müslümanların namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin yanı sıra sadaka vererek de sevaba erdiklerini söyleyen ancak kendilerinin buna imkân bulamadıklarından yakınan Ebû Zer (r.a)’e sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: “Âmâya veya yol sorana yol göstermen, sadakadır. Güçsüz birine yardım etmen, sadakadır. Konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen sadakadır.”  (İbn Hanbel, 5, 152, 169.)

    Engellilere yardım etmeyi ibadet telakki eden Allah Rasulü (sav)’nün herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirenleri lanetliler içerisinde sayması ise son derece manidardır. (İbn Hanbel, I, 317) Bu gibi söylem ve eylemleriyle engellilerin toplum nezdindeki yerine ve toplumun onlara karşı görevlerine işaret eden Allah Rasulü (sav) engellilerin nasıl bir sabır ve şükür imtihanından geçtiklerini şu örnekle ortaya koymuştur: “Yüce Allah, İsrailoğullarından, biri alacalı, biri âmâ ve biri kel üç kişiyi imtihan etmek ister. Bir melek göndererek onları iyileştirir. Sonra da deve, sığır ve koyun gibi hayvanlardan en çok istediklerini vererek onları zengin eder. Yıllar sonra melek, gariban bir kişi suretine girerek sırayla her birinin ziyaretine gider ve Allah’ın kendilerine verdiği bu mallardan Allah rızası için ister. Alacalı ile kel, bu malları miras yoluyla elde ettiklerini söyleyerek ona bir şey vermezler. Ceza olarak her ikisi de eski hâllerine döner. Âmâ ise ‘Ben bir âmâ idim. Allah bana görme duyumu geri verdi. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini al! Vallahi Allah için aldığın hiçbir şeye engel olmayacağım’ der. Bunun üzerine melek, ‘Malın sende kalsın! Siz sadece imtihan edildiniz ve Allah senden razı oldu, diğer iki kardeşine ise öfkelendi’ şeklinde cevap verir.” (Müslim, Zühd ve Rekaik, 10.)
    Enes Bin Malik (r.a) diyor ki: "Ben Hz. Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Yüce Allah, iki sevgilisi olan gözlerini almak sureti ile kulumu sınadığımda sabrederse, bu ikisi yerine ona cenneti veririm”. (Buhari, Merda, 7.); “Bir Müslüman’ın başına gelen hastalık, dert ve hüznü Allah o kişi için günahlarına kefaret sayar” (İbn Hanbel, Müsned, III, 24.) sözleriyle de sabreden engelli engelsiz herkese günahlardan arınma ve cenneti vadetmektedir.

    Yine Enes bin Mâlik (r.a) anlatıyor; çöl halkından Zâhir adında bir şahıs vardı. Bu zat Allah Resulü’ne her gelişinde çölde yetişen mahsullerden hediyeler takdim ederdi. Döneceği zaman da Peygamber Efendimiz (sav), ihtiyacı olan şeylerle onun heybesini doldurur ve şöyle buyururdu: “Zâhir, bizim çölümüz biz de onun şehriyiz.”

    Efendimiz (sav) onu çok severdi. Görünüm itibariyle fazla güzel biri değildi, yüzünde farklı bir yara/iz/lekeler vardı. Zâhir, bir gün elindekileri satmakla meşgul iken Efendimiz (sav) onu arkasından kucaklayıp, mübarek elleriyle gözlerini kapadı. Zâhir ise: Kimsin sen? Bırak beni, diyerek kurtulmaya çalıştı, ancak gözlerini tutan zatın Resulüllah (sav) olduğunu anlayınca rahatladı ve sırtını Fahr-i Kainat Efendimiz (sav)’in göğsüne iyice yapıştırmaya başladı. Bunun üzerine Resulüllah (sav): “Bu köle satılıktır, almak isteyen var mı?” diye (şakayla) seslendi: Zâhir boynu bükük ve hüzünlü bir eda ile: Yâ Resulellâh! Benim gibi değersiz bir köleye, vallahi kuruş veren olmaz, dedi. Fahr-i Kâinât (sav) ise: “Hayır yâ Zâhir! Sen Allah katında son derece kıymetli ve pahalısın!” buyurdu. (İbn-i Hanbel, III, 161)

    Yüce Rabbim her türlü maddi ve manevi engellerden, imansızlık engelinden tüm insanlığı muhafaza eylesin.

  • HİCRİ YILBAŞI, MUHARREM AYI VE AŞURA

    Her dinin, milletin kutsal saydığı veya diğer zaman dilimlerinden farklı kabul ettiği, kendine özgü belirli gün/gece ya da ayları vardır. Yüce Dinimiz İslam’da da bu tür gün, gece ve aylar mevcuttur.

    Şüphesiz insan için en değerli hususlardan birisi de zamandır. Çünkü her şey zaman içinde var olmakta, gelişmekte ve yine zaman içinde yok olmaktadır. İnsan hayatında önemli bir yere sahip olan ilim, amel, servet ve diğer birçok değer, zaman içinde elde edilebilmektedir. Zamanı gerektiği şekilde değerlendirebilenler hem dünyada hem de ahirette huzuru yakalayacaktır. Sevgili Peygamberimiz (sav) “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar, sağlık ve boş zamandır" (1) buyurmak suretiyle zamanın ve sağlığın önemine dikkat çekmiştir. Şair, zaman gerçeğini ne de güzel dile getirmiş: “Vakitlerle yakutlar satın alınır, fakat yakutlarla vakitler satın alınmaz.” Zamanın kıymeti bilinmeli, israf edilmemeli ve Allah’ın rızası istikametinde tüketilmelidir.

    Zaman kavramı, yaratılmış varlıkların ‘ömür’lerini içinde yaşadıkları bir süreçtir. Soyut bir kavram olan zamanın insanlar tarafından algılanabilmesi, bizzat zaman içinde meydana gelen birtakım olayların esas alınması ile gerçekleşebilmektedir. Bu yolla insan, belli zaman dilimlerini isimlendirme imkânını elde etmiş ‘önce’yi ve ‘sonra’yı , ‘geçmişi’ ve ‘geleceği’ tasavvur edebilmiştir. Böylece düşüncelerini, bilgilerini bir zemine sokabilmiştir. Medeniyetin oluşması ve dünyanın imarı bu sayede gerçekleşmiştir. Şüphesiz bu gelişmenin temeli, Yüce Yaratıcının, kâinata koyduğu ve “Sünnetullah” olarak nitelendirilen sabit kanunlardır; mesela güneşin, dünyanın ve ayın belli hareket düzenidir. Gün, ay ve yıl kavramları bu hareket düzeninin birer sonucudur. Yüce Allah, bu gerçeğe şu ayette işaret etmektedir: “Şüphesiz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin.”(2)

    Muharrem Ayı ve Ayrıcalığı

    Sözlükte “haram kılınan, yasaklanan; kutsal olan, saygı duyulan” anlamlarındaki muharrem, savaşmanın haram kabul edildiği dört aydan birinin adıdır. ‘Haram aylar’(3) içinde Muharrem ayının ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu ayrıcalığı ‘Muharrem’ adından da fark etmek mümkündür. Kısacası ‘haram aylar’ uygulamasının genel adı, anlam itibarı ile bu aya özel bir ad olarak verilmiştir.

    Muharrem Ayını Önemli Kılan Özellikler

    1- Hicri Yılbaşı
    Muharrem ayı, 12 ay ve 355 gün olan kameri yılın ilk ayıdır. Adından da anlaşılacağı üzere, kameri yılda -güneş değil- ayın hareketleri esas alınmaktadır. Hicri tarih, Hz. Muhammed (sav) ‘in Mekke’den Medine’ye göç edişi ile başlar. 
     Hz. Ömer (ra)’in halifeliği devrinde Resûl-i Ekrem (sav)’in Mekke’den Medine’ye hicretinin resmî takvim başlangıcı olarak kabul edilmesiyle muharrem, hicrî yılın ilk ayı olarak belirlenmiştir. Arap hükümdarları yeni yılın ilk gününe saygı gösterir ve tebrikleri kabul etmek üzere törenler düzenlerlerdi. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye döneminde de muharrem ayında devlet erkânı padişahın huzuruna çıkarak yeni yılı tebrik eder ve padişahtan “muharremiyye” denilen hediyeleri alırlar, kendileri de maiyetlerindeki kişilere muharremiyye verirlerdi. Ayrıca şairler tarafından yeni yıla ait manzumeler yazılırdı. Muharrem ayında bilhassa tekke ve camilerde okunan Kerbelâ Vak‘ası’na dair ilahiler “muharremiyye” olarak adlandırılmıştır. Günümüzde Mısır, Tunus, Cezayir, İran ve Fas gibi ülkelerde bu ayda çeşitli kutlama törenleri düzenlenmektedir.

     

    2- Aşura Günü (10 Muharrem)
    Bilindiği üzere Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicret ettiğinde orada Arap halkla birlikte yaşayan Yahudiler de vardı. İşte bu Yahudiler, Hz. Musa (as) ile İsrailoğullarının, Firavunun zulmünden Aşura günü kurtulduğunu söyleyen Yahudileri Hz. Peygamber (sav) yalanlamamış ve hatta bu yönde olumlu bir tavır sergilemiştir. Bunun yanı sıra tüm Semavi dinlerde özel bir yere sahip görünen aşure günü, cahiliye Araplarınca da önemli kabul edilmiştir. Hatta Resul-i Ekrem (sav)’inde Peygamberlik öncesi ve sonrası dönemde bir süre bu günde oruç tuttuğuna dair rivayetlere de rastlanır. Medine döneminde bu orucu Müslümanlara tavsiye ettiği bilinen bir husustur.  

    İbn Abas (r.a)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber, Medine’ye geldiğinde Yahudilerin Aşura günü oruç tuttuklarını gördü. Bu nedir? Diye sordu. Bu hayırlı bir gündür. Bu, Allah’ın israiloğullarını düşmanlarından kurtardığı, bu sebeple de Musa’nın oruç tuttuğu gündür dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): “Ben Musa’ya sizden daha layığım”(4) buyurdu ve hem kendisi bu günde oruç tuttu, hem de başkalarına oruç tutmalarını emretti.(5) Hz. Peygamber (sav), Aşura günü oruç tutmayı teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Aşura gününün orucunun, bir önceki yılın günahlarına kefaret olmasını Allah’tan umarım.” (6) Ancak; Hz. Peygamber (sav)’in bildirdiğine göre yalnızca Aşure günü değil, Muharrem’in 9, 10, 11. günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir.(7)

    Aşura Gününde Meydana Gelen Diğer Tarihi Olaylar

    Aşura günü adı verilen 10 Muharrem gününde meydana geldiği rivayet edilen diğer bazı önemli olayları da kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
    a) Rivayete göre, Hz. Nuh (as)’un gemisi tufandan kurtulup Cudi dağına aşura günü oturmuştur.
    b) Hz. Âdem (as)’in tevbesinin kabul edilmesi,
    c) Hz. İbrahim (as)’in Nemrut’un ateşinden kurtulması,
    d) Hz. Yakub (as)’in oğlu Yusuf’a kavuşması
    e) Hz. Musa (as) ve İsrailoğullarının Firavun’un zulmünden kurtulmaları.

    10 Muharrem Aşura’nin İslam tarihinde siyasi bir yönü de vardır. Sevgili Peygamberimiz (sav)’in “Dünyanın iki çiçeği, ahirette de cennet çocuklarının efendileri”(8) diye övdüğü ve haklarında “Allah’ım, ben onları seviyorum, sen de sev”(9) diye dua ettiği ve adını bizzat kendisinin koyduğu, Efendimiz (sav)’in torunu Hz. Hüseyin’in ve ailesinin siyasi ihtiraslar uğruna Kerbela’da acımasızca şehid edildiği günü de hatırlatır bize 10 muharrem aşura.  

    Bu menfur olay, Hz. Peygamberimiz (sav)’i ve onun ehli beytini seven bütün müminleri yaralamış, kalplerini incitmiştir.
    Dinimizin Aziz Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in mübarek sözüyle yazımızı noktalayalım: “Ramazan ayı dışındaki oruçların en üstünü, Allah’ın ayı olan Muharrem’de tutulan oruçlardır. Farzlardan sonra namazların en üstün derecelisi ise geceleyin kılınan  (teheccüt) namazlardır.”(10) 

    1 Muharrem 1443 (9 Ağustos 2021 Pazartesi) yeni hicri yılınızı tebrik eder, bir önceki yıldan daha hayırlı olmasını, ömrünüzün sağlıklı, bereketli ve Yüce Rabbimizin sizden memnun ve razı olmasını ayrıca milletimizin ve Bilad-i İslam’ın birlik, dirlik ve beraberlik içerisinde yekvücut olmasını, hertürlü  maddi ve manevi bela ve musibetlerden kurtulmasını Huda-i Baki’den niyaz ederim. 

     

    1 Muharrem 1443
    Abdulgafur LEVENT 
    Bağlar/DİYARBAKIR 
    “Hayat Boyu İlim/Hikmet Öğreniniz”

     


    Kaynakça
    1- Buharı.
    2- Tevbe 9/36.
    3- İslâmî literatürde savaşın haram kabul edildiği dört kutsal ay, (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb).
    4-  Buhari, Savm 69, Enbiya 22.
    5- Buhari. 
    6- Tirmizi. 
    7- Müslim. 
    8- Buhari Menakib 22.
    9- Tirmizi, Menakib 31. 
    10- Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn Mace,

  • RAMAZANI UĞURLAYIP BAYRAMI KARŞILARKEN

    Bayramlar dini ve milli duyguların pekişmesi, diri tutulması yanında, toplumun birlik ve beraberliğini sağlamada büyük önem arzetmektedir. 

    Dini bayramlarımızın, mü'minler arasında kaynaşmanın, yardımlaşmanın, dostlukların gelişmesine katkısı olduğu gibi, dini duyguların, dini şuurun tazelenmesine de bir vesiledir. 

    Yüce Allah Ala Suresi 14. Ayette: “Doğrusu felah buldu/kurtuluşa erdi (günahlarından) temizlenip arınan” buyurmaktadır. Rabbimizin emri mucibince tutmuş olduğumuz oruçlarla, eda ettiğimiz teravih namazları, Zekât, infak ve  Kur’an mukabeleleriyle bir Ramazan-ı Şerif’i daha geride bırakıyoruz. Bu rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluş  ayında malum korona nedeniyle daha çok evlerde olmamız münasebetiyle ziyade okumalar yaparak, tefekkür ve tezekkür ederek nefis muhasebesi yapma imkânı bulduk, oruç tutarak irademizi sağlamlaştırdık, kulluğumuzu tecdit ettik, muhtaçları güç nispetinde gözetmeye çalıştık. İslam kardeşliğini bir nebze olsun umarım tattık/tadabildik elhamdülillah. İçimizdeki ibadet aşkı, insan sevgisi ve yardıma muhtaç olana el uzatma isteği her zamankinden daha coşkulu bir şekilde davranışlarımıza yansıdı. Şimdi de aynı his ve heyecanla inşallah Ramazan Bayramını idrak etmiş olacağız.

    İslâm dininde Ramazan ve Kurban olmak üzere iki bayram vardır. Her iki bayram da hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Medine’ye hicretten sonra, Medine sakinlerinin İran menşeli Nevruz ve Mihricân bayramlarını kutladıklarını gören Hz. Peygamberimiz (sav), “Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, Kurban ve Ramazan bayramlarıyla değiştirmiştir” buyurdu.(Ebu Davud, Salât, 245) Söz konusu hadis-i şerif mucibince, İran menşeli bu iki bayramın kutlanmasını yasaklamıştır. “Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır.” (Buhari, İdeyn, 3) mealindeki hadis-i şerife dayanarak Ramazan ve Kurban bayramlarının, bayram namazının kılınmasıyla başladığını söylemek mümkündür. 

    Bayramlara önceden hazırlanılması, bu günlerde temiz ve güzel elbiselerin giyilmesi, gusledilmesi, dişlerin misvaklanması/fırçalanması, güzel kokular sürülmesi, güler yüzlü olunması, namaza mümkünse yürüyerek gidilmesi ve dönüşte başka bir yolun kullanılması, çokça sadaka dağıtılması/ihtiyaç sahiplerinin sevindirilmesi, fitrenin namazdan önce verilmesi, namaza giderken ve bayram günlerinde tekbir getirilmesi menduptur. Efendimiz (sav), "Bayram günlerini tekbir getirerek süsleyiniz" buyurmuştur. (Taberani)

    İbadetlerde devamlılık esastır. Bayram bitmenin değil yeni bir hevesle yeniden başlamanın vaktidir. Ramazan-i şerif, ibadeti ahlak haline getirip bir daha bırakmama bilincinin kazanılması gereken bir aydır. Yoksa ibadeti belli bir aya sıkıştırma ayı değildir. Ayet-i Celile’de Yüce Allah: “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et” (Hicr, Ayet 99) buyurmaktadır. Ayet bize ibadette devamlılığı esas almamızı hatırlatmaktadır.

    Bayram vesilesiyle; dargın olanlar barışmalı ve insanlar birbirlerini affetmelidir. Akrabalar, komşular, yetimler gözetilmeli, ihtiyacı olanların ihtiyaçları karşılanmalı, fakirler, yoksullar ihmal edilmemeli, ihtiyaçları giderilmelidir. Mazlumların, mustazafların yanında yer alınmalı ve desteklenmeliler. Anneler-babalar, kardeşler, komşular, akrabalar, hastalar asla ihmal edilmemeli ve özellikle çocuklar çeşitli ikram ve hediyelerle sevindirilmelidir. 

    ŞEVVAL AYINDA ALTI GÜN ORUC
    Hz. Peygamber Efendimiz (sav): “Kim Ramazan orucunu tutar ve ona Şevval ayından da altı gün ilave ederse sanki bir yıl boyunca oruç tutmuş gibidir” buyurmuştur. (Müslim, Siyam, 204)  

    Kibir/riya ve gösterişten uzak olması nedeniyle ihlasa en yakın, nefsi terbiye edici ve sağlığa yardımcı ibadet, oruç ibadetidir. Özellikle Ramazan’ın bitiminde, sıkı bir ibadetten sonra bir gevşeme hissedilir ve yaşanabilir. Tam da bu gevşeme olabilecekken, Şevval ayında altı gün oruç tutulması, irade terbiyesi bakımından önemli bir husustur.
    Şevval ayında tutulacak altı günlük oruca, Ramazan bayramının ikinci günü başlanabileceği ve peş peşe tutulabileceği gibi, gün aşırı veya Pazartesi, Perşembe günleri/haftada iki gün olarak da tutulabilir. Önemli olan altı günü Şevval ayı içerisinde oruç tutmaktır. 

    Bayramla birlikte tam faaliyet imkanına kavuşan/özgürleşen şeytan, nefis vb. ifsat edicilerin, insanlar üzerindeki menfi/olumsuz etkilerinin izalesi veya azaltılması için, Şevval ayında tutulacak altı gün oruçla da bir ders verilmiş olup bütün yıl oruçla geçirilmiş olur.  

    Rabbim cümlemizi sağlık ve sıhhat içerisinde bayrama ulaştırıp; bir sonraki Ramazana sevdiklerimizle birlikte kavuştursun… Bu duygu ve düşüncelerle Ramazan Bayramınızı tebrik eder, ülkemizin, milletimizin ve İslam âleminin birlik ve dirliğine, her türlü fitne, fesat, fücur, bölücülük ve terör belasından hıfz-u emanına vesile olmasını, (maalesef) acılar, tefrikalar içinde kıvranan İslam dünyasına merhamet, adalet ve barış; insanlık âlemine ise hidayet getirmesini, korona nedeniyle hastanelerde/yoğun bakımlarda yatan hastalarımız ve tüm hastaların şifayab olmasını ve ölenlere rahmet etmesini Yüce Allah’tan niyaz ederim. 

    Aziz Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ve Hz. Davud (as)’in yaptığı bir dua ile yazımızı bitirelim: “Allah'ım! Bana kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini ve beni Senin sevgine yaklaştıracakların sevgisini ihsan eyle! Allah'ım kendi sevgini bana canımdan, ehlimden ve susuzluktan yananların, soğuk suya kavuşmasını istemelerinden daha sevgili kıl” (Gazali, Kimyayı Saadet, s. 594; Tirmizi).
    Selâm ve dua ile efendim.

  • MESCİD-İ AKSA'NIN/KUDÜS'ÜN MÜSLÜMANLAR İÇİN ÖNEMİ

     

    Kudüs, Mescid-i Aksa Müslümanların ilk kıblesi, yeryüzünde inşa edilen ikinci mescid, miraç mucizesinin yaşandığı yer, çevresinin bereketli kılındığı Kerim Kitabımızda İsra suresinde ayetle sabit, Müslümanlar için Mekke ve Medine'den sonra en kutsal üçünçü mekan ve birçok Peygambere ev sahipliği yapmış mübarek, mukaddes ve harem bir beldedir.

    Kudüs'ün taşında, toprağında nice Peygamberin aziz hatıraları vardır. Bu mukaddes belde dokunulmazdır; saygınlığını çiğnemek, güvenliğine el uzatmak haramdır. Kudüs, sıradan bir toprak parçası değildir. Kudüs, halihazırda içinde bulunmuş olduğu bu işgalden ötürü Müslümanların önünde bir imtihan, bir iman, bir vicdan ve bir ümmet olabilme sınavıdır. Umarım bu sınavda başarılı oluruz. Bu sınavı kaybedersek, sonrasında birçok sınavı (Allah korusun) kaybedeceğimiz anlamına gelecektir. Allah başarılı olmamızı müyesser kılsın.

    Siyonist, terör devleti israil'in öncelikli hedefi Mescid-i Aksa'yı ikiye bölmek ve yarısını sinagog olarak kullanmaktır. İkinci hedefi ise Mescid-i Aksa'yı ortadan kaldırıp yerine yahudi mabedini inşa etmektir. Mescid-i Aksa'nın altındaki kazı çalışmalarının nedeni de halihazırdaki mescidi yıkmak içindir.

    Kudüs'ü, Mescid-i Aksa'yı kurtarmak ve korumak bütün Müslümanların görevidir, çünkü;

    1. Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın bulunduğu topraklar, İslam'ın kutsal topraklarıdır.

    2. Bahse konu topraklar, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav )'in İsra ve Mirac mucizesinin gerçekleştiği mübarek topraklardır.

    3. Filistin toprakları Peygamberler diyarıdır.

    4. Mescid-i Aksa, ibadet kastıyla ziyaret edilebilecek üç kutsal mekândan birisidir.

    5. Filistin toprakları Hz. Ömer (ra)'in kıyamete kadar gelecek olan bütün Müslüman nesillere bir emanetidir. 

    6. Kudüs/Mescid-i Aksa davası, sadece bir avuç toprak davası değildir. Bu dava İslam'ın izzet ve onur davası, inanç ve akide davasıdır.

    Bu sorumluluk ertelenebilecek bir sorumluluk değildir. İslâm  ümmetinin bağrına saplanan bu siyonist işgal sökülüp atılıncaya ve Kudüs/Mescid-i Aksa kurtuluncaya kadar bu mücahede devam etmelidir. Ve bilinmelidir ki, işgal altında bulunan her İslâm toprağının kurtarılması için verilecek mücadele kutsaldır, mübarektir, mücahededir.

    Allah'ım! Rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluş ayı Ramazan-ı Şerifi uğurlarken müslümanların kalplerini dinin üzere sabit kıl ve Mescid-i Aksa'yla bağımızı hiçbir zaman koparma ve birbirimize olan güvenimizi, sevgimizi, inancımızı daim eyle, 

    Allah'ım! Bize basiret, feraset, hikmet nasip eyle, bizi haksızlığa, hukuksuzluğa ve vicdansızsığa karşı suskun kalanlardan eyleme,

    Allah'ım! Mescid-i Aksa'yı işgale, yıkmaya yeltenenlere fırsat verme, Müslüman kardeşlerimizin içinde bulundukları zor durumdan bir an evvel kurtulmaları için yardım eyle, bizlere yeniden aziz bir ümmet olabilmeyi nasip eyle. Amin!

  • KADİR GECESİ KUR’AN GECESİ

    Ne büyük bir nimet, ne büyük bir lütuf, ne güzel bir fırsat ve ne büyük bir rahmet yeniden Kadir gecesine kavuşabilmek. Rahmetin tecellisi olan, Meleklerin ve Cebrail (a.s)’in Yüce Rabbimizin inayetiyle dünya semasına indiği ve tan yerinin ağarmasına kadar bir esenlik ve bin aydan/bir ömürden daha hayırlı bir mağfiret gecesine mülaki olabilmek ne büyük bir ikram. Biz kullarına nimetlerini bahşeden, sayısız ikram ve ihsanlarla bizi in’am eden, bağışlanmamız için bizlere fırsatlar yaratan ve bizlere böylesi mübarek gün ve geceleri, zaman ve mekânları lütfeden Yüce Rabbimize sonsuz şükrediyor, sonsuz hamd-ü senalar ediyoruz.       

    Kadir (kadr) kelimesi lügatte hüküm, şeref, güç, yücelik gibi anlamlara gelir. Dini literatürde, “Leylet’ül-Kadr” şeklinde Kur’an-ı Kerim’in indirildiği gecenin adı olarak kullanılır. Kur’an-ı Kerim’in 97’inci suresi bu gecenin fazileti hakkında nazil olmuştur. Mezkûr sure-i celilede Yüce Allah: “Şüphesiz, biz onu (Kur’an-ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin! Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.” buyurmuştur. (Kadir Suresi, 97/1-5)

    Ramazan mektebinin öğrencileri sıfatıyla, gönüllerimize serpilen ferahlığın doruğa çıkmaya başladığı bu feyizli, bereketli, bin aydan/bir ömürden daha hayırlı geceye mülaki olacağımız için Allah’a hamd-ü sena, Efendimiz (sav)’e ve bütün Peygamberlere selat ve selam ediyoruz. Bu gecenin önemine binaen hakkında Kerim kitabımız Kur’an’da müstakil bir sure-i celile indirilmiştir. Al-i Şan Peygamberimiz (sav) bu gecenin faziletiyle ilgili, “Kim, faziletine inanarak ve ecrini umarak Kadir gecesini ihya ederse geçmiş günahları mağfiret olunur.” buyurmuştur. (Buhari, Teravih, 2; Müslim, Salat, 25)

    Kadir gecesinin zamanı ile ilgili hadis-i şeriflerden birini zikretmekle iktifa edeceğim şöyle ki; Efendimiz (sav): “Kadir gecesini Ramazanın son on günündeki tek gecelerde arayın.” buyurmuştur. (Riyazü’s-salihin, Hadis 1195) Ramazanın son on gününde, sayıları tek olan gecelerin içinde ve bu tek sayılı gecelerden de 27’inci gecesi olduğu rivayeti tercih edilmiş ve asırlardan beri müminlerce kutlana gelmiştir. Peygamberimiz (sav) bu zaman diliminde, Ramazanın son on gününde başka hiçbir zaman olmadığı kadar ibadet etmesi ve dünyevi işlerden uzaklaşıp mescitte itikâfa çekilmesi de Kadir gecesine tevafuk edebilmek ve onu ibadetle geçirebilmek ve ümmetine örnek olmasındandır. 

    Kadir gecesini önemli kılan en temel faktör, yazımızın da başlığını teşkil eden “Kadir gecesi Kur’an gecesi” yani Kerim kitabımız Kur’an’ın kendisinde indirilmeye başlanmasıdır. Nitekim Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı gecenin, mübarek olduğunu şöyle bildirmektedir: “Ha Mim. Apaçık olan Kitab’a yemin olsun ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız.” (Duhan Suresi, 44/1-3) Ayetten anlayacağımız veçhiyle, Kadir gecesi mübarek bir gecedir çünkü içinde kıymeti çok büyük olan, insanlığı yanlıştan doğruya/batıldan hakka ulaştıran, karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet kaynağı, dünya ve ahiret huzurunu sağlayan ilahi bir mesaj indirilmiştir.     

    Hâsılı Kadir gecesinin ibadetle değerlendirilmesi büyük bir kazanımdır. Çünkü bu gecede yapılan ibadet bir ömre bedeldir. Bu gecede yapılacak olan; Kur’an okumak, namaz kılmak, dua etmek, günahlardan tevbe ve istiğfar etmek, korona virüsten ötürü kapanmanın olduğu bu günlerde yakınlarımızı, akraba, komşu, arkadaş ve dostların hal hatırını sorup varsa ihtiyaçları güç nispetinde izale edebilmeye gayret göstermek gerekir. Kadir gecesi sadece bize ait bir gece olmamalıdır, bizde olanları olmayanlara ulaştırmalıyız. Tefekkür etmeliyiz, özellikle milletimiz, memleketimiz ve bilad-i İslam için, Müslümanların birlik, dirlik ve beraberliği için dua etmemiz elzem bir vecibedir.

    Hz. Aişe (r.a) annemiz Peygamberimiz (sav)’den sordu: “Ey Allah’ın Resulü, Kadir gecesine tevafuk edersem nasıl dua edeyim?” Efendimiz (sav): “Allah’ım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni affeyle.” diye dua et buyurdu. (Tirmizi, Davet, 84; İbn-i Mace, Dua, 5)

    Ayet-i celile ve hadis-i şerifler muvacehesinde diyebiliriz ki;

    1. Kadir gecesi, kerim kitabımız, Kur’an-ı Kerim’in (tabiri caizse) doğum gecesidir,

    2. Kadir gecesi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sav)’in peygamberlik vazifesinin başladığı gecedir,

    3. Kadir gecesi, bir ömürden daha kıymetli bir gecedir,

    4. Kadir gecesi, Kur’an ve insan buluşmasının ilk yaşandığı gecedir,

    5. Kadir gecesi, Cebrail (a.s.) ve meleklerin Allah’ın izniyle her türlü iş için indiği gecedir,

    6. Kadir gecesi, fecrin doğuşuna/tan yeri ağarıncaya kadar selamettir/esenliktir.   

    Yüce Allah içinde bulunduğumuz Ramazan ayını, idrak edeceğimiz Kadir gecesini ve nihayetinde affedilmiş olarak kavuşmayı umut ettiğimiz Ramazan Bayramını milletimize, İslam âlemine hayırlı kılsın. Bir ayet-i kerime ile yazımızı hitama erdirelim: “İnkârcılar dediler ki: “Bu Kur’an’a kulak vermeyin/dinlemeyin, okunurken gürültü çıkarın, belki bastırırsınız/üstün gelirsiniz.” (Fussilet Suresi, ayet 26) Efendimiz (sav)’in örnekliğinde, Kerim kitabımız Kur’an’a kulak vermemiz/hayatımıza tatbik etmemiz temennisiyle Hüda-i Bakiye emanet olunuz efendim.

                                                              

  • KUR’AN VE SÜNNETE GÖRE BELA VE MUSİBET KAVRAMI

    Allahinsanı en mükemmel bir şekilde yaratmış, onu sayısız nimetlerle donatmış ve ona yeryüzünü imar etmesi için sorumluk yüklemiştir. Yüce Yaratıcı, akıl ve irade sahibi olan insana tarihin her dönemindePeygamberler göndermek suretiyle,görev ve sorumluluklarınıbildirmiştir. İnsanın, yaratılışının gayesi doğrultusunda hayatını idame ettirmesi, kulluk vecibelerini yerine getirmesi gerektiği, aksi halde sorumluluğunu yerine getirmediğinde, dünyada çeşitli bela ve musibetlere uğrayacağı,ayrıca ahirette decezalandırılacağı kendisine hatırlatılmıştır.İnsanın yaşamı boyunca sıkıntı çekmesi, refah içerisinde yaşaması, dert, ıstırap, hastalık, şifa, nimet, azap vb.şekilde hayatının inişli çıkışlı olması onun imtihanıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “…Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz…”(1)buyurulmaktadır.Bela ve musibetlerin sadece kulluk vecibelerinin yerine getirilmediği, isyan ve ifsada karşılık isabet ettiği, bir tecziye olduğu düşünülmemeli; aynı zamanda mümin kulun derecesinin yükselmesine, günahlarının bağışlanmasına,kâfir/münkir kulun da iman etmesi için bir ibtilâ ve imtihan vesilesiolabilmektedir.

    Bela ve musibet kavramlarının ne anlam ifade ettiklerini, Kur’an-ı Kerîm ve Hadis-i Şerif’lerde hangi anlamlarda kullanıldıklarınıöncelikle açıklayalım:

    Bela:Allah’ın insanları denemek için verdiği maddî ve manevi sıkıntı, dert, külfet şeklinde izah edilebilir. Kur’an-ı Kerîm’de; “eskimek, denemek, sınamak, gam, musibet, darlık ve sıkıntı” manalarında kullanılmıştır. Firavun’unİsrâiloğulları’na yapmış olduğu korkunç işkenceler “belaun azîm/büyük belâ” olarak zikredilmiştir. Nitekim bir ayette, “Hani, sizi azabın en kötüsüne uğratan, kadınlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştık. Bunda, size Rabbinizden (gelen) büyük bir imtihan(büyük bir bela) vardı”.(2)Ayrıca “belaunmübin/açık belâ”(3),Hz. İbrâhim (as)’in oğlu İsmail’i kurban etmeye teşebbüsüne de “açık belâ” deneme olarak vasıflandırılmıştır.(4)Allah’ın kendisini denediği kulun bu denemeden başarı ve yüz akı ile çıkması da “belaunhasen/güzel belâ” olarak tarif edilmiştir. Bu manada Bedir Savaşı ve sonucunda kazanılan zafer, “güzel bir belâ”(5)yani başarıyla verilmiş bir imtihan olarak nitelendirilmiştir.(6)

    Allah’ın korku ve kıtlık vermesi, mal, can ve mahsulleri eksiltmesi de birer belâ, deneme/imtihandır. Nitekim ayette, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele”(7) buyurulmuştur.Kerim Kitabımız Kur’an’a göre dünya, kimin daha güzel iş yaptığının anlaşılacağı bir imtihan yeri olup ölüm ve hayat bunun için yaratılmıştır. Bu bağlamda bir ayet-i celilede, “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır”(8) buyurulmuştur.Başta Peygamberler olmak üzere Allah herkesi bir belâ ile denemektedir. En şiddetli belâlara uğrayanlar önce Peygamberler, sonra da onlara en çok benzeyenlerdir. Nitekim Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela Peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer dine bağlılığı varsa, belası daha da artar. Fakat dinini gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır. Kişiye belalar gelir gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz”(9) buyurmuştur.İnsanın dert ve musibetlerle karşılaşması kaçınılmazdır. Çünkü kişinin gerçek şahsiyeti ibtilâ/denenme halinde ortaya çıkar. Deri için tabaklanma ne ise insan için ibtilâ/denenme de odur; altın ateşte, insan mihnette/sıkıntıda belli olur. Büyük belâlara ancak büyük insanlar dayanabilir. Bir hadis-i şerife göre kazanılacak olan sevabın büyüklüğü katlanılan belânın ağırlığı nispetinde olur. Bu yüzden Allah sevdiklerine belâ verir. Buna razı olan Allah’ın rızasını kazanır; isyan eden ise Allah’ın gazabına uğrar.(10)

    Belâya uğrama aynı zamanda günahtan arınmaya ve manen yükselmeye de vesile olur. Öyle günahlar vardır ki ancak belâya sabretmek suretiyle silinir. Hz. Aişe (ra), Hz. Peygamberimiz (sav)’den daha şiddetli ağrılara maruz kalan birini görmediğini söylemiştir.(11) Hastalığa müptela olan müminin günahları affedilir.(12)

    Musibet:Sözlükte “ansızın bastıran yağmur” anlamındaki savb kökünden türeyen ve “bir şeyin hedefine ulaşması, birinin payına düşmesi” manasına gelen isabetmastarından isim olan musibet, “insanın genellikle kendi iradesi dışında ve beklemediği şekilde karşılaştığı durum” demektir. Daha çok hastalık, kıtlık, zarar ziyan, yangın, deprem gibi afetler, sevilen birinin ölümü vb. ağır sıkıntı veren şeyler için kullanılır.(13)

    Musibet kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de on ayette geçmektedir. Ayrıca altmış dört yerde; ölüm, fitne, kötülük, belâ, yaşlılık, azap, aşırı susuzluk, yorgunluk ve açlık gibi olumsuzlukların başa gelmesini ve iyilik, ilâhî lütuf, rahmet gibi olumlu durumlarla karşılaşmayı ifade etmek üzere musibetle aynı kökten gelen fiiller kullanılmıştır.(14)

    Bazı ayetlerde musibetin bir kitapta yazılı olduğu, “De ki: “Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü’minler, yalnız Allah’a güvensinler”(15) , “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (levh-i mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır”(16), musibetlerin Allah’ın izniyle gerçekleştiği, “Başa gelen hiçbir musibet Allah'ın izni olmaksızın olamaz…”(17)bildirilirken, bazı ayetlerde musibetler insanın kendi fiillerinin bir sonucu olarak gösterilmektedir, “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder”.(18) İyilik ve kötülük olarak insanların başına gelenlerin hepsinin Allah’tan olduğu, “Onlara bir iyilik gelirse, “Bu, Allah’tandır” derler. Onlara bir kötülük gelirse, “Bu, senin yüzündendir” derler. (Ey Muhammed!) De ki: “Hepsi Allah’tandır”(19), diğer bir ayette ise, “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir”(20) buyurulmuştur. Ayetlerde zikredilen bu farklı ifadeler müfessirler tarafından özetle şu şekilde izah edilmiştir: Kader kavramı çerçevesinde bela ve musibetler, genel yaratma fiili açısından Allah’a aittir. İrade ve ihtiyar, esbaba tevessül, kesb/kazanma ve hak ediş gibi beşerî etkenler açısından kula aittir.(21)

    Musibet kelimesi ve aynı kökten türeyen çeşitli fiil ve isimler hadislerde de sıkça zikredilmektedir. Hadis mecmualarında musibetten dolayı üzüntü duymanın, gözyaşı dökmenin günah olmadığını; feryat ve figan etmek, dövünmek, üstünü başını yırtmak, sürekli halinden şikâyet etmek gibi taşkınlıklardan sakınmak gerektiğini bildiren ve metanetli olmayı öğütleyen hadislerin yer aldığı bölümler bulunmaktadır.

    Peygamber Efendimiz (sav)’in oğlu İbrahim’in vefatı sırasında ağlamasına taaccüp eden bazı sahâbîlere, “Bu bir şefkattir; kalp üzülür, göz yaş döker; ancak bizim ağzımızdan Rabbimizin razı olmayacağı hiçbir söz çıkmaz”(22) buyurması, musibetler karşısında üzülüp ağlamanın sakıncasının bulunmadığına delil olarak gösterilir. Allah’ın sevdiği kullarını zaman zaman musibetlerle imtihan edeceği(23) belirtilmekte ve musibetlere sabredip çekilen acılar karşısında Allah’tan ecir beklemenin faziletine işaret edilmektedir.(24)Yorgunluk, hastalık, tasa ve kederden ayağına diken batmasına kadar Müslümanın başına gelen her türlü musibetin günahlara kefaret olacağı müjdesi verilmektedir.(25)Hadislerde ayrıca musibete uğrayanların teselli edilmesi, acılarının paylaşılması ve yakınlarını kaybedenlere taziyede bulunulması tavsiye edilmektedir.(26)

    Bela vemusibetler ferde yönelik olduğu gibi topluma yönelik de olabilmektedir. Bu bağlamda bela ve musibetlerin fert ve topluma geliş nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

    A- İnsanın bizatihi kendisinin sebep oluşu nedeniyle bela ve musibetlerin geliş nedenleri:

    1. İnsanların işlediği günahları, hataları veya yapması gereken görevleri yapmamaları nedeniyle bela ve musibetler isabet edebilmektedir. Bu bağlamda Yüce Allah, “İnsanlara bir nimet tattırdığımızda buna sevinirler; fakat kendi elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir belâ gelse hemen ümitsizliğe düşerler”(27) buyurmaktadır. Diğer bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Kendi işledikleri yüzünden başlarına bir musibet geldiği, sonra da “Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka bir şey istememiştik” diye Allah’a yemin ederek sana geldikleri zaman hâlleri nasıl olur?”(28)

    2. İnsanların kendi aralarında birbirlerine yaptığı zulüm ve haksızlıklar nedeniyle,bela ve musibetlerin gelişi. Bu tür haksızlıklar Kur’an-ı Kerîm’de “Zulüm” kavramıyla ifade edilmektedir. Ayet-iceliledeYüce Allah, “Nihayet kazandıkları şeylerin kötülükleri onlara isabet etmişti. Onlardan zulmedenler var ya, kazandıkları şeylerin kötülükleri onlara isabet edecektir. Onlar Allah’ı âciz bırakacak değillerdir”(29) buyurmaktadır. Başka bir ayette, “İşte (halkı) zulmettikleri zaman helak ettiğimiz memleketler! Biz, bunların helakleri için de bir zaman tayin ettik/belirledik”(30)buyurulmuştur. 

    B- Allah’ın iradesi açısından bela ve musibetlerin geliş nedenleri

    1.Hatırlatma: Allah’a kulluğun unutulmasının hatırlanması bakımından, Yüce Allah, kuluna bela ve musibet verebilmektedir. Bu durum hem mümini hem de kâfiri ihata eder. Şöyle ki, imanı günahlarla kirlenmiş müminlerin günahlarının temizlenmesine,kâfirlerin ise inkârlarının imana dönüşmesinebela ve musibetler vesile olabilmektedir. Bu durumla ilgili Kur’an’ı Kerîm’de:“(Ahiretteki) en büyük azaptan ayrı olarak, daha yakınazaptan (dünya azabından)da onlara mutlaka tattıracağız; ta ki (inkârlarından imana) dönsünler”(31)buyurulmaktadır.

    2. Allah’ın sevmesi: Yukarıda zikredildiği veçhiyle, insanların en çok musibete uğrayanları öncelikle Peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelirler. Kazanılacak olan sevabın büyüklüğü katlanılan belânın ağırlığı nispetinde olur. Bu yüzden Allah sevdiklerine belâ/musibet verir.

    3. Azap etme/intikam alma: Bu bağlamda Kur’an-ı Kerîm’de geçmiş ümmetlerin kıssaları anlatılırken birçok kavmin helâk oluşunu öğrenmekteyiz. Nitekim Kerim Kitabımız Kur’an’da “Onlara kendilerinden öncekilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin; İbrahim’in kavminin; Medyen halkının ve yerle bir olan şehirlerin haberleri ulaşmadı mı? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. (Ama inanmadılar, Allah da onları cezalandırdı.) Demek ki Allah onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı”(32) buyurulmaktadır.Diğer bir ayette de, “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor”(33) buyurulmaktadır.

    4.Mü’min ve münafıkların tefrik edilmesi:Bu bağlamda Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracaktır, yalancıları da ortaya çıkaracaktır.”(34)Ayet,doğrularla yalancıların, yani gerçekten müslüman olanlarla sözde Müslümanların imtihan edilerek ortaya çıkacağını, Allah katındaki değerlerinin de imtihandaki başarı derecelerine göre belli olacağını ifade etmektedir.

    5. İmtihan etme ve seçme:İnsan, sadece iman etmekle imtihanını tamamlamış olamaz, çeşitli bela ve musibetlerle sınanır. Bu bağlamda Yüce Allah, “İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?”(35), “Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır”(36) buyurmaktadır.

    Habbab b. Eret (ra) anlatıyor:İslam’ın ilk günlerinde Resulüllah (sav)Kâbe’nin gölgesinde hırkasına yaslanmış yatıyordu. (o sırada müşriklerin zulmü dayanılmaz hale gelmişti) Kendisine halimizden şikâyet ettik ve:“Bizim için (müşriklere karşı) Allah’tan yardım dilemez misiniz, bizim (bu işkenceden kurtulmamız) için Allah’a dua etmez misiniz?” dedik. Bunun üzerine Allah’ınResulü (sav): “(Sabrediniz!) Sizden öncekilerden mümin bir kimse yakalanır, kendisi için bir çukur kazılarak oraya konulur, sonra testere ile başından aşağı ikiye ayrılır ve demir taraklarla etleri ve kemikleri taranırdı da bu iş onu dininden çevirmezdi. Allah’a yemin ederim ki, Allah bu işi (İslam dinini) kemale erdirecektir...”(37) buyurdu.

    Bela ve musibetler karşısında öncelikli görevlerimiz:

    Bela ve musibetler çok çeşitli şekillerde tezahür ettiğinden dolayı öncesinde, isabet anında ve sonrasında hem ferdin hem sivil toplum kuruluşlarının hem de devletin yapması gereken görev ve sorumluluklar vardır. Doğal afet, deprem, korona vb. toplumsal afet ve musibetlerin öncesinde, isabet anında ve sonrasında öncelikli görevin devletin olduğu, ayrıca vatandaşa düşen görevin ve kendilerine tevdi edilmiş/edilecek olan görevlerin yerine getirilmesi hususu da önem arz etmektedir. Birey, aile, toplum, sivil kuruluşlar ve devlet her biri ayrı ayrı yapmaları gereken öncelikli görevlerini yerine getirmeleri hususunda azami gayret göstermek durumundadır.Burada bu durumu izah edecek değiliz ancak; Müslümanın, mümin bir kulun bela ve musibetler karşısında öncelikli görevi ve tavrı nasıl olmalıdır?

    1. Müslüman, bela ve musibetler karşısında sabırlı olacak, taşkınlık göstermeyecek, isyan etmeyecektir. Enes b. Mâlik (ra)’dan rivayet edildiğine göre, Efendimiz (sav) çocuğunun mezarı başında (bağıra-çağıra) ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona: “Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu. Kadın: “Çek git başımdan; zira benim başıma gelen felâket, senin başına gelmemiştir.”, dedi. Kadın, Hz. Peygamberimiz (sav)’i tanıyamamıştı. Kendisine, onun Allah’ın Resulü (sav) olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamberimiz (sav)’in yanına gitti, orada (Özür beyan etmek üzere Hz. Peygamberimiz (sav)’e): “Sizi tanıyamadım.”, dedi. Efendimiz (sav) de: “Sabır dediğin, felâketle karşılaştığın ilk anda dayanmaktır”(38) buyurdu. Belâ ve musibetler karşısındaki diğer bir teselli yolu da, Cenâb-ı Hakk’ın sabreden kullarına vadettiği mükâfatlardır. Bir sıfatı da “es-Sabûr/çok sabırlı” olan Cenâb-ı Hak, sabreden kullarını sevdiğini(39), onlarla beraber olduğunu(40) bildirerek, kendilerine hesapsız ecir verileceğini(41)vaad etmektedir.

    2. Bela, musibet, doğal afet, deprem vb. felaketler gelmeden, öncesinde alınması gereken tedbirleri mümkünse almak, felaketin isabeti akabinde, izalesi ve giderilmesi için esbaba tevessül etmek ve gerekli çalışmaları yapmak.

    3. Dua ve istiğfar etmek. Felaketlerin izalesi için Yüce Allah’a dua, tevbe ve istiğfar edilmelidir. Nitekim Yüce Rabbimiz, “(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!”(42)buyurmuştur. Diğer bir ayette Yüce Allah, “…istiğfar/bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir”(43)buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (sav) insanın başına gelebilecek bela ve musibetlerden Allah’a sığınmış ve“Allah’ım! Nimetlerinin yok olmasından, sağlığımın bozulmasından, ansızın gelecek cezandan ve öfkene sebep olan her şeyden sana sığınırım”(44)şeklinde dua etmiştir.

    4.Bela ve musibete uğrayanlara yardımcı olmak ve onları teselli etmek. Peygamberimiz (sav) “Başına bir felaket geleni taziye/teselli eden kimse, o sıkıntıya sabreden kadar sevap kazanır”(45) buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte ise: “Kim bir belaya/musibete uğrayanı görünce: “Seni imtihan ettiği şeyde bana afiyet veren ve birçok yarattığından beni üstün kılan Allah'a hamdolsun! (şeklinde dua etsin) Bu bela ona isabet etmez”(46)buyurmuştur.

    Sonuç:

    Müslüman, bela ve musibetler karşısında tavrını asla isyana dönüştürmemeli, zorluk ve sıkıntılara mukabil metanetli tavrını korumalıdır.  Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus; Müslümanın bela ve musibetlerden hem dünya hem de ahirete yönelik dersler çıkarabilmesidir. Şayet yaşanan felaketlerde, insanların ihmalleri, tedbirsizlikleri veya dikkatsizlikleri varsa, benzerlerine tekraren maruz kalmamak için gereken tedbirler alınmalı, yapılması gereken denetimler aksatılmadan yerine getirilmeli, kasıt ve ihmal söz konusu olduğunda, ceza-i müeyyideler uygulanmalı ki aynı acılar yeniden bir daha yaşanmasın. Alınan bütün tedbirlere rağmen bela ve musibetlerin isabetinin, ilahi bir ibtilâ/denenme olduğu fehmedilmeli ve yukarıda zikrettiğimiz şekliyle sabırla, metanetle, duayla, tevbe ve istiğfarla karşılanmalıdır. Aynı şekilde yaşanan felaketlerden manevi anlamda da dersler çıkarılmalı, insan her an her çeşit sıkıntılarla yüz yüze gelebileceğinin bilincinde olarak yaşamalı ve bu gibi durumlara karşı ruhen hazırlıklı olmalıdır.

     

    Makaleyi Sesli Dinlemek İçin, 

     


    Kaynakça

    (1)-Enbiya Suresi, Ayet 35.(2)-Bakara Suresi, Ayet 49.(3)-Duhân Suresi, Ayet 33.(4)-Sâffât Suresi, Ayet 106.(5)-Enfâl Suresi, Ayet 17.(6)-DİA, Bela md.(7)-Bakara Suresi, Ayet 155.(8)-Mülk Suresi, Ayet 2.(9)-Tirmizi, Zühd 57.(10)-Tirmizî, Zühd, 56.(11)-Tirmizî, Zühd, 56.(12)-Müsned, VI, 157.(13)-Ragıp el-İsfahani, el-Müfredat, “ṣvb” md.(14)-M. F. Abdülbaki, el-Muʿcem, “ṣvb” md.(15)-Tevbe Suresi, Ayet 51.(16)-Hadîd Suresi, Ayet 22.(17)-Tegabün Suresi, Ayet 11.(18)-Şûrâ Suresi, Ayet 30.(19)-Nisa Suresi, Ayet 78.(20)-Nisa Suresi, Ayet 79.(21)-Taberî, IV, 176-177; Zemahşerî, II, 113-114; Kurtubî, V, 284-285; Elmalılı, II, 1397-1399.(22)-Buhari, Cenâʾiz, 44.(23)-Buhârî, Merḍâ, 1.(24)-Müsned, I, 177, 182.(25)-Müslim, Birr, 49.(26)-Muvaṭṭa, Cenâʾiz, 41.(27)-Rum Suresi, Ayet 36.(28)-Nisa Suresi, Ayet 62. (29)-Zumer Suresi, Ayet 51.(30)-Kehf Suresi, Ayet 59.(31)-Secde Suresi, Ayet 21.(32)-Tevbe Suresi, Ayet 70.(33)-Rum Suresi, Ayet 41.(34)-Ankebut Suresi, Ayet 3.(35)-Ankebut Suresi, Ayet 2.(36)-Bakara Suresi, Ayet 214.(37)-Buhârî, Menâkıb, 25, IV, 244.(38)-Buhârî, Cenâiz 32.(39)-Al-i İmran Suresi, Ayet 146.(40)-Bakara Suresi, Ayet 153.(41)-Zumer Suresi, Ayet 10.(42)-Furkan Suresi, Ayet 77.(43)-Enfal Suresi, Ayet 33.(44)-Müslim, Rikâk, 96.(45)-Tirmizi, Cenaiz 71.(46)-Tirmizi, Da'avat 38; İbnuMace, Dua 22.

     

     

     

     

     

  • YÂ ŞEHR-İ RAMAZAN! SENİ EVLERİMİZDE AĞIRLAYACAĞIZ

    YÂ ŞEHR-İ RAMAZAN! SENİ EVLERİMİZDE AĞIRLAYACAĞIZ

    Her yıl, kimimiz köyümüzün camisinde, kimimiz şehirlerimizin camii kebirinde, kimimiz Mescid-i Haram’da, Mescid-i Nebevi’de ya da mahzun Mescid-i Aksa’da karşılamıştık onbir ayın sultanını ve sorumluluklarımızı yerine getirmiş ve uğurlamıştık. Biz kendisinden memnunduk, acaba o memnun muydu bizden?... Bu yıl, önceki yıllar gibi olmayacak, zarurete binaen, Kur'an ayı Ramazan-ı Şerifi evlerimizde ağırlayacağız, inşaallal bir ay misafir edip evlerimizden uğurlayacağız, temennim bizden razı ve hoşnut olarak uğurlamamızdır...

    Bu yıl önceki yıllarda olduğu gibi camiye, cemaate, cumaya, teravihe, mukabeleye, iftarlara, davetlere, ziyaretlere, vaaz/seminer/konferanslara gidemeyeceğiz ancak; ilk mabedimiz/medresemiz/okulumuz evlerimiz olduğu gibi, ilk öğretmenlerimiz/hocalarımız/mürebbilerimiz de ebeveynlerimiz değil miydi? O halde bu karantina döneminde, Ramazan-ı Şerifte, evlerimizin yeniden mabedimiz, okulumuz, medresemiz olması bağlamında azami gayret göstereceğiz... Bu Ramazan öyle bir ibadet ve kulluk ayı olsun ki, hep birlikte, onun manevi lezzetini daima hatırlarda tutalım/unutmayalım...

    Yeryüzünde her şeyin bir yaratılış gayesi(1) olduğu gibi eşref-i mahlukat olarak yaratılan insanın(2) da bir yaratılış gayesi vardır. Bu gaye de dünya ve ahiret hayatında başarılı/kazanımlı olabilmek için, iman/inanç, hak, adalet ve ahlak üzere hayatı idame ettirmektir. Kulluğumuz/ibadetlerimiz, bu gayenin gerçekleşmesi ve iradelerimizi, bu uğurda eğitmek için vardır. Günde ikame edilen beş vakit namazdan nafile olan teheccüde kadar; en küçük bir sadakadan zekât ibadetine kadar her şey, bir taraftan toplum düzeninin oluşmasına katkıda bulunurken diğer taraftan da ferdin iradesini eğitime tabi tutar. İbadetle/kullukla eğitilmeyen iradeler önce heva’nın/nefsin, arzu ve isteklerin, şeytanın, sonra da başka insanların esiri/oyuncağı olmaya mahkûm olur.

    Bu yıl evlerimizde ağırlayacağımız ve manevi güzelliklerle dolu olan Ramazan ayı, mü'minler için bir Rahmet ve Mağfiret (bağışlanma/arınma) mevsimidir. Bu kıymetli zaman dilimini ibadet ve iyiliklerle değerlendiren mü'min, ebedi mutluluğun kapısını aralar. Allah'ın lütuf ve inayetiyle, cehennemden kurtuluş beratını alarak zaman ve mekân cennetine doğru yol alır. Rahmet Peygamberimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı gelince, cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulurlar.”(3) Bu hadisi şerif gösteriyor ki; ramazan ayında iyi işler yapıp kötülüklerden sakınan mü'mine cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır. Oruç sayesinde nefsine hâkim olup şeytana uymadığı için de, şeytanın eli kolu bağlanmış ve etkisiz hale gelmiş/getirilmiş olur.

    Mü'min, niyetli/ihlâslı/samimi bir ramazan yaşamaya kararlı olmalıdır. Burada özellikle niyete atıfta bulunarak, oruç tutmak için gerekli olan niyetten söz etmiyoruz. Merkezi Allah rızası olan bir niyeti kast ediyoruz. Hz. Peygamberimiz (sav) “Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Herkese niyet ettiği şey vardır.” (4) buyurmaktadır. O halde amel edenin gerçek değeri amel edenin niyetinde gizlidir. Ayrıca Peygamberimiz (sav), “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” (5) buyurmaktadır.

    Ramazan-ı şerifte niyetlerimizi sağlam tutmalıyız ki, adetlerimiz ibadete dönüşsün. Birbirimizi ziyaret edemeyeceğiz ancak; akrabamızı, arkadaşımızı, komşumuzu telefonla arayak hal-hatir sorup, varsa ihtiyaçları gücümüz nispetinde gidermeye çalışaçağız. Ziyafetlerimiz olmayacak, birbirimize sofralar kuramayacağız ancak; ziyafetlere/sofralara harcamamız gereken meblağı ihtiyaç sahipleri için ziyafet niyetiyle elimizden çıkaracağız. Dolayısıyla, Allah için vermeli, Allah için ikram etmeli, Allah için okumalı, Allah için namaz kılmalı, Allah için oruç tutmalıyız. Kısaca her şeyde Allah rızası gözetilmelidir.

    Özellikle evlerimizde misafir edeceğimiz bu Ramazan-ı Şerif bizim için, kaybolan değerlerimizi yeniden kazanma, her yıl aşınan değerlerimizi onarma ve gönül estetiğini yakalama bağlamında bir fırsat vermiş olacaktır ve bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmenin gayretini göstermemiz gerekmektedir. Ramazan ayında oruç ibadeti, iradeleri sabırla eğitir, farkındalık bilinci kazandırır. Ramazanda iftar cömertliği, ikramı ve paylaşmayı öğretir.  

    Ramazan bir mekteptir, bir okuldur... Bu okulun müfredatı/programı, bizzat Allah tarafından tanzim edilmiştir. Sahurla başlayıp iftarla son bulan bu programa, mü'minleri rahata kavuşturan, evlerimizde ailecek cemaatle eda edeceğimiz teravih, gündüzün sıyamına/orucuna gecenin kıyamı/namazı Hz. Peygamber (sav) tarafından eklenmiştir. Sahur da Hz. Peygamber (sav) buyruğuyla bu programın bir parçası olmuştur. Sahur, sadece ertesi gün açlığa daha iyi dayanmak için tavsiye edilmemiştir. Müminler, duaların reddedilmediği seher vaktinde uyanık kalarak bu eğitime, arınmaya, kulluğa hız kazandırırlar.

    Ramazan okulunun gayesi, orucun farziyeti ile ilgili ayetin devamında geçen "leallekum tettekûn" ifadesinde gizlidir. Bu ifade, "korunmanız için" diye tercüme edildiği gibi "arınmanız için" diye de tercüme edilmektedir. Özellikle çağımızda yazılı ve görsel medyaya, içinde yaşadığımız topluma ve dünyamızda yaşanan olaylara baktığımızda, insanlığın gerçekten çok kirlendiğini ve arınmaya, maddi ve manevi temizlenmeye çok ihtiyacının olduğunu üzülerek görmekteyiz. Halihazırda ülkemizin ve bütün dünyanın yaşadığı bu corona salgının insanlığa musallat olmasında insanın suçu, mücrimliği yok mu dersiniz? Dünyanın neyini ifsat etmedi ki insanoğlu? Suyundan toprağına, havasından denizine, tohumundan insan zihniyetine... değiştirmediğimiz/dönüştürmediğimiz ne kaldı ki? Müslümanından Hıristiyanına, Ateistinden Yahudisine... Yeryüzünü imar etmemiz gerekirken ifsat ettik, insanı yaşatmamız gerekirken öldürdük, 'ben' dedik 'biz' diyemedik. Hep ben'i ön plana çıkardık, meşru yolları terkettik, gayr-ı meşru yollara tevessül ettik... Helâle, harama riayet etmedik...

    Bugün yeryüzünde var olan zulüm, ifsat, isyan geçmiş ümmetlerin helâkına sebep olmuş olaylardır... İsabet eden iyilikler Allah’tandır, musibetler ise ellerimizle ortaya koyduğumuz şirretliklerin/mücrimliklerin karşılığıdır. Özellikle biz müslümanlar; kulluğumuzda, ticaretimizde, idaremizde, siyasetimizde, komşuluğumuzda, akrabalığımızda, arkadaşlığımızda, ortaklığımızda, helal ve harama dikkat etme hususunda, pis ve temiz ayırımında örnek olamadık, model olamadık. Al-i Şan Efendimizin ismi zikredildiğine hepimiz "Allahumme Salli Ala Muhammed ve Ala Ali Muhammed" dedik (demeliyiz de) ancak O'nun yolundan yürümedik, O'nu örnek almadık. Bugün insanlık, bu noktada gerçekten çok kötü bir imtihan veriyor. Kimisi tokluktan/çok yemek yemekten hasta oluyor, kimisi de açlıktan ölüyor. Onun için Ramazanı bir fırsat bilelim, onun dolu dolu olarak gelişini fırsat bilelim; onu bir rahmet, bir mağfiret, bir arınma, bir tezkiye, bir takva ayı olarak fehmetmeye, anlamaya, yaşamaya azami gayret gösterelim. Evlerimizden Ramazan-ı Şerif giderken de yine dolu olarak gitmelidir. Ramazan kelime anlamıyla "kavurucu ateş" demektir. Dolayısıyla Ramazan, kötülükleri yakıp götürmelidir ki, insanlık ondan istifade edebilsin.  

    Ramazan okulunun programı otuz günlük bir programdır. Günlük program, sahurla başlar. Mümin, sahura kalkarak programa kaydını yaptırmış olur. Sahur, Kur'an-ı Kerim'de yoktur. Kur'an-ı Kerim'de imsak vardır. Programın ana maddeleri bizzat Allah tarafından belirlenmiştir. Programın müfredatı/birtakım yönetmelikleri, bir takım teferruatı ise Hz. Peygamber (sav) tarafından belirlenmiştir. Sahur, bizzat Hz. Peygamber (sav) tarafından programa dâhil edilmiştir. Gecenin belli bir vaktinde bütün mü'minlerin sahura kalkıp, Allah rızası için oruca niyet etmeleri gerçekten müthiş bir hadisedir. Sahur, açlığa hiç dayanamayan insanlar için önemlidir. Bunun gibi birçok önem sayılabilir. Ama en önemlisi bir ibadete uyanık başlamaktır. Bütün insanlığın gaflet uykusuna daldığı bir sırada, uykuyu bölüp kalkmak, aileye o ilahi rahmeti getirmek, aile efradını sofranın etrafında bir araya getirip seher vaktine bir manevi haz, bir neşe katmak gerçekten çok önemlidir. Seher vaktinin, ayrıca Allah katında ayrı bir yeri, ayrı bir değeri vardır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (sav) sahuru, bereket kavramıyla birlikte zikrederek, "Sahura kalkın. Çünkü sahurda bereket vardır" (6) buyurmuştur.

     Ramazan okulunun programında imsak vardır. İmsak, kelime anlamı itibariyle "tutmak" demektir. Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde, “Yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi bırakmayan bir kimsenin, yemeği ve içmeyi bırakmasına, aç kalmasına, Allah'ın ihtiyacı yoktur!”(7) buyurmuştur. Oruç, sadece karnı aç bırakmaktan ibaret değildir. İmsak’tan itibaren insan, bütün organlarını tutabiliyorsa, her türlü kötülükten ve günahtan uzak kalabiliyorsa, uzak durabiliyorsa gerçek imsak, gerçek oruç budur. Hatta birisi gelir kendisine sataşırsa, Peygamberimiz (sav): "…Ben oruçluyum desin”(8) buyurmaktadır. Bazı İslâm bilginleri orucu üçe ayırmıştır. Avam orucu, havas orucu, havassu'l-havas orucu. İmam Gazali meşhur eseri İhya'da orucun üç mertebesinden bahsederken, vücutta iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan iki azayı yani midesini ve üreme organını, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten ibaret olan orucu, “sıradan insanların orucu” (avam orucu) olarak görür. Gözü, kulağı ve diğer azaları günahtan korumayı sağlayan orucu “özel kişilerin orucu” (havas orucu) olarak görür ve tüm bunlara riayet ettikten başka, kalbini düşük amellerden, dünya düşüncelerinden kısaca masivadan arıtarak bütün varlığıyla Allah'a bağlanmayı ise “daha özel kişilerin orucu” (ehessu'l-havas orucu) diye tanımlar.  Oruç tutuyor ama sövüyor, sayıyor, küfrediyor, ağzından çıkanı kulağı duymuyor, kalp kırıyor, zulmediyor, bağırıyor, çağırıyor, hakaret ediyor, alay ediyor, yalan söylüyor... Bunlar, oruç ibadetinin hikmetine aykırı olan şeylerdir. Bazı insanlar, Ramazan ayında işlemedikleri kötülükleri Ramazan'ın dışındaki aylarda işlemekte herhangi bir beis görmeyebiliyor. Bu, çok yanlıştır. Ramazan, on bir aydaki gündelik iş yorgunluğunu biraz kenara bırakarak, manevi duyguları daha iyi yaşayıp tadabilmemiz için vardır.

    Ramazan okulunun programında Kur'an okumak vardır. Mukabeleler vardır.  Hz. Ali (r.a)'nin,  "Düşünmeksizin Kur'an okumanın hayrı yoktur" sözünü göz önünde bulundurarak, anlamını düşünerek, içten gelen bir duygu ile gözlerden yaşlar akıtarak, tane tane okumak ve mucibince de amel etmek gerekir. Metin olarak okunmalı ancak, muhakkak anlamı, tefsiri, mesajı alınmalıdır Kerim kitabımız Kur'an’ın. Nitekim Yüce Allah: “Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?”(9) buyurmaktadır.

    Ramazan okulunun programında iftar vardır. İftar, Hz. Peygamber (sav)'in duaların kabul edileceği vakit olarak ifade ettiği, bütün aile fertlerinin, manevi açıdan dolu dolu geçen bir günün sonunda bir sofra etrafında bir araya gelmesi, manevi değerinin ölçülemez olduğu çok değerli bir vakittir. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde: "Oruçlunun iki sevinci vardır. Biri iftar vaktindeki sevinci, diğeri de Rabbi ile bulaşacağı zamanda duyacağı sevinçtir."(10) buyurmuştur. İftar vakti işte böyle sevinçli bir andır.

    Ramazan okulunun programında teravih vardır. Teravih, programın içerisine bizzat Hz. Peygamber (sav)'in koyduğu, şekillenmesinde Hz. Ömer (r.a)'in rolünün olduğu güzel bir ibadettir.

    Ramazan okulunun programında zekât vardır. Ramazan, aynı zamanda zekâtın mali yılıdır. Müslümanlar,  zekâtlarını Ramazan ayında vermeyi gelenek haline getirmişlerdir. Zekât, zenginin malındaki fakirin hakkıdır ve sosyal bir tesanüttür.

    Ramazan okulunun programında sadaka-i fıtr vardır. Fakirlere, kimsesizlere, yetimlere, dullara, düşkünlere yardım vardır. Ramazan okulunun programı çok zengindir. Programda namaz vardır, kıyam vardır, kıraat vardır, teheccüd vardır, nafile ibadetler vardır, infak vardır, teravih vardır, kadir gecesi vardır, Kur'an vardır, mukabele vardır, ilim vardır, irfan vardır, itikâf vardır (evlerimiz mabedlerimiz olduğuna göre ramazanın son on gününde itikâfa inşaallah girelim) , ibadet vardır, iyilik vardır, güzellik vardır, tevbe/istiğfar vardır, terbiye vardır, arınma vardır, korunma vardır, orucun neşesi bayram vardır. Ancak görünen o ki, bayramda camilerde olamayacağız fakat bayram günlerini, gecelerini ibadetle geçirmeye gayret göstereceğiz ve birbirimizle telefonlarla bayramlaşacağız inşaallah...

    Yukarıda zikrettiğimiz veçhile, Ramazan okulunun programı, bizzat Allah tarafından tanzim edilmiştir. Sahurla başlayıp iftarla son bulan bu programa, mü'minleri rahata kavuşturan teravih, gündüzün sıyamına gecenin kıyamı Hz. Peygamber (sav) tarafından eklenmiştir. Sahur da Peygamber (sav) buyruğuyla bu programın bir parçası olmuştur. Sahur, sadece ertesi gün açlığa daha iyi dayanmak için tavsiye edilmemiştir. Müminler, duaların reddedilmediği seher vaktinde uyanık kalarak bu eğitime hız kazandırırlar.

    Üstelik bu okulda, hiçbir mektepte, medresede ve üniversitede olmayan bir eğitim vardır. Şer’î mazereti olmayan her insanı kendine öğrenci olarak kabul etmiştir. İslâm’daki birçok ibadetlerde olduğu gibi Ramazan okulunda tutulan oruçlar, irade hürriyetini temin etmeye yöneliktir. Çünkü irade hürriyeti manevi vasıflarla kaimdir. Vahiy ve Kur'an ayı olan Ramazan boyunca tutulan oruçlar, insan iradesini, heva ve heveslerin, istek ve arzuların esaretinden kendini kurtarma çabasıdır. İnsan bu okulda, Allah’ın çağrısına cevap vermeye hazır olabilmek için kendine hâkim olmayı öğrenir.

    Kendisini tuttuğumuzu sandığımız oruç, aslında bize kendimizi tutmayı öğretiyor. Yeme-içme, öfke ve şehvet güdümüzü denetim altına almamızı sağlıyor. Eğer insanın aklı, öfke ve şehvet güdülerine egemen olursa, o kimseden erdemli davranışlar; eğer öfke ve şehvet güdüleri akla egemen olursa, o kimseden sevimsiz/çirkin davranışlar meydana gelir. İşte bütün bu noktalarda da oruç insanı eğitiyor, cemiyet için faydalı ve kendisinden korkulmayan, emin bir insan karşımıza çıkıyor. Büyük İslâm düşünürü İmam-ı Rabbani'nin şu sözü buna işaret etmektedir: ''Bir kimsenin ramazan ayı düzgün geçerse, senenin diğer kalan ayları da düzgün geçer.” Demek ki mü'min kul oruç tutar, oruç da mü'min kulu tutar. İnsanın nefsini ıslah etmekle onun ruhunu incelterek, iyiliklerin ve güzelliklerin paylaşılmasına motive eder. Örneğin, yoksul ve kimsesizlere yemek yedirmek, onları giydirmek, felakete uğramış olan kimselerin biraz olsun acılarını dindirmek, sıkıntılarını hafifletmek için maddi-manevi yardımlarıyla katkıda bulunmak, herhangi bir yerde toplumun menfaatine yapılacak yararlı bir iş varsa, hemen oraya koşmak gibi. Bütün bu güzellikler, orucun gönüllerde estirdiği değişim rüzgârlarının bir sonucudur.

    Oruç, namaz gibi bedenî bir ibadettir. Oruç bir ay müddetle bütün iç organlarımızı özellikle midemizi ve karaciğerimizi dinlendirir. Bedenin hareketini düzenler. Bedene güzellik ve zindelik verir. İnsanlarda ulvî duygular uyandırır. Allah’a bağlılığı artırır. Bu sebeple Hz. Peygamber (sav)’in: ''Oruç tutun, sıhhat bulun” (11) buyurmalarının temel esprisi budur.

    Oruç, duygu eğitiminin önemli boyutları olan, sevgi, estetik, iyi ahlâk ve şefkat duygularını geliştirir. İnsanlar arasında sosyal bağların güçlenmesine vesile olur.

    Oruç, insanlarda bencilliği giderir; paylaşmanın bir erdem olduğunu hatırlatır. İnsanı sosyalleştirir; insana, yoksulları koruyacak bir sorumluluk duygusu ve alışkanlığı kazandırır.

    Oruç, mülkün ve her şeyin temeli olan adaletten uzaklaşmamak gerektiği eğitimini verir. Sahip olduğumuz nimetlerin değerini anlamamıza yardımcı olur.

    Oruç, açlık ve susuzluğun ne anlama geldiğini bizzat yaşayarak, başımıza gelebilecek savaş hâli, yoksulluk, deprem ve halihazırda yaşadığımız corona salgını gibi nice mahrumiyetler karşısında nasıl sabır gösterilerek direnilebileceğini öğretir. Bu açıdan oruç, en güzel bir eğiticidir.

     

    Oruçlu insan; yalan, gıybet, iftira, hile, aldatma, her türlü kötü söz ve davranışlardan uzak, bütün sosyal ilişkilerinde, söz ve sözleşmelerinde, iş ve işlemlerinde dürüst ve dosdoğru olmalıdır.

    Sağlıklı bir topluma ulaşmanın yegane yolunun, her yönüyle eğitilmiş olgun bireylerle sağlanacağı bilinen bir gerçektir. Bu nedenle Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de fertlere, manevi arınmayı gerçekleştirmelerini pek çok ayetiyle emretmiş ve huzurlu bir toplum oluşturmanın yolunun bu olduğunu ısrarla vurgulamıştır: ''Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.'' (12)

     

    Müminlere bir ikram olarak sunulan Ramazan ayı; ibadet, tevbe, dua, zikir, arınma, sosyal yardımlaşma ve dayanışma ayıdır. Ramazanda orucu bozacak maddi şeylerden kaçınmak ne kadar önemli ise, onun manasını bozan, sevabını götüren İslâm ahlakına/adabına aykırı davranışlardan sakınmak da önemlidir. Öyleyse, her türlü hayrı, rahmeti, bereketi ve daha nice güzellikleri bünyesinde barındıran Ramazan ayını gereği gibi değerlendirelim. Oruçlarımızı Allah’ın emrine uygun olarak her türlü haram ve kötü davranışlardan sakınarak, bütün uzuvlarımızla tutalım. Tuttuğumuz oruca zarar verici her türlü olumsuz söz, fiil ve davranışlardan uzak duralım. Bu ayı fırsat bilip kendimizi gelecek yıllara ve âhiret hayatına manen hazırlayalım. Belki bir sene sonraki Ramazan ayına yetişemeyebiliriz. Bunun idraki içinde olalım.

    Aziz Peygamberimiz (sav)’in bir hutbesi ile yazımızı nihayete erdirelim: Ramazan’ın fazileti ile ilgili olarak, Selmân-ı Fârisî (r.a)’ın şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlullah (sav) bize Şaban ayının son günü bir hutbe irat etti ve şöyle buyurdu:

    “Ey Müslümanlar!

    Büyük ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu, içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu bir aydır. Bu ay, Allah Teâlâ’nın, gündüzlerinde orucu farz; gecelerinde teravih namazını nafile olarak meşru kıldığı (mübarek) bir aydır. Bu ayda kim bir hayır işlerse, başka zamanlarda bir farzı yerine getiren kimse gibi sevap kazanır. Bir farzı eda eden de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getiren gibi sevap kazanır. Bu ay, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da cennettir. Bu ay, ihsan, yardım ve eşitlik ayıdır. Bu ay, mü'minin rızkının arttığı bir aydır. Kim bir oruçluyu iftar ettirirse bu, onun günahlarının bağışlanmasına ve cehennemden kurtulmasına sebep olur. İftar ettirdiği Müslüman’ın aldığı sevaptan bir şey eksilmeksizin onun kazandığı kadar da ayrıca sevap kazanır. Bizim hepimiz bir oruçluyu iftar ettirecek imkâna sahip değildir… dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav); Allah Teâlâ bu sevabı bir oruçluyu bir hurma veya bir yudum su ya da bir içim süt ile iftar ettirene de verir. buyurduktan sonra hutbesine şöyle devam etti: “Bu ay, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Kim (bu ayda) emri altındakilerin yükünü hafifletirse, Allah onu bağışlar ve cehennemden âzât eder. Bu ayda dört şeyi çok yapınız. Bunların ikisi ile Rabbinizi hoşnut edersiniz; ikisinden de zaten uzak kalamazsınız. Rabbinizi hoşnut edecek iki işiniz; “lâ ilâhe illellah” diyerek Allah’ın birliğine şehâdet etmeniz ve bağışlanma/mağfiret dilemenizdir. Uzak kalamayacağınız öteki iki şeye gelince, onlar da Allah’tan cenneti isteyip, cehennemden kurtulmayı dilemenizdir. Kim bir oruçluyu doyuracak olursa, Allah onu benim havuzumdan sulayacak, o da cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmeyecektir. (13)

    Ramazanı Şerifinizi tebrik eder, feyz ve bereketinden istifade etmenizi, hastanelerde/yoğun bakımda yatan hastaların şifayab olmasını ve bu salgından kurtulmamızı Yüce Allah'tan niyaz ederim.

     

    KAYNAKÇA

    1- Zariyat Suresi, Ayet 56

    2- Tin Suresi, Ayet 4

    3- Buhari, Savm, 5, II,227

    4- Müslim, İmare 155, II,1516

    5- Kenzu’l- Ummal, Beyrut 1985, III, 419-425

    6- Buharî, Savm, 20

    7- Buhari, Savm, 8; Tirmizi, Savm, 16

    8- Buharî, Savm 9; Müslim, Sıyam 163

    9- Muhammed Suresi, Ayet 24

    10- Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163

    11- Ebu Nuaym, Kitabu’t Tıb

    12- Şems Suresi, Ayet 9-10

    13- İbn Huzeyme, Sahih, III., 191-192 (Thk. M. M. A’zamîa), Beyrut, 1975

    * Yazının kaleme alınmasında DİB Aylık Dergisi 2005 Ekim sayısından istifade edilmiştir.

     

    Abdulgafur LEVENT

  • BERAT GECESİ MÜNASEBETİYLE, GÜNAH VE TEVBE KAVRAMI

    BERAT GECESİ MÜNASEBETİYLE, GÜNAH VE TEVBE KAVRAMI


     Beraat sözcüğünün kısaltılmış hali olan berat kelimesi; borçtan, hastalıktan, suç ve cezadan kurtulmak anlamına gelir. Dini terim olarak berat; günahlardan arınmak, temize çıkmak, ilahi af ve mağfirete nail olmak demektir. Allah’a kul olmanın manevi zevkine ererek, hata ve kusurlarını itiraf eden, işledikleri günahların farkına vararak istiğfarda bulunan pek çok mü'minin ilahi rahmete kavuşup, günahlardan kurtulmayı ümit ettiği için bu geceye “berat gecesi” kurtuluş gecesi de denmiştir.
     Berat gecesi, Şaban-i Şerifin 15. gecesi Allah’ın, tevbe etmek, günahlarına pişman olmak ve bir daha işlemeyeceğine söz vermek isteyenlere tahsis ettiği özel bir arınma/bağışlanma gecesidir.
     Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Şaban ayının 15. günü (Berat Gecesi) gelince, gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçlu olarak geçiriniz. Çünkü Allah (Rahmetiyle) o gece gökyüzüne tecelli eder ve şöyle buyurur: 
    - Yok mu benden af dileyen? Onu affedeyim,
    - Yok mu benden rızık isteyen? Onu rızıklandırayım,
    - Yok mu bir musibete uğrayan? Ona afiyet vereyim,
    - Yok mu şunu isteyen? Yok mu bunu isteyen?” (İbn-i Mace) diye bu ilahi sesleniş tanyeri ağarmasına kadar devam eder. Diğer bir hadis-i şerifte ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Allah Teâlâ bu gece ümmetimden Benî Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca kişiye rahmet eder. Ancak kendisine ortak koşanların, Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına âsi olanların, içki ve zinada ısrar edenlerin, tevbe etmedikçe yüzlerine bakmaz” buyurmaktadır.  (et-Tergib ve’t-Terhib)
     GÜNAH
      Farsça bir kelime olan günah; işleyene ceza gerektiren, yaratılışa aykırı, insanı hayır ve sevap işlemekten alıkoyan, haram olduğu ayet ve hadislerle belirlenmiş olan fiil veya davranışlara denir. Yüce dinimiz İslam, yasak olan fiilleri, yani günahları bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını emir buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) günahı; “İçini rahatsız eden ve başkasının bilmesinden/muttali olmasından hoşlanmadığın şeydir” (Ebu davud, ibn mace) diye tanımlamıştır. İslam bilginleri bu rahatsızlığı; tereddüt ve göğsün inşirah bulmayışı, serinleyemeyişi, kalb’de bir tereddüt halinin ortaya çıkması şeklinde açıklamışlardır. 
     Günah; insanın şeytana ve nefsi arzularına uyarak yaptığı, dünyada ve ahrette cezasını çekeceği, bütün mükemmelliklerden fesada uğratan, Allah’a boyun eğmeye muhalif olan ve Allah ile kul arasındaki engel perdesini kuvvetlendiren her fiildir. Günah, hem ferdi hem de sosyal hayatı bozan manevi bir hastalıktır. Gönülde pas bırakan günah, bünyeye musallat olmuş bir virüs gibidir. Günah, insanın Allah’a olan meylini köreltir, kalbe huzursuzluk verir. Kişinin iç dünyasını, maddi ve manevi hayatını karartır. 
    Günah, günahın kendisine göre; büyük ve küçük şeklinde; günahın kendisine karşı işlenene göre Allah hakkı, kul hakkı kısımlarına ayrılmaktadır.
     Büyük Günahlar:
     İbn Abas (r.a)’ın büyük günah tarifinde üç görüşü vardır:
    1- Allah’ın yasak ettiği şey büyük günahtır.
    2- Allah’a isyan demek olan şey büyük günahtır.
    3- Allah’ın hakkında azapla, lanetle veya gazapla hükmünü bildirdiği her fiil büyük günahtır. (İbn Ruşd Bidaye)

     İbn Salah’dan büyük günahlar hakkında şöyle bir değerlendirme nakledilmektedir: “Kendisine büyük günah ismi tatbik edilebilecek kadar büyük olan her günah, büyük günahtır. Ona göre büyük günahın bazı belirtileri şunlardır:
    a- Kendisine bir cezanın terettüp etmesi,
    b- Kur’an veya Sünnette azap veya ateşle tehdidin varlığı,
    c- Günahı işleyenin fasık olarak isimlendirilmesi,
    d- O günahı işleyenin lanetlenmesi.” 
     Büyük günahlardan bazıları: Şirk koşmak, Adam öldürmek, Namuslu kadına iftira atmak, Zina etmek, Savaştan kaçmak, Faiz yemek, İçki ve uyuşturucu maddeler kullanmak, Rüşvet almak ya da vermek, Kumar oynamak, Yetim malı yemek, Anne babaya asi olmak, Yalan söylemek ve yalan yere şahitlik etmek, Gıybet etmek, Koğuculuk yapmak (söz götürüp getirmek), Su-i zan yapmak, Sihir yapmak, Alay etmek, Hırsızlık ve haksızlık etmek, İkiyüzlülük, İntihar, Haram kazanç (haksız kazanç), Kamu mallarına zarar vermek veya zimmete geçirmek, Ölçü ve tartıda hile yapmak, Suçsuzu suçlu göstermek, Sözünde durmamak, Emanete hıyanet etmek, İnsanların gizli hallerini araştırmak, Beş vakit namazı ve Cuma namazını terk etmek, Zenginin zekât vermemesi, Özürsüz ramazan orucunu tutmamak, Yakınlarla (akrabayla) ilgiyi kesmek, Zulüm ve haksızlık etmek, Kendini beğenmek vb.   
     Küçük Günahlar: Kur’an’da “lemem”, “seyyie” kelimeleri ile ifade edilen küçük günah şöyle tarif edilmektedir: “Büyük günahların alanı dışında kalan, yani hakkında bir ceza (had) bulunmayan veya lanet, gazap ve cehennem ateşi ile de tehdit edilmeyen günahtır.
     Küçük günahları önemsememek, bunlarda ısrar etmek, insanda büyüklerini yapmaya iten psikolojik ve ruhi bir değişiklik oluşturur. Günahın küçüklüğüne değil, kendisine karşı gelinen Allah’ın azamet ve büyüklüğüne bakarak, tüm günahlardan kaçınılması gerekmektedir. Nisa suresinin 31. ayetinde Yüce Allah: “Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” buyurmaktadır. 
     TEVBE
     Tevbe Arapça bir kelime olup, Allah’a dönüş ve yöneliş anlamına gelmektedir. Terim olarak tevbenin birçok tanımı vardır: Tevbe; geçmiş hataların verdiği iç sancısıdır. Tevbe; kötü huyları iyi huylarla değiştirmektir. Tevbe; Allah’a muhalefetten dönmek, kişinin zimmetinde oluşmuş, başkalarının haklarından edaya güç yetirdiğini sahiplerine ödemektir. Tevbe; günahı Allah’ın yasakladığı ve çirkinliği için terk etmek, yapılan kötü fiile pişman olmak, onu tekrarlamamaya azmetmektir. Tevbe; Yaratıcının huzurunda, yeniden bir inşa ve bina olmadır. Tevbe; kişinin şirk, küfür ve nifaktan imana, isyandan itaate, günahtan sevaba, yanlıştan doğruya yönelmesidir. Tevbe; sırf günah olduğu için pişmanlık duyularak, günahtan vazgeçmektir. Tevbe; ruhumuzu arındırmanın bir yoludur. 
     Kur'an, ameli her ne olursa olsun, istisna koymaksızın, hepimizi tevbeye davet etmektedir. Bu davet hiç günahı olmayanları da kapsamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.); "Ben her gün yetmiş defadan çok istiğfar ederim." (Buhârî, Tirmizî, İbni Mâce) buyurmuştur.
     Hz. Ali (r.a) “Tevbenin altı özelliği vardır” demiş ve şöyle sıralamıştır:
    1- Geçmiş günahlara pişmanlık duymak,
    2- Yerine getiremediği farzları kaza etmek,
    3- Mazlumun hakkını vermek,
    4- Hak sahipleriyle helalleşmek,
    5- Bir daha günaha dönmemeye azmetmek,
    6- İbadet ve itaat ile nefsi olgunlaştırmak. (Hak Dini Kur’an Dili, Hamdi Yazır)
     İnsanların fiillerinden ortaya çıkan maslahat, ya umumi ya da hususidir. Eğer bu fiillerden maksat, umumi olarak cemiyetin menfaati ise, fiil yüce Allah’ın hakkı, hususi ise kulun hakkıdır. Bazen de, fiilde Allah’ın hakkıyla kul hakkı bir arada bulunup, ya Allah hakkı ya da kul hakkı daha fazla olabilmektedir. Bu tür hakları çiğnemek, ihlal etmek, Allah’a veya bir kula karşı işlenmiş günahı oluşturacaktır. Günahın kime karşı işlenmiş olduğu, onlardan kurtulmak için tevbe yapılırken önem arz etmektedir. 
    Allah hakkı ile ilgili günahlardan tevbe: Allah hakkı ile ilgili günahlardan tevbe etmek isteyen kimse, yaptığı günaha pişman olmalı, o günahı bir daha yapmamalıdır. Allahın bir emrini yerine getirmemesinden dolayı tevbe ediyorsa, artık o emri yerine getirmelidir. Örneğin, kılmadığı namazlardan tevbe ediyorsa, namazlarını kılmaya başlamalıdır. Kaçınması gereken yasakları işlediğinden dolayı tevbe eden kişi ise, artık onları işlemeyi bırakmış olması gerekir. Örneğin içki ve kumar yasağını işleyen bunları yapmayı terk edecek ve akabinde Allah’tan bağışlamasını isteyecektir. Tevbe eden şahsın yerine getirmediği emirlerin kazası mümkünse (namaz, oruç, zekât gibi) onları kaza etmeye çalışmalıdır.
     Kul-Kamu hakkı ile ilgili günahlardan tevbe: Kul-Kamu haklarından tevbenin ilk şartı, hakkı gasbedilen şahsın-kamunun hakkını iade etmektir.  Gasbedilen mal, elde mevcut ve sahibi de biliniyorsa (kişiye-kamuya) geri verilmeli, iade edilmelidir. Burada suçu gizleyerek tevbe etmeye çalışmak doğru değildir. Çalınan mal, hırsızın elinde mevcut, ancak sahibi bilinmiyorsa, bu mal tasaddük edilerek zimmetten çıkarılır. Malında ne kadar haram mal bulunduğunu bilmeyen şahıs, zannı galiple o miktarı ayırır ve kul haklarını-kamu haklarını zimmetinden çıkarır. Suçlunun yediği bir mal, misli değil de; kıymeti belirlenebilen cinstense ve şahsın imkânı da varsa, o kıymeti sahibine vermelidir. Dünya hayatında imtihan halinde bulunan insan, hayra ve şerre, hakka ve batıla, iyiye ve kötüye yönelebilecek kabiliyette yaratılmıştır. İnsan günah işlemeye elverişli bir varlıktır. Allah, iyi ve kötüyü, hayır ve şerri yapabilme kabiliyeti verdiği insan, kötüyü ve şerri bırakmasını ilham etmiş, ancak iman ve itaate zorlamamıştır. İyiyi, hayrı işleyene mükâfat, kötü ve şer olanları işleyenlere ceza vaat etmiştir.  Ferdi ve ailevi mutluluğumuzu, toplumsal hayatımızı, barış, huzur, dayanışma ve kardeşlik içinde yaşama ortamımızı tehdit eden maddi-manevi pek çok olumsuzluğun yaşandığı günümüz dünyasında Mevla’mızın “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer Suresi, Ayet 53) müjdesini göz önünde bulundurarak günah ve kusurlarımızdan dolayı tevbe etmeli, ibadetlerimizi ve dualarımızı yoğunlaştırarak Rabbimize yakınlaşmalı, Yüce Yaratanımıza, ailemize, çocuklarımıza, çevremize, milletimize ve tüm insanlığa karşı görev ve sorumluluklarımızı tekrar hatırlayarak yeni bir ümit ve kararlılıkla geleceğe bakma melekesi kazanmalıyız. Bu duygu ve düşüncelerle Berat Gecenizi tebrik ediyor ve bu gecenin, ülkemizin, İslâm âleminin birlik, dirlik ve beraberliğine, insanlığın hidayet, barış ve huzuruna, bütün müminlerin tevbelerinin ve dualarının kabul edilerek arınma ve affedilmelerine vesile olmasını, ayrıca insanlığa musallat olan salgından/virüsten kurtulmamızı ve geçmişimizle yüzleşerek gereken dersleri çıkarabilmemizi, hastaların şifayab olmasını, müteveffa olanlanlara Yüce Allah'tan rahmet niyaz ediyorum.  Selâm ve dua ile...

  • HİCRİ YILBAŞI, MUHARREM AYI VE AŞURA


    Her dinin, milletin kutsal veya diğer zaman dilimlerinden farklı kabul ettiği kendine özgü belirli gün ya da ayları vardır. Yüce Dinimiz İslam’da da bu tür gün, gece ve aylar vardır. Şüphesiz insan için en değerli hususlardan birisi de zamandır. Çünkü her şey zaman içinde var olmakta, gelişmekte ve yine zaman içinde yok olmaktadır. İnsan hayatında önemli bir yere sahip olan ilim, amel, servet ve diğer birçok değer, zaman içinde elde edilebilmektedir. Zamanı gerektiği şekilde değerlendirebilenler hem dünyada hem de ahirette huzuru yakalayacaktır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar, sağlık ve boş zamandır.”(1) buyurmak suretiyle zamanın ve sağlığın önemine dikkat çekmiştir. Şair zaman gerçeğini ne de güzel dile getirmiş: “Vakitlerle yakutlar satın alınır, fakat yakutlarla vakitler satın alınmaz.” Zamanın kıymeti bilinmeli, israf edilmemeli ve Allah’ın rızası istikametinde kullanılmalıdır.
    Zaman kavramı, yaratılmış varlıkların ‘ömür’lerini içinde yaşadıkları bir süreçtir. Soyut bir kavram olan zamanın insanlar tarafından algılanabilmesi, bizzat zaman içinde meydana gelen birtakım olayların esas alınması ile gerçekleşebilmektedir. Bu yolla insan, belli zaman dilimlerini isimlendirme imkânını elde etmiş ‘önce’yi ve ‘sonra’yı , ‘geçmişi’ ve ‘geleceği’ tasavvur edebilmiştir. Böylece düşüncelerini, bilgilerini bir zemine sokabilmiştir. Medeniyetin oluşması ve dünyanın imarı bu sayede gerçekleşmiştir. Şüphesiz bu gelişmenin temeli, Yüce Yaratıcının, kâinata koyduğu ve “Sünnetullah” olarak nitelendirilen sabit kanunlardır; mesela güneşin, dünyanın ve ayın belli hareket düzenidir. Gün, ay ve yıl kavramları bu hareket düzeninin birer sonucudur. Yüce Allah, bu gerçeğe şu ayette işaret etmektedir: “Şüphesiz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin.”(2)
    Muharrem Ayı ve Ayrıcalığı
    Sözlükte “haram kılınan, yasaklanan; kutsal olan, saygı duyulan” anlamlarındaki muharrem savaşmanın haram kabul edildiği dört aydan birinin adıdır. ‘Haram aylar’(3) içinde Muharrem ayının ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu ayrıcalığı ‘Muharrem’ adından da fark etmek mümkündür. Kısacası ‘haram aylar’ uygulamasının genel adı, anlam itibarı ile bu aya özel bir ad olarak verilmiştir.
    Muharrem Ayını Önemli Kılan Özellikler
    1- Hicri Yılbaşı
    Muharrem ayı, 12 ay ve 355 gün olan kameri yılın ilk ayıdır. Adından da anlaşılacağı üzere, kameri yılda -güneş değil- ayın hareketleri esas alınmaktadır. Hicri tarih, Hz. Muhammed (s.a.v) ‘in Mekke’den Medine’ye göç edişi ile başlar. 
     Hz. Ömer (r.a)’in halifeliği devrinde Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in Mekke’den Medine’ye hicretinin resmî takvim başlangıcı olarak kabul edilmesiyle muharrem hicrî yılın ilk ayı olarak belirlenmiştir. Arap hükümdarları yeni yılın ilk gününe saygı gösterir ve tebrikleri kabul etmek üzere törenler düzenlerlerdi. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye döneminde de muharrem ayında devlet erkânı padişahın huzuruna çıkarak yeni yılı tebrik eder ve padişahtan “muharremiyye” denilen hediyeleri alırlar, kendileri de maiyetlerindeki kişilere muharremiyye verirlerdi. Ayrıca şairler tarafından yeni yıla ait manzumeler yazılırdı. Muharrem ayında bilhassa tekke ve camilerde okunan Kerbelâ Vak‘ası’na dair ilahiler “muharremiyye” olarak adlandırılmıştır. Günümüzde Mısır, Tunus, Cezayir, İran ve Fas gibi ülkelerde bu ayda çeşitli kutlama törenleri düzenlenmektedir.
    2- Aşura Günü (10 Muharrem)
    Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v) Medine’ye hicret ettiğinde orada Arap halkla birlikte yaşayan Yahudiler de vardı. İşte bu Yahudiler, Hz. Musa (a.s.) ile İsrailoğullarının, Firavunun zulmünden Aşura günü kurtulduğunu söyleyen Yahudileri Hz. Peygamber (s.a.v) yalanlamamış ve hatta bu yönde olumlu bir tavır sergilemiştir. Bunun yanı sıra tüm Sami dinlerde özel bir yere sahip görünen aşure günü, cahiliye Araplarınca da önemli kabul edilmiştir. Hatta Resul-i Ekrem (s.a.v)’inde Peygamberlik öncesi ve sonrası dönemde bir süre bu günde oruç tuttuğuna dair rivayetlere de rastlanır. Medine döneminde bu orucu Müslümanlara tavsiye ettiği bilinen bir husustur.  
     İbn Abas (r.a)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber, Medine’ye geldiğinde Yahudilerin Aşura günü oruç tuttuklarını gördü. Bu nedir? Diye sordu. Bu hayırlı bir gündür. Bu, Allah’ın israiloğullarını düşmanlarından kurtardığı, bu sebeple de Musa’nın oruç tuttuğu gündür. Dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): “Ben Musa’ya sizden daha layığım.”(4) buyurdu ve hem kendisi bu günde oruç tuttu, hem de başkalarına oruç tutmalarını emretti.(5) Hz. Peygamber (s.a.v), Aşura günü oruç tutmayı teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Aşure gününün orucunun, bir önceki yılın günahlarına kefaret olmasını Allah’tan umarım.” (6) Ancak; Hz. Peygamber (s.a.v)’in bildirdiğine göre yalnızca Aşure günü değil, Muharrem’in 9, 10, 11. günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir.(7)
     Aşura Gününde Meydana Gelen Diğer Tarihi Olaylar
     Aşura günü adı verilen 10 Muharrem gününde meydana geldiği rivayet edilen diğer bazı önemli olayları da kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
    a) Rivayete göre, Hz. Nuh (a.s)’un gemisi tufandan kurtulup Cudi dağına aşura günü oturmuştur.
    b) Hz. Âdem (a.s)’in tevbesinin kabul edilmesi,
    c) Hz. İbrahim (a.s)’in Nemrut’un ateşinden kurtulması,
    d) Hz. Yakub (a.s)’in oğlu Yusuf’a kavuşması
    e) Hz. Musa (a.s) ve İsrailoğullarının Firavun’un zulmünden kurtulmaları.
    10 Muharrem Aşura’nin İslam tarihinde siyasi bir yönü de vardır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)’in “Dünyanın iki çiçeği, ahirette de cennet çocuklarının efendileri”(8) diye övdüğü ve haklarında “Allah’ım, ben onları seviyorum, sen de sev”(9) diye dua ettiği ve adını bizzat kendisinin koyduğu, Efendimiz (s.a.v)’in torunu Hz. Hüseyin’in ve ailesinin siyasi ihtiraslar uğruna Kerbela’da acımasızca şehid edildiği günüde hatırlatır bize 10 muharrem aşura.  
    Bu menfur olay, Hz. Peygamberimiz (s.a.v)’i ve onun ehli beytini seven bütün müminleri yaralamış, kalplerini incitmiştir.
    Dinimizin Aziz Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’in mübarek sözüyle yazımızı noktalayalım: “Ramazan ayı dışındaki oruçların en üstünü, Allah’ın ayı olan Muharrem’de tutulan oruçlardır. Farzlardan sonra namazların en üstün derecelisi ise geceleyin kılınan  (teheccüt) namazlardır.”(10) 
    1 Muharrem 1441 (31 Ağustos 2019 Cumartesi) yeni hicri yılınızı tebrik eder, bir önceki yıldan daha hayırlı olmasını, ömrünüzün sağlıklı, bereketli ve Yüce Rabbimizin sizden memnun ve razı olmasını ayrıca milletimizin ve Bilad-i İslam’ın birlik, dirlik ve beraberlik içerisinde yekvücut olmasını Huda-i Baki’den niyaz ederim.

    28 Ağustos 2019 Çarşamba
                


    “Hayat Boyu İlim/Hikmet Öğreniniz”


    Kaynakça
    1- Buharı.
    2- Tevbe 9/36.
    3- İslâmî literatürde savaşın haram kabul edildiği dört kutsal ay, (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb).
    4-  Buhari, Savm 69, Enbiya 22.
    5- Buhari. 
    6- Tirmizi. 
    7- Müslim. 
    8- Buhari Menakib 22.
    9- Tirmizi, Menakib 31. 
    10- Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn Mace,

  • ZİLHİCCE AYININ FAZİLETİ


    Hicri yılın son ayı, dört haram aydan biri olan zilhicce ayıdır. Sözlükte “hac ayı” anlamındaki zilhicce (zülhicce, zülhacce) kameri yılın zilkadeden sonra gelen son ayıdır. Cahiliye devrinde Araplar haram ayların ilki olan zilkade ile zilhicce ayında ticari açıdan büyük önem taşıyan panayırlar (1-8 Zilhicce) ve özellikle Zülmecâz panayırını düzenler, bunların sona ermesiyle birlikte bu ayda hac ziyareti başlardı.     Zilhicce İslam’dan sonra da hac ibadetinin yerine getirildiği ay olmuştur. Bu ayın sekiz-onüçüncü günleri arasında ifa edilen hac menâsikinin/ibadetinin mahiyeti, mekânı, vakti gibi hususlar dikkate alınarak adı geçen günler farklı şekillerde adlandırılmıştır. Hac ibadetinin ifasına başlandığı zilhiccenin sekizinci günü “terviye”, dokuzuncu günü “arefe” ismiyle anılır. Kurban bayramı zilhiccenin onuncu günü başlar ve dört gün devam eder. Bu ayın onuncu gününe “nahr/zebh günü”, on-onikinci günlerine “eyyâm-ı nahr” veya aynı günlerde hacıların Mina’da bulunmaları sebebiyle “eyyâm-ı Minâ”, onbir-onüçüncü günlerine de “eyyam-ı teşrik” adı verilir. 
    Müfessirlerin çoğunluğu, Fecr sûresinin 2. âyetinde üzerine yemin edilen on gecenin zilhicce ayının ilk on gecesi olduğu görüşündedir.(1) İbn Abbas (r.a.)’ın, “Bilinen günlerde Allah’ın ismini zikretsinler” (2) ayetinde geçen “bilinen günler” ifadesini de zilhiccenin ilk on günü veya teşrik günleri diye yorumladığı nakledilir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in, “Allah katında ibadet edilecek -sâlih amel işlenecek- günler içinde zilhiccenin ilk on gününden daha hayırlısı yoktur.”(3) Diğer bir hadisi şerifte, “Allah katında zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha değerlisi yoktur; bugünlerde tesbih (Subhanellah)’ı çok yapın; tahmîd (Elhamdulillah)’ı, tehlîl (lailaheillellah)’ı ve tekbir (Allahu Ekber)’i çok söyleyin.”(4) buyurduğu nakledilir. Resûl-i Ekrem (s.a.v) zilhiccenin ilk dokuz günü sürekli oruç tuttuğu için bu günlerde oruç tutmak müstehaptır. Yorgun düşmeleri ihtimali bulunan hacıların zilhiccenin sekizinci ve dokuzuncu günlerinde, özellikle vakfenin yapıldığı arefe gününde oruç tutmaları mekruh sayılmıştır. Resûl-i Ekrem (s.a.v)’den nakledilen, “Kesecek kurbanı olan kimse zilhicce ayı girince kurbanını kesinceye kadar saçından ve tırnaklarından hiçbir şey kesmesin.” (5) mealindeki hadisini dikkate alan Mâlikî, Şâfiî ve bir kısım Hanbelî fakihine göre kurban kesecek kişinin zilhicce ayı girince kurbanını kesinceye kadar saçlarını ve tırnaklarını kesmesi mekruhtur. Zilhicce ayının faziletine dair Hz. Peygamberimiz (s.a.v)’den nakledilen bir hadisi şerifte, “Ayların efendisi ramazan, saygıya en lâyık olanı da zilhiccedir.” (6) buyurulmuştur. 
      Zilhiccenin ilk on gününün faziletine işaretle, Hz. Peygamber (s.a.v.); “Allah katında şu on günde işlenecek salih amelden daha sevimli bir amel yoktur.” buyurdu. Sahabiler, “Ey Allah’ın Resulü! Allah uğrunda yapılacak cihattan da mı üstündür? “ diye sordular. Bunun üzerine Rasulüllah (s.a.v); “Evet, Allah yolunda cihat etmekten de. Ancak malını ve canını tehlikeye atarak cihada çıkan, şehit olup dönmeyen kimsenin cihadı başka. (O, bundan üstündür. )” (7) buyurmuştur.
     Zilhiccenin bu on gününün fazileti hac ibadetinin bu ayda yapılmasından kaynaklanmaktadır.(8) Zira bu günlerde hac ibadetinin bir kısım menasiki yapılmakta bir kısmı da (ziyaret tavafı, şeytan taşlama gibi) ardından gelen teşrik günlerinde gerçekleştirilmektedir. Çeşitli zamanlarda nafile oruç tutmanın faziletine dair birçok hadis-i şerif vardır. Rivayetlerde Hz. Peygamberimiz (s.a.v)’in Zilhiccenin dokuz gününde, aşure gününde, Pazartesi ve Perşembe günleri ve her aydan üç gün oruç tuttuğu belirtilmektedir.(9) Zilhicce ayının dokuzuncu günü olan kurban bayramının arefesinde tutulan orucun da çok faziletli olduğu bu rivayetlerde zikredilmiştir. (10) 
     İslâm tarihinde zilhicce ayında meydana gelen önemli olaylar arasında birinci ve ikinci Akabe Biatları, Hudeybiye Antlaşması, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in oğlu İbrahim’in doğumu, Hz. Osman (r.a)’ın şehid edilmesi zikredilebilir.
     Zilhicce ayının milletimiz, memleketimiz, İslam âlemi ve insanlık için hayırlara vesile olmasını Allah’tan temenni ederim. Hac ibadeti için kutsal topraklarda bulunan kardeşlerimizin Haccını Rabbim Mebrur eylesin. 


    01.08.2019 Perşembe Mekke-i Mükerreme


    KAYNAKÇA
     1-Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, V, 432.
     2-Hac Suresi 22/28.
     3-Tirmizî, savm, 52; Ebû Dâvûd, savm, 61.
     4-Şevkânî, Neylü’l-evtar, III, 354.
     5-Müslim; Ebû Dâvûd; İbn Mâce.
     6-Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Şuabü’l-îmân, III, 355.
     7-Buhari, İdeyn 11
     8-İbn Hacer, Fethu’l-Bari, Beyrut, II, 459.
     9-Ebu Davud, Sıyam, 61-63.
     10-Ebu Davud, Sıyam, 64; Tirmizi, Savm 46.

  • EMANET, EHLİYET VE LİYAKAT

     Türk Dil Kurumu’nda “birine geçici olarak bırakılan ve teslim alınan kişice korunması gereken eşya, kimse vb.”1  anlamına gelen “emanet” kelimesi; Arapça’da “güvenmek, korku ve endişeden emin olmak” manasındaki “emn” masdarından türemiş olan emanet kelimesi hıyanetin karşıt anlamlısı olarak isim şeklinde kullanıldığı gibi “güvenilir olmak” anlamında masdar şeklinde de kullanılır. Ayrıca “güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak tevdi edilen şey” manasına da gelmekte olup kelimenin bu son kullanılışı daha yaygındır.2  Kerim Kitabımız Kur’an’da, emanet kelimesi iki ayette tekil, dört ayette çoğul şekliyle geçmekte, aynı kökten gelen değişik fiil ve isim kalıpları da Kur’an’da yer almaktadır.  

    Gerek sözlüklerde ve gerekse emanet kelimesinin geçtiği ayetlerin tefsir ve yorumu münasebetiyle bu kavramın terim anlamı konusunda farklı görüşlere yer verilmiştir. Bakara süresinde zikredilen, “Kendisine emanet bırakılmış olan kimse nezdindeki emaneti iade etsin”4 ifadesi ve diğer bazı ayetlerde zikredilen emanet kavramı, “bir kimseye koruması için bırakılan mal ve eşya” şeklindeki günlük dilde kastedilen dar anlamı yanında, insanın sahip olduğu ve kendisine geçici olarak verilmiş bulunan ruhî, bedenî, malî imkânları da kapsamaktadır. Özellikle, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular; nihayet onu insan yüklendi”5 mealindeki ayet hakkında çeşitli tefsirler, yorumlar yapılmış ve buradaki emanetin “ruhî ve bedenî kabiliyetler, marifetullah, dini vecibeler, okuma yazma” gibi anlamlara geldiği ileri sürülmüştür. İbn Cerir et-Taberi bu ayetteki emanetin Allah’ın kullarına gönderdiği hak din, bu dinin yüklediği vecibe ve hükümler olduğunu ifade eden birçok rivayet naklettikten sonra ayetteki emanetle hem dini vecibe ve yükümlülüklerin hem de insanlar arasındaki emanetlerin, yani bütün emanet çeşitlerinin kastedildiğini belirten görüşün en isabetli yorum olduğunu ifade etmiştir.Zemahşeri ve Fahreddin er-Râzî gibi bazı müfessirler buradaki emanetin “yükümlülük” (teklif) anlamına geldiğini ileri sürmektedirler. Çünkü onlara göre birini yükümlü kılmak demek ondan kendi tabiatına aykırı davranmasını istemek demektir. Ayette göklerin, yerin ve dağların kabul etmediği emanet budur. Zira insan dışındaki varlık türleri ne amaçla yaratıldılarsa o doğrultuda hareket etmek durumundadırlar, kendi tabiatlarına aykırı davranamazlar. Hatta meleklerin ibadetleri bile bir yükümlülük sonucu olmayıp insandaki yeme içme gibi kendi tabiatlarının bir gereğidir.7   Bu şekilde ilk dönem müfessirlerinden itibaren birçok âlim söz konusu ayetteki emaneti, âlemde kendi biyolojik tabiatına aykırı işler yapabilen yegâne varlık durumundaki insana yöneltilmiş yükümlülükler yahut ona yükümlülük taşıma özelliği kazandıran akıl anlamında yorumlamıştır. 

    Emanet, özel anlamda yönetim ve idari görevlerle ilgili bir kavramdır. Nitekim bu bağlamda Nisa suresindeki ayeti celile bu tür emanete, sorumluluğa işaret etmektedir. "(Ey Müminler) Allah size (görev, yetki ve sorumluluk gibi tüm) emanetleri ehline teslim ve tevdi etmenizi, insanlar arasında (ortaya çıkan herhangi bir ihtilafı çözüme kavuşturmak üzere) hakemlik yaptığınız zaman da adalet ve hakkaniyetle hüküm vermenizi emreder. Bakın, Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitendir, bilendir”8  mealindeki ayette ahlâkla hukukun en geniş kapsamlı ilkelerinden olan emanet ve adalet kavramları bir arada zikredilmiştir. Bu ayet müfessirlerce din ve şeriatı bütünüyle kapsayan, temel hükümleri ortaya koyan bir ayet olarak değerlendirilmiştir. Taberi’ye göre ayet, özellikle devlet adamlarının hem emanet hem de adalet ehli olmalarını gerekli kılmıştır. Emanet ehli olmaları, ülke imkânlarını halka haksızlık yapmadan paylaştırmalarıyla, adalet ehli olmaları da bütün kararlarında hukuka riayet etmeleriyle gerçekleşir.9 İslam âlimleri genel olarak bu ayetin iş başında bulunan idareciler hakkında indirildiği kanaatindedirler.  Çünkü her işi ehline tevdi etmek ve adâletle hükmetmek, öncelikle onların görevidir. Ancak bugün seçimle iş başına gelen/getirilen yöneticileri seçme şansına sahip toplumlarda/ülkemizde bu sorumluluk, seçme imkânına sahip herkese râcidir. Çünkü seçmek de emanete ehil aramak demektir. Ayette emanetin ehline verilmesinin ilahi bir emir oluşundan sonra adâletin emredilmesi, âdil olmak için önce emin olmak gerektiğine işarettir. Emin olmak emanete ehil olmakla eşdeğerdir. Emaneti bilen, onu ehline verir/ehlini seçer işbaşına getirir. Dünyanın düzeni, emanetlerin ehline verilmesiyle/ehliyet ve liyakat sahibi olanların seçilmesi ve işbaşına getirilmesiyle payidar olabilecektir.  

    Emanetle ilgili diğer bir ayette Yüce Allah: “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygambere hainlik etmeyin. Sonra bile bile kendi emanetinize hainlik etmiş olursunuz.”10 Buyurmuştur. Hıyanet, emanete riayet etmemek, genellikle sahibinin bilgisi dışında hak yemek, hukuku çiğnemek, ödev ve görevi hakkıyla yapmamaktır. Allah’a karşı kulluk ödevlerini yapmayanlar O’nun hakkını çiğnemiş, kullarına emanet ettiği yükümlülüklere hıyanet etmiş olurlar. Resul, aynı zamanda ilk İslâm toplumunun lideri ve devletinin başkanıdır. Onu hakkıyla desteklemeyenler, devlet sırlarını yabancılara açanlar, şahsî menfaatlerini ümmetin menfaatine tercih edenler de ona hıyanet etmiş sayılırlar. İnsanlar arasında güvene dayalı alışveriş ve diğer ilişkilerde güveni kötüye kullananlar, başkalarının bilmeme ve görmemelerinden yararlanarak haklarını çiğneyenler de hemcinslerine hıyanet etmiş olurlar. Hıyanet bir ahlâkî kusurdur, ayıptır, yerine göre günahtır ve İslâm’da şiddetle yasaklanmıştır. 

    Yahudilerden Kurayzaoğulları hicretin ilk yıllarında yapılan saldırmazlık ve dayanışma antlaşmasını bozmuş, Müslümanları arkadan vurmaya kalkışmışlardı. Peygamberimiz onların kalesini kuşatıp sıkıştırınca anlaşma istediler, fakat “Senin hükmüne razı olmayız, Sa‘d b. Muâz’ı hakem tayin ediyoruz” dediler. Müslümanları temsilen görüşmeye giden Ebû Lübâbe’nin bazı Yahudilerle menfaat ilişkisi ve orada bir kısım aile fertleri vardı; bu sebeple onlara, yanlış adamı hakem seçtiklerini söyledi, boğazını kesme işareti yaparak bunun kendilerini ölüme götüreceğini ifade etti. Sonra da bu yaptığını Müslümanlara hıyanet sayarak pişman oldu, kendini mescidin direğine bağladı ve bağışlanmasına kadar açlık grevi yapacağını söyledi. Dokuz gün bağlı ve aç yaşadı. Sonra Hz. Peygamber onun bağışlandığını açıkladı, elleriyle çözdü. O da kefaret olsun diye bütün malını dağıtmak istedi, Resûlullah ’ın tavsiyesi üzerine bunu üçte bire indirdi. Açıklanan ayetin bu olay üzerine nazil olduğuna dair rivayetler vardır.11   

    Nitekim Efendimiz (sav)’e, kıyametin ne zaman kopacağını soran birine: “Emanet zayi edildiği zaman”  cevabınım verdi. Ardından o kimse “Emanet nasıl zayi olur” diye sorması üzerine ise: “Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!”12 buyurdu.   Emanetin ehil olmayan kimselere tevdi edilmesi/seçilerek göreve getirilmesi demek, bilgi ve liyakatine bakmadan insanlara yetki ve sorumluluk vermek demektir. Bilgisiz, liyakatsiz, -ehil insanlar üstlendikleri görevleri gereği gibi yürütemeyeceğinden işler çığırından çıkar. Bu da o işin, ya da o ülke ve bölgenin, o şehrin kıyameti demektir. Hadis-i şerifte zikredilen “kıyameti bekle” ifadesinde kastedilen öncelikle dünyanın sonu demek olan kıyamet ise de büyük kıyametin şartlarını hazırlayacak olan bu tür küçük kıyametlerdir. Konuya bu açıdan baktığımızda emanet ve kıyamet ilişkisi önem arzetmektedir. İşi ehline vermek; ya da her iş için ehil adamlar yetiştirmek ve yönetimi muktedir ve ehil insanlara vermek, işin doğrusu budur. Öyleyse liyakatin ölçüsü ne olacak? Söz bu noktaya gelince Mahir İz hocanın yıllar önce, gerek siyasi konularda, gerekse gündelik hayatta görev verilecek insanın özellikleri sorulduğunda verdiği cevap: “Bir iş için aradığınız adamda sırasıyla şu üç vasıf bulunmalı: 

    1. İşini iyi bilen ve yapan (liyakat ve ehliyet sahibi), 

    2. Doğru ve dürüst, 

    3. İnançlı ve dindar”. 

    Yanındakiler: Hocam inançlılığı ve dindarlığı birinci sırada bulunması gerekmez mi? Siz onu üçüncü sıraya bıraktınız. Mahir İz Hoca’nın cevabı çok arifane olur ve şu manidar cevabı verir: “Oğlum siz câmiye imam veya tekkeye şeyh arıyorsanız dediğiniz doğru. Ama işe adam arıyorsanız, doğrusu adamın önce işini bilmesidir. İşini bilmeyen bir doktor, beceriksiz bir avukat veya âciz bir siyasetçi inançlı ve dindar olsa, ama doğru ve dürüst olmasa ne faydası var? Öyleyse doğru sıralama budur” der.  

    Peygamberan-ı Kiram'ın sıfatlarındandır Emanet. Peygamberler emindirler. Gerek din, gerekse dünya hususunda her türlü itimada şayandırlar. Peygamberler her hususta mutlaka doğruyu söylerler ve kendilerinden asla yalan sadır olmaz. Malûm olduğu üzere Resûl-i Ekrem (sav) kendisine vahiy gelmeden önce de; çevresinde doğruluğu ile maruftu. Herkes onun için "Muhammedü'l Emin" diyorlardı. İslâm'a düşmanlığı ile meşhur Ebû Cehil bile Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben “Biz sana yalancı demiyoruz. Çünkü senin ne kadar emin sadık olduğunu hepimiz biliyoruz”. 

    Ehliyet ve liyakat, iş yapmaya uygunluk ve yararlılık durumudur. İş başına getirilen yahut seçilen yönetici/idareci, işi ile ilgili kabiliyetlere sahip olması gerekmektedir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v) Ebu Zer (r.a)’le ilgili, “Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur.”13 buyurmuştur. Ancak; Hz. Peygamber (s.a.v)’den idarecilik görevi isteyen Ebû Zer el-Gıfârî’ye, “Sen güçsüzsün; bu iş/idarecilik emanettir; emanet/idarecilik, üstesinden gelemeyen kimse için kıyamet gününde zillet ve perişanlık doğurur”14 buyurmuştur ve yönetici olma isteğini reddetmiştir. Yöneticiler/idareciler için adalet, ehliyet, liyakat, kabiliyet, bilgi, dürüstlük ve özellikle güvenirlilik olmazsa olmaz şartlardır. Bu bağlamda Hz. Yusuf (a.s) kıssasında, kralın yanına alacağı danışman için “…makam sahibi güvenilir”15, yine Hz. Yusuf (a.s)’un görev isterken “…iyi koruyucu/muhafaza edici ve bilgili bir kişiyim”16 demesi ve Hz. Şuayb (a.s)’ın kızının, Hz. Musa (a.s) için kullandığı “…güçlü ve güvenilir”17  ifadeleri, işin ehli ve liyakat sahibi olmalarını göstermekte ve ifade etmektedir. Kur’anı Kerim Hz. Davud (a.s), Hz. Süleyman (a.s), Hz. Yusuf (a.s)’ın iyi yönetici örneklerini anlattığı gibi, Firavun ve Nemrut gibi kötü yöneticileri de anlatır.  

    Hâsılı, bu bilgilerden sonra demem odur ki; İstanbul’umuzu emanet edecek olduğumuz bir seçim arefesindeyiz. Seçilecek ve oy verilecek adaylarda iş bilirlik; yani ehliyet ve liyakati ilk şart görmek gerekir. Ondan sonra doğruluk ve dürüstlük gelir. Bunlardan biri başarıyı, diğeri güveni beraberinde getirir. Dindarlık ve inanç da önemli, ama ilk ikisi olmadan kişinin ancak kendisine faydalı olabileceği söz konusu olabilecektir, topluma ve halka değil! Bu bağlamda şunu da ilave etmek güzel olsa gerek, inançlı ve dindar insan genel anlamda emanet şartlarını taşıyan iyi bir kuldur. İş bilen ve doğru insan ise yönetim anlamındaki emanetin şartlarını taşıyan kimse demektir. 

    Nisa Suresinin 58 nolu ayeti ve iniş sebebi ile yazımı noktalayayım. Peygamberimiz (s.a.v) Kâbe’nin anahtarını, Mekke'nin Fethi günü Osman b. Talha'dan istemiş; Kâbe açılarak içi putlardan temizlenmiş ve Peygamberimiz (s.a.v) Kâbe’nin içinde iki rekât namaz kılmış ve çıkmıştı. Peygamberimiz (s.a.v)'in amcası Hz. Abbas (r.a), Efendimizden Sidane/Hicabe görevinin Haşimoğullarına/kendisine verilmesini istemişti. Ancak; Efendimiz (s.a.v), bu görevi daha önce deruhte eden, ehliyet ve liyakat sahibi olan Osman b. Talha'ya görevine yine devam etmesi için Kâbe’nin anahtarını vermişti. Hz. Ömer (r.a)'in ben Allah'ın Resulü'nden daha önce duymadığım bir ayeti duydum demiş ve Allah Resulü (s.a.v) hemen oracıkta Kâbe’nin içinde inen ayeti okumuştu: "(Ey Müminler) Allah size (görev, yetki ve sorumluluk gibi tüm) emanetleri ehline teslim ve tevdi etmenizi, insanlar arasında (ortaya çıkan herhangi bir ihtilafı çözüme kavuşturmak üzere) hakemlik yaptığınız zaman da adalet ve hakkaniyetle hüküm vermenizi emreder. Bakın, Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitendir, bilendir.” (Nisa:4/58) Netice-i kelam, Efendimiz (s.a.v)'in görevi ehline, Osman b. Talhaya tevdi ettiği örnekliğinde olduğu gibi, bizim de, İstanbul Şehremaneti/Belediye Başkanlığı görevine kimin daha ehliyetli, emanet ve liyakat sahibi olduğunu, sözünde duran, nifak alameti taşımayan, sorumluluk sahibi olanı; akl-ı selimle karar vererek, sandıklara gidip oylarımızı kullanalım. Kalın sağlıcakla. Selam ve dua ile...

    21.06.19 Saraçhane/İstanbul 

     

     

     

    Kaynakça  

    1- Tdk https://www.tdk.gov.tr/ 

    2- Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredat, “emn” md.Lisânü’l-ʿArab, “emn” md. 

    3- M. F. Abdülbaki el-Muʿcem, “emn” md. 

    4- Bakara Suresi, Ayet 283. 

    5- Ahzâb Suresi, Ayet 72. 

    6- Camiʿu’l-Beyân, XII, 53-57. 

    7- Keşşâf, III, 276-277; Mefâtîḥu’l-Ğayb, XXV, 234-237. 

    8- Nisa Suresi, Ayet 58. 

    9- Câmiʿu’l-Beyân, IV, 145-146. 

    10- Enfal Suresi, Ayet27. 

    11- Kurtubî, VII, 395; İbn Kesîr, III, 581. 

    12- Buhâri, İlim, 2, Rikak, 35; İbn HanbelMüsned, II, 361. 

    13- Tirmizimenakıbİbn Mace, sünnet 11. 

    14- Müslim, “İmâre”, 16. 

    15- Yusuf Suresi, Ayet 54. 

    16- Yusuf Suresi, Ayet 55. 

    17- Kasas Suresi, Ayet 26. 

     

  • RAHMET, MAĞFİRET VE CEHENNEMDEN KURTULUŞ AYI RAMAZAN-I ŞERİF

    Yeryüzünde her şeyin bir yaratılış gayesi(1) olduğu gibi eşref-i mahlukat olarak yaratılan insanın(2)da bir gayesi vardır. Bu gaye, hak ve adaleti tesis etmektir. İbadetlerimiz, bu gayenin gerçekleşmesi ve iradelerimizi, bu uğurda eğitmek için vardır. Günde beş vakit namazdan nafile olan teheccüde kadar; en küçük bir sadakadan zekât ibadetine kadar her şey, bir taraftan toplum düzeninin oluşmasına katkıda bulunurken öbür taraftan ferdin iradesini eğitime tabi tutar. İbadetle eğitilmeyen iradeler önce heva’nın, arzu ve isteklerin, şeytanın, sonra da başka insanların esiri olmaya mahkûm olur. 
    Manevi güzelliklerle dolu olan Ramazan ayı, Müminler için bir Rahmet ve Mağfiret (bağışlanma) mevsimidir. Bu kıymetli zaman dilimini ibadet ve iyiliklerle değerlendiren mümin, ebedi mutluluğun kapısını aralar. Cehennemden kurtuluş beratını alarak zaman ve mekân cennetine doğru yol alır. Rahmet Peygamberimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı gelince, cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulurlar.”(3) Bu hadisi şerif gösteriyor ki; ramazan ayında iyi işler yapıp kötülüklerden sakınan mümine cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır. Oruç sayesinde nefsine hâkim olup şeytana uymadığı için de, şeytanın eli kolu bağlanmış ve etkisiz hale gelmiş/getirilmiş olur. 
    Mümin, niyetli bir ramazan yaşamaya kararlı olmalıdır. Burada oruç tutmak için gerekli olan niyetten söz etmiyoruz. Merkezi Allah rızası olan bir niyeti kast ediyoruz. Hz. Peygamberimiz (sav) “Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Herkese niyet ettiği şey vardır.” (4) buyurmaktadır. O halde amel edenin gerçek değeri amel edenin niyetinde gizlidir. Ayrıca Peygamberimiz (sav), “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” (5) buyurmaktadır. 
    Ramazanı şerifte niyetlerimizi sağlam tutmalıyız ki, adetlerimiz ibadete dönüşsün. Ziyaretlerimiz, ziyafetlerimiz, ikramlarımız, infaklarımız ibadet olsun. Dolayısıyla Allah için almalı, Allah için vermeli, Allah için ikram etmeli, Allah için okumalı, Allah için kılmalı… Kısaca her şeyde Allah rızası gözetilmelidir. 
    Ramazan, kaybolan değerleri yeniden kazanma, her yıl aşınan değerleri onarma ve gönül estetiğini yakalama fırsatı verir. Ramazan ayında oruç, iradeleri sabırla eğitir, farkındalık bilinci kazandırır. Ramazanda iftar cömertliği, ikramı ve paylaşmayı öğretir. 
    Ramazan okulunun programı, bizzat Allah tarafından tanzim edilmiştir. Sahurla başlayıp iftarla son bulan bu programa, müminleri rahata kavuşturan teravih, gündüzün sıyamına/orucuna gecenin kıyamı/namazı Hz. Peygamber (sav) tarafından eklenmiştir. Sahur da Hz. Peygamber (sav) buyruğuyla bu programın bir parçası olmuştur. Sahur, sadece ertesi gün açlığa daha iyi dayanmak için tavsiye edilmemiştir. Müminler, duaların reddedilmediği seher vaktinde uyanık kalarak bu eğitime, arınmaya, kulluğa hız kazandırırlar.
    Ramazan okulunun gayesi, orucun farziyeti ile ilgili ayetin devamında geçen "leallekum tettekûn" ifadesinde gizlidir. Bu ifade, "korunmanız için" diye tercüme edildiği gibi "arınmanız için" diye de tercüme edilmektedir. Özellikle çağımızda yazılı ve görsel medyaya, içinde yaşadığımız topluma ve dünyamızda yaşanan olaylara baktığımızda, insanlığın gerçekten çok kirlendiğini ve arınmaya, maddi ve manevi temizlenmeye çok ihtiyacının olduğunu üzülerek görmekteyiz. Bugün insanlık, bu noktada gerçekten çok kötü bir imtihan veriyor. Onun için Ramazan, dolu olarak geliyor ki; bu, rahmettir, mağfirettir, arınmadır, tezkiyedir, takvadır. Ama giderken de yine dolu olarak gitmelidir. Ramazan kelime anlamıyla "kavurucu ateş" demektir. Dolayısıyla Ramazan, kötülükleri yakıp götürmelidir ki, insanlık ondan istifade edebilsin. 
    Ramazan okulunun programı otuz günlük bir programdır. Günlük program, sahurla başlar. Mümin, sahura kalkarak programa kaydını yaptırmış olur. Sahur, Kur'an-ı Kerim'de yoktur. Kur'an-ı Kerim'de imsak vardır. Programın ana maddeleri bizzat Allah tarafından belirlenmiştir. Programın birtakım yönetmelikleri, bir takım teferruatı ise Hz. Peygamber (sav) tarafından belirlenmiştir. Sahur, bizzat Hz. Peygamber (sav) tarafından programa dâhil edilmiştir. Gecenin belli bir vaktinde bütün müminlerin sahura kalkıp, Allah rızası için oruca niyet etmeleri gerçekten müthiş bir hadisedir. Sahur, açlığa hiç dayanamayan insanlar için önemlidir. Bunun gibi birçok önem sayılabilir. Ama en önemlisi bir ibadete uyanık başlamaktır. Bütün insanlığın gaflet uykusuna daldığı bir sırada, uykuyu bölüp kalkmak, aileye o ilahi rahmeti getirmek, aile efradını sofranın etrafında bir araya getirip seher vaktine neşe katmak, gerçekten çok önemlidir. Seher vaktinin, ayrıca Allah katında ayrı bir değeri vardır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (sav) sahuru, bereket kavramıyla birlikte zikrederek, "Sahura kalkın. Çünkü sahurda bereket vardır" (6) buyurmuştur. 
     Ramazan okulunun programında imsak vardır. İmsak, kelime anlamı itibariyle "tutmak" demektir. Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde, “Yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi bırakmayan bir kimsenin, yemeği ve içmeyi bırakmasına, aç kalmasına, Allah'ın ihtiyacı yoktur!”(7) buyurmuştur. Oruç, sadece karnı aç bırakmaktan ibaret değildir. İmsak’tan itibaren insan, bütün organlarını tutabiliyorsa, her türlü kötülükten ve günahtan uzak durabiliyorsa gerçek imsak, gerçek oruç budur. Hatta birisi gelir kendisine sataşırsa, Peygamberimiz (sav): "…Ben oruçluyum desin”(8) buyurmaktadır. Bazı İslâm bilginleri orucu üçe ayırmıştır. Avam orucu, havas orucu, havassu'l-havas orucu. İmam Gazali meşhur eseri İhya'da orucun üç mertebesinden bahsederken, vücutta iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan iki azayı yani mide ve üreme organı, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten ibaret olan orucu, “sıradan insanların orucu” (avam orucu) olarak görür. Gözü, kulağı ve diğer azaları günahtan korumayı sağlayan orucu “özel kişilerin orucu” (havas orucu) olarak görür ve tüm bunlara riayet ettikten başka, kalbini düşük amellerden, dünya düşüncelerinden kısaca masivadan arıtarak bütün varlığıyla Allah'a bağlanmayı ise “daha özel kişilerin orucu” (ehessu'l-havas orucu) diye tanımlar.  Oruç tutuyor ama sövüyor, sayıyor, küfrediyor, ağzından çıkanı kulağı duymuyor, kalp kırıyor, zulmediyor, bağırıyor, çağırıyor, hakaret ediyor, alay ediyor, yalan söylüyor... Bunlar, oruç ibadetinin hikmetine aykırı olan şeylerdir. Bazı insanlar, Ramazan ayında işlemedikleri kötülükleri Ramazan'ın dışındaki aylarda işlemekte herhangi bir beis görmeyebiliyor. Bu, çok yanlıştır. Ramazan, on bir aydaki gündelik iş yorgunluğunu biraz kenara bırakarak, manevi duyguları daha iyi yaşayıp tadabilmemiz için vardır.
    Ramazan okulunun programında Kur'an okumak vardır. Mukabeleler vardır.  Hz. Ali (r.a)'nin,  "Düşünmeksizin Kur'an okumanın hayrı yoktur" sözünü göz önünde bulundurarak, anlamını düşünerek, içten gelen bir duygu ile gözlerden yaşlar akıtarak, tane tane okumak ve mucibince de amel etmek gerekir. Nitekim Yüce Allah: “Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?”(9) buyurmaktadır.
    Ramazan okulunun programında iftar vardır. İftar, Hz. Peygamber (sav)'in duaların kabul edileceği vakit olarak ifade ettiği, bütün aile fertlerinin, manevi açıdan dolu dolu geçen bir günün sonunda bir sofra etrafında bir araya gelmesi, manevi değerinin ölçülemez olduğu çok değerli bir vakittir. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde: "Oruçlunun iki sevinci vardır. Biri iftar vaktindeki sevinci, diğeri de Rabbi ile bulaşacağı zamanda duyacağı sevinçtir."(10) buyurmuştur. İftar vakti işte böyle sevinçli bir andır.
    Ramazan okulunun programında teravih vardır. Teravih, programın içerisine bizzat Hz. Peygamber (sav)'in koyduğu, şekillenmesinde Hz. Ömer (r.a)'in rolünün olduğu güzel bir ibadettir. 
    Ramazan okulunun programında zekât vardır. Ramazan, aynı zamanda zekâtın mali yılıdır. Müslümanlar,  zekâtlarını Ramazan ayında vermeyi gelenek haline getirmişlerdir. Zekât, zenginin malındaki fakirin hakkıdır ve sosyal bir tesanüttür. 
    Ramazan okulunun programında sadaka-i fıtr vardır. Fakirlere, kimsesizlere, yetimlere, dullara, düşkünlere yardım vardır. Ramazan okulunun programı çok zengindir. Programda namaz vardır, kıyam vardır, kıraat vardır, teheccüd vardır, nafile ibadetler vardır, infak vardır, teravih vardır, kadir vardır, Kur'an vardır, mukabele vardır, ilim vardır, irfan vardır, itikâf vardır, ibadet vardır, iyilik vardır, güzellik vardır, tevbe/istiğfar vardır, terbiye vardır, arınma vardır, korunma vardır, orucun neşesi bayram vardır... 
    Ramazan okulunun programı, bizzat Allah tarafından tanzim edilmiştir. Sahurla başlayıp iftarla son bulan bu programa, müminleri rahata kavuşturan teravih, gündüzün sıyamına gecenin kıyamı Hz. Peygamber (sav) tarafından eklenmiştir. Sahur da Peygamber (sav) buyruğuyla bu programın bir parçası olmuştur. Sahur, sadece ertesi gün açlığa daha iyi dayanmak için tavsiye edilmemiştir. Müminler, duaların reddedilmediği seher vaktinde uyanık kalarak bu eğitime hız kazandırırlar.
    Üstelik bu okulda, hiçbir mektepte, medresede ve üniversitede olmayan bir eğitim vardır. Şer’î mazereti olmayan her insanı kendine öğrenci olarak kabul etmiştir. Bu okulda belki akıl ve ilim verilmez. Ancak akıl ve ilmin ön şartı olan iradeler eğitilir. İslâm’daki birçok ibadetlerde olduğu gibi Ramazan okulunda tutulan oruçlar, irade hürriyetini temin etmeye yöneliktir. Çünkü irade hürriyeti manevi vasıflarla kaimdir. Vahiy ve Kur'an ayı olan Ramazan boyunca tutulan oruçlar, insan iradesini, heva ve heveslerin, istek ve arzuların esaretinden kendini kurtarma çabasıdır. İnsan bu okulda, Allah’ın çağrısına cevap vermeye hazır olabilmek için kendine hâkim olmayı öğrenir. Hayvani içgüdülerle bağları koparma imkânı veren bu kendini kontrol, bizzat kendimize karşı bir vazife ve sorumluluktur. 
    Kendisini tuttuğumuzu sandığımız oruç, aslında bize kendimizi tutmayı öğretiyor. Yeme-içme, öfke ve şehvet güdümüzü denetim altına almamızı sağlıyor. Eğer insanın aklı, öfke ve şehvet güdülerine egemen olursa, o kimseden erdemli davranışlar; eğer öfke ve şehvet güdüleri akla egemen olursa, o kimseden sevimsiz davranışlar meydana gelir. İşte bütün bu noktalarda da oruç insanı eğitiyor, cemiyet için faydalı ve kendisinden korkulmayan, emin bir insan karşımıza çıkıyor. Büyük İslâm düşünürü İmam-ı Rabbani'nin şu sözü buna işaret etmektedir: ''Bir kimsenin ramazan ayı düzgün geçerse, senenin diğer kalan ayları da düzgün geçer.” Demek ki mümin kul oruç tutar, oruç da insanı tutar. İnsanın nefsini ıslah etmekle onun ruhunu incelterek, iyiliklerin ve güzelliklerin paylaşılmasına motive eder. Örneğin, yoksul ve kimsesizlere yemek yedirmek, giydirmek, felakete uğramış olan kimselerin biraz olsun acılarını dindirmek, sıkıntılarını hafifletmek için maddi-manevi yardımlarıyla katkıda bulunmak, herhangi bir yerde toplumun menfaatine yapılacak yararlı bir iş varsa, hemen oraya koşmak gibi. Bütün bu güzellikler, orucun gönüllerde estirdiği değişim rüzgarlarının bir sonucudur.
    Oruç, namaz gibi bedenî bir ibadettir. Oruç bir ay müddetle bütün iç organlarımızı özellikle midemizi ve karaciğerimizi dinlendirir. Bedenin hareketini düzenler. Bedene güzellik ve zindelik verir. İnsanlarda ulvî duygular uyandırır. Allah’a bağlılığı artırır. Bu sebeple Hz. Peygamber (sav)’in: ''Oruç tutun, sıhhat bulun” (11) buyurmalarının temel esprisi budur. 
    Oruç, duygu eğitiminin önemli boyutları olan, sevgi, estetik, iyi ahlâk ve şefkat duygularını geliştirir. İnsanlar arasında sosyal bağların güçlenmesine vesile olur. 
    Oruç, insanlarda bencilliği giderir; paylaşmanın bir erdem olduğunu hatırlatır. İnsanı sosyalleştirir; insana, yoksulları koruyacak bir sorumluluk duygusu ve alışkanlığı kazandırır. 
    Oruç, mülkün ve her şeyin temeli olan adaletten uzaklaşmamak gerektiği eğitimini verir. Sahip olduğumuz nimetlerin değerini anlamamıza yardımcı olur. 
    Oruç, açlık ve susuzluğun ne anlama geldiğini bizzat yaşayarak, başımıza gelebilecek savaş hâli, yoksulluk, deprem gibi nice mahrumiyetler karşısında nasıl sabır gösterilerek direnilebileceğini öğretir. Bu açıdan oruç, en güzel bir eğiticidir. 
    Oruçlu insan; yalan, gıybet, iftira, hile, aldatma, her türlü kötü söz ve davranışlardan uzak, bütün sosyal ilişkilerinde, söz ve sözleşmelerinde, iş ve işlemlerinde dürüst ve dosdoğru olmalıdır.
    Sağlıklı bir topluma ulaşmanın yegane yolunun, her yönüyle eğitilmiş olgun bireylerle sağlanacağı bilinen bir gerçektir. Bu nedenle Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de fertlere, manevi arınmayı gerçekleştirmelerini pek çok ayetiyle emretmiş ve huzurlu bir toplum oluşturmanın yolunun bu olduğunu ısrarla vurgulamıştır: ''Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.'' (12)
    Müminlere bir ikram olarak sunulan Ramazan ayı; ibadet, tevbe, dua, zikir, arınma, sosyal yardımlaşma ve dayanışma ayıdır. Ramazanda orucu bozacak maddi şeylerden kaçınmak ne kadar önemli ise, onun manasını bozan, sevabını götüren İslâm adabına aykırı davranışlardan sakınmak da önemlidir. Öyleyse, her türlü hayrı, rahmeti, bereketi ve daha nice güzellikleri bünyesinde barındıran Ramazan ayını gereği gibi değerlendirelim. Oruçlarımızı Allah’ın emrine uygun olarak her türlü haram ve kötü davranışlardan sakınarak, bütün uzuvlarımızla tutalım. Tuttuğumuz oruca zarar verici her türlü olumsuz söz, fiil ve davranışlardan uzak duralım. Bu ayı fırsat bilip kendimizi gelecek yıllara ve âhiret hayatına manen hazırlayalım. Belki bir sene sonraki Ramazan ayına yetişilemeyebiliriz. Bunun idraki içinde olalım. 
    Aziz Peygamberimiz (sav)’in bir hutbesi ile yazımızı nihayete erdirelim: Ramazan’ın fazileti ile ilgili olarak, Selmân-ı Fârisî (r.a)’ın şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlullah (sav) bize Şaban ayının son günü bir hutbe irat etti ve şöyle buyurdu:
    “Ey Müslümanlar!
    Büyük ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu, içinde “bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu bir aydır. Bu ay, Allah Teâlâ’nın, gündüzlerinde orucu farz; gecelerinde teravih namazını nafile olarak meşru kıldığı (mübarek) bir aydır. Bu ayda kim bir hayır işlerse, başka zamanlarda bir farzı yerine getiren kimse gibi sevap kazanır. Bir farzı eda eden de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getiren gibi sevap kazanır. Bu ay, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da cennettir. Bu ay, ihsan, yardım ve eşitlik ayıdır. Bu ay, müminin rızkının arttığı bir aydır. Kim bir oruçluyu iftar ettirirse bu, onun günahlarının bağışlanmasına ve cehennemden kurtulmasına sebep olur. İftar ettirdiği Müslüman’ın aldığı sevaptan bir şey eksilmeksizin onun kazandığı kadar da ayrıca sevap kazanır.” Bizim hepimiz bir oruçluyu iftar ettirecek imkâna sahip değildir… dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav); “Allah Teâlâ bu sevabı bir oruçluyu bir hurma veya bir yudum su ya da bir içim süt ile iftar ettirene de verir” buyurduktan sonra hutbesine şöyle devam etti: “Bu ay, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Kim (bu ayda) emri altındakilerin yükünü hafifletirse, Allah onu bağışlar ve cehennemden âzât eder. Bu ayda dört şeyi çok yapınız. Bunların ikisi ile Rabbinizi hoşnut edersiniz; ikisinden de zaten uzak kalamazsınız. Rabbinizi hoşnut edecek iki işiniz; “lâ ilâhe illellah” diyerek Allah’ın birliğine şehâdet etmeniz ve bağışlanma/mağfiret dilemenizdir. Uzak kalamayacağınız öteki iki şeye gelince, onlar da Allah’tan cenneti isteyip, cehennemden kurtulmayı dilemenizdir. Kim bir oruçluyu doyuracak olursa, Allah onu benim havuzumdan sulayacak, o da cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmeyecektir.” (13)
    Ramazanı Şerifinizi şimdiden tebrik eder, feyz ve bereketinden istifade etmenizi Yüce Allah'tan niyaz ederim. 

     

    KAYNAKÇA
    1- Zariyat Suresi, Ayet 56
    2- Tin Suresi, Ayet 4
    3- Buhari, Savm, 5, II,227
    4- Müslim, İmare 155, II,1516
    5- Kenzu’l- Ummal, Beyrut 1985, III, 419-425
    6- Buharî, Savm, 20
    7- Buhari, Savm, 8; Tirmizi, Savm, 16
    8- Buharî, Savm 9; Müslim, Sıyam 163
    9- Muhammed Suresi, Ayet 24 
    10- Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163
    11- Ebu Nuaym, Kitabu’t Tıb
    12- Şems Suresi, Ayet 9-10
    13- İbn Huzeyme, Sahih, III., 191-192 (Thk. M. M. A’zamîa), Beyrut, 1975
    * Yazının kaleme alınmasında DİB Aylık Dergisi 2005 Ekim sayısından istifade edilmiştir.

  • İSRA VE MİRAC KANDİLİ VE MESCİDİ AKSA

    İsra ve mirac olayı yüce Allah’ın sevgili Peygamberine bir mükâfatı, büyük bir ihsanı, eşsiz bir armağanı ve ilahi bir mucizedir. Aynı zamanda Müminlerin de Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’e imanlarının test edilmesidir isra ve mirac hadisesi. Mirac ile ilgili hadisi şeriflerde “Yükseğe çıkarıldım” “uruc” kelimesi kullanıldığından bu olaya “mirac” denmiştir. Yüce Allah’a yakınlığın en üstün derecesi olan isra ve mirac; beşer anlayışı çizgisinin ötesinde bir olaydır. Çünkü bu olayın fizik kanunları ile açıklanması mümkün değildir. Yüce Rabbimiz: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescidi Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksaya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.”(1)  buyurmaktadır. İsra ve mirac, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’in Allah’ın sonsuzluğu, yüceliği ve O’nun nihayetsiz kudretine yaptığı en görkemli şahitliktir. Rabbimiz, bu şahitlikte gerçek yüceliğin yalnızca kendisine ait olduğunu Efendimiz (s.a.v.)’in şahsında beşeriyete bir kez daha göstermiştir. Aynı zamanda arınma, yücelme ve kulluğun zirvesine erişmenin yollarını da öğretmiştir. Âlemlerin Rabbi, teslimiyet, sadakat, ahlak, doğruluk, dürüstlük timsali olan Kutlu Nebi’yi isra ve mirac ile taltif buyururken biz kullarına da mesajlar vermiştir. Buna göre, ömrünü bu yüce değerlerle tezyin edenler, kulluk basamaklarında her daim yükseleceklerdir. “Hadis kaynakları ile siyer ve delâil kitaplarında isrâ ve miracla ilgili birçok rivayet mevcuttur. Buhârî ve Müslim’de yer alan rivayetlerin ortak noktalarına göre olay şu şekilde cereyan etmiştir: Bir gece Resûlullah, Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde- Cebrail geldi; göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapattı. Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e götürdü. Resûl-i Ekrem Mescid-i Aksâ’da iki rek‘at namaz kılıp dışarı çıktığında Cebrâil biri süt, diğeri şarap dolu iki kap getirdi. Resûlullah süt dolu kabı seçince Cebrâil kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardından onu alıp dünya semasına yükseltti. Semaların her birinde sırasıyla Âdem, Îsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ (aleyhimusselam) peygamberlerle görüştü; nihayet Beytülma‘mûr’un bulunduğu yedinci semada Hz. İbrâhim (a.s)’le buluştu. Sidretü’l-müntehâ denilen yere vardıklarında yazıcı meleklerin kalem cızırtılarını duydu ve Allah’ın huzuruna çıktı. Burada Cenâb-ı Hak elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in huzûr-i ilâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyaloğu devam etti” (2) İsra ve miraç, bir yünüyle Allah’a vuslat, bir yönüyle de Allah’ın yasakladıklarını terk ediştir. Biz müminler için müjdedir miraç. Rabbimiz, kendisine ortak koşmayanların büyük günahlarının bağışlanacağını bu kutlu gecede müjdelemiştir. Peygamberimiz (s.a.v) böylece bu mübarek yolculuğu tamamlayarak aynı gece evine döndü. Peygamberimiz (s.a.v) evine döner dönmez gece olup bitenleri ailesine ve arkadaşlarına anlattı. Her söylediğinin gerçek olduğunda şüphe olmayan Peygamberimiz (s.a.v)’e ailesi ve arkadaşları inanmıştı. Mekkelilerin bazıları olayı duyar duymaz şaşkına dönmüşler; bir gecede bu kadar yer hiç gezilir mi demişlerdi. Çünkü onlar mirac'taki üstün gerçekleri kavrayacak seviyede değillerdi. Bu sebeple mirac olayı kendilerine anlatılınca inanmadılar. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirdikleri için böyle şey olur mu? Dediler. Kâinatta olup bitenlerden, Allah'ın sonsuz kudretinden haberleri yoktu. Kervanların bir ayda gidip bir ayda geldikleri mesafeyi Muhammed bir gecede nasıl alabilecek, dediler. Hâlbuki Hz. Muhammed (s.a.v) onların kullandıkları vasıtaları kullanmış değildi. O, Burak'a binmişti. Burak, şimşek manasındaki berk kökünden gelir. O halde mirac'ta şimşek sür'ati vardır. Mekkeliler bu olay karşısında şaşkına döndüler. Hemen Hz. Ebû Bekir (r.a)'e koştular ve Peygamberimiz (s.a.v)’in isrâ'ya dair verdiği haberi ona naklettiler. Hz. Ebû 2 Bekir (r.a) onlara: “Muhammed (s.a.v.)'in doğru sözlü olduğuna kanaatim vardır. Bu kanaatimi size de bildiririm” dedi. Onlar: Demek Muhammed bir gecede Mescid-i Aksâ'ya gidip sonra dönüp geldiğini sen de tasdik mi ediyorsun? Dediler. Hz.Ebû Bekir (r.a): Evet, tasdik ediyorum. Değil bu, bundan daha ziyade uzaklarına da meleklerin gökten haber getirdiklerine de inanmışımdır, dedi. Bu cihetle Ebû Bekir (r.a)'e "Sıddık" denildi. Peygamberimiz (s.a.v)’in daha önce Mescid-i Aksâ'ya gitmediğini biliyorlardı. Onun için kendisine Mescid-i Aksâ ile ilgili sorular sordular. Peygamberimiz (s.a.v.) çok bunaldı. Çünkü bir an uğrayıp geçtiği bir yer hakkında ne kadar bilgisi olabilirdi. Kendisi bu anı şöyle anlatıyor: "Kureyş beni yalanlayınca Mescid-i Haram'a gidip Hicr'de ayakta durdum. Bundan sonra Allah bana Beyt-i Makdis ile gözümün arasındaki mesafeyi kaldırdı da ne sordularsa bakarak haber vermeye başladım”. (3) Mirac’da Peygamberimiz (s.a.v)’e üç ilahi ihsanda bulunulduğu hadisi şeriflerde ifade buyrulmuştur: 1- Beş vakit namaz, 2- Allah’a ortak koşmayanların bağışlanacağı müjdesi, 3- Bakara suresinin son iki ayeti celilesi (Amenerresulü). Bakara Suresinin son iki ayetinin anlamı: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır dediler. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (iyilik) kendine, yapacağı (kötülük) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (4) Müminin yükselişi ve miracı olan namaz konusunda; müminlerin azami gayret göstermesi gerekir. Efendimiz (s.a.v) ahrete irtihal ederken/ölüm döşeğinde, namaz konusunda ve insanların elleri altında çalışanların hakları konusunda uyarıda bulunmuştur. -Namaz kılan, Allah’a ve Peygamber’e itaat etmiş olur, -Namaz kılan, Allah’ı anmış/zikretmiş olur, -Namaz kılan, maddi ve manevi kirlerden temizlenmiş olur, -Namaz kılan, vakitlerini düzene koyar, -Namaz kılan, kibir ve gururdan kurtulur, -Namaz kılan, ilahi murakabe altında olduğunun farkında olur, -Namaz kılan, cenneti, cemalullahı kazanmaya nail olur, -Namaz kılan dininin direğini dikmiş, kılmayan yıkmış olur, -Namaz bütün zikirlerin toplamıdır, -Namaz nurdur, -Namaz, sahibini yükseltir, -Namaz, Yüce Yaratıcı ile günde beş kez görüşmedir ve Allaha bağlılığın ifadesidir, -Dinde namaz durumu, vücutta başın konumu gibidir. MESCİDİ AKSA (KUDÜS) İslam’da Kudüs’ün, Mescid-i Aksanın özel bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Cemaatleri, mezhepleri ve dünya görüşleri ne olursa olsun, Müslümanlar bu hususta ittifak ve görüş birliği içerisinde olması gerekiyor. Efendimiz (s.a.v): “(İbadet maksadıyla) Sefer ancak üç mescide yapılır. Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim şu mescidim (Mescid-i Nebevi)’dir. buyurmuştur. (5) Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs’ü Şerif, Mescid-i Aksa, siyonist kıskacında bulunmaktadır. Bugün herkese meydan okuyarak, kimseden çekinmeyerek, düşmanlıklarını açık ve kararlılıkla ortaya koyan Siyonist/İsrail, Terör Devleti tehlikesi dünyanın başına bela 3 olmaya devam etmektedir. Buna karşılık, büyük ve geniş coğrafyasına ve imkânlarına rağmen, İslam âlemi onlara karşı çıkamamıştır. Firavun’a seni firavunlaştıran (azdıran) neydi? Diye sormuşlar, o da, beni yaptığımdan alıkoyan birinin çıkmaması! Cevabını vermiştir. Umarım bu Modern Dünya’nın Firavun’larına, yaptıkları katliamların, zulümlerin ve haksızlıkların hesabını sorabilen ve gereğini de yerine getirebilmeye muktedir olan inşallah milletimiz olur. -Kudüs Müslümanların ilk kıblesidir, -Kudüs yeryüzünde ibadet için yapılan ikinci mescittir, -Kudüs isra ve mirac şehridir, -Kudüs kutsal şehirlerin üçüncüsüdür, -Kudüs Peygamberlik ve bereket yurdudur, -Kudüs Ribat ve mücahede yurdudur. -Kudüs/Mescid-i Aksa Müslümanların onurudur. Kudüs, ikinci İslam halifesi Hz. Ömer (r.a.) döneminde fethedilmiş ve Kudüs baş Patriği Sophronius, şehrin anahtarlarını komutanlardan birine değil, bizzat halifenin kendisine teslim edeceğini söyleyince Hz. Ömer (r.a) Medine’den Kudüs’e doğru duygu yüklü bir yolculuk gerçekleştirmiş ve şehrin anahtarlarını patrikten kendi eliyle teslim almıştır. Şehirde yaşayan Hıristiyanlarla, tarihe “Ömer Sözleşmesi” olarak geçecek bir antlaşma imzalamıştır. Onlara İslam’ın öngördüğü can, mal, inanç ve ibadet gibi haklarını koruyacağına dair teminat vermiştir. Bu önemli vesika Halid b. Velid, Amr b. As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebu Sufyan gibi İslam komutanlarının şahitliğinde imzalanmıştır.(6) Siyonistlerin Kudüs’ü Yahudileştirme çabaları Allah’ın izni ile sonuç vermeyecektir. Kıyamete dek mücadele ve mücahede devem edecektir. Efendimiz (s.a.v): “Ümmetimden bir topluluk, galip oldukları halde kendilerine Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye kadar düşmanlarını kahretmeye devam edeceklerdir ve başlarına gelen hastalıklar dışında hiçbir düşman onlara zarar veremeyecektir. Orada bulunanlar, Ya Resulellah Peki (o gün) bu kimseler nerede olacaklar? Diye sordular. Hz. Peygamber (sav) “Beytul-Makdis’te (Kudüs) ve onun çevresinde olacaklardır.” buyurdu. (7) İçerisinde bulunduğumuz üç ayları fırsat bilerek Yüce Allah’a karşı kulluk vecibelerimizi daha da ziyadeleştirmek gerekir. İsra ve mirac mucizesini tefekkür ederek, Allah’tan af ve bağışlanma dilemeliyiz. Birbirimize sevgi ve saygı ile yaklaşmalı, düşmanca davranışlardan uzak durmalıyız. Sağlıkla kavuştuğumuz bu kutlu günleri değerlendirmeli ve Allah'ın Lütfettiği sayısız nimetlerine şükretmeliyiz. Bu vesileyle isra ve miraç kandilinizi tebrik eder, Ülkemiz, İslâm Âlemi ve bütün insanlık için hayır ve hidayet, rahmet ve bereket, barış ve saadet getirmesini Yüce Allahtan temenni ederim. 02.04.19 

    KAYNAKÇA

    1-İsra Suresi Ayet 1.

    2-TDV İslam Ansiklopedisi, MİRAC Md.

    3-Buhari, Menakıp, 41; Müslim, İman, 75.

    4-Bakara Süresi 284-286.

    5-Buhari.

    6-Tarihu’t-Taberi, Daru’l-Mearif, Mısır, lll/609.

    7-Taberani.

  • NOEL VE MİLADİ YILBAŞI

    Putperest inanç ve efsanelerine dayanmakta olan Noel, Hıristiyanlığa sonradan giren, günümüzde bir Hıristiyan bayramı şeklinde kutlanmakla birlikte bu bayrama has unsurlar Batı kültürünün yayılması ile Hıristiyan olmayan ülkelerde de birer tüketim ve eğlence fırsatı olarak benimsenmiştir. Ayrıca Katolik Hıristiyan geleneğinde şekillenen takvim anlayışının bir parçası olan yılbaşı uygulaması da esasen pagan Roma kökenli yeni yıl anlayışının devamı olup aşırı tüketime yönelten bir eğlenceye dönüştüğü için bugün pek çok Hıristiyan tarafından eleştirilmektedir1.
    Yılbaşı kutlamaları denilince eski yılın sona erip yeni yıla geçildiği 31 Aralık/1 Ocak gecesi yapılan eğlence ve faaliyetler anlaşılır. Ancak yılbaşı eğlenceleri, ilk bakışta yeni yıla girişin kutlamaları gibi gözükmekle birlikte bunun Hıristiyan batının Noel bayramıyla da yakın ilgisi bulunmaktadır. Dinimizde ise; Noel ve yılbaşı kutlamalarının yeri yoktur. Miladi yılbaşının biz Müslümanlar için, resmî ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmasının dışında hiçbir kıymet ve değeri yoktur. 
    Toplumumuzda ve diğer Müslüman toplumlarda “yılbaşı kutlaması” adı altında düzenlenen eğlence toplantıları hiçbir kültürel ve geleneksel temele sahip değildir. Bu tür eğlence ve kutlamalarda aklı ve sağlığı tehdit eden içki içmeyi, aile bütçesini sarsan kumarı ve israf boyutundaki harcamaları milli ve dini değerlerimizle bağdaştırmak asla mümkün değildir. Ayrıca milli ve manevi değerlerimize ters bu tür eğlence ve adetler, kültürel tahribata yol açmakta, bizleri millî kimliğimizden uzaklaştırmaktadır. Bu bakımdan Hıristiyan olmayan ülkelerde yılbaşı kutlamaları, Batı’nın körü körüne taklit edilmesinin veya Hıristiyan Batı’nın kültür ihracının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Ülkemizde öteden beri yılbaşı kutlamalarıyla ilgili olarak yapılan tenkitler ve gösterilen hassasiyet de buradan kaynaklanmaktadır. Hiç şüphe yok ki, milletler, millî örf ve adetleriyle tanınırlar ve onlarla yaşarlar. Millî örf ve adetleriyle tarih sinesindeki şerefli mevkilerini korurlar. Çünkü millî örf ve adetler, bir milletin millî kültürünün ve dinî inancının aynasıdır. Sağlam millî örf ve adetlere sahip milletler, dini bağları kuvvetli ve milli kültürü yüksek olan milletlerdir.
    İslâm dininin inanç, ahlâk, ibadet ve muamelât alanında getirdiği hükümler, öngördüğü kural ve tavsiyeler Müslümanlarca öteden beri bir bütün olarak kabul edilmekte, günlük ve sosyal hayatla ilgili şekil ve muhteva bile çoğu defa bu bütünün bir parçası olarak mütalaa edilmektedir. Öte yandan Kerim Kitabımızın âyet-i kerimelerinin ve Risâlet’i boyunca Hz. Peygamberimiz (sav)’in sıkça üzerinde durduğu konulardan birisi de, Müslümanların fert ve toplum olarak belli bir kimlik kazanmaları, kendi şahsiyetlerini korumaları ve kendilerine güven duymaları olmuştur.
    “Resmî yılbaşı her geldiğinde gecesinin kutlanmasının veya o geceye mahsus faaliyet ve eğlencelerden bir kısmına katılmanın İslâm'daki yeri (hükmü) tartışılır. Din hizmetlileri ve muhafazakâr Müslümanlar “bu geceye mahsus bir faaliyete katılmanın caiz olmadığını” söyler, Müslümanların böyle bir yılbaşı gecesi yokmuş gibi davranmalarını, normal hayatlarına devam etmelerini ister, bunu tavsiye ederler. Bir kısım modernist İslâm yorumcuları ile amelsiz veya İslâm'ın gerektirdiği hayat konusunda duyarsız Müslümanlar ise “dünyanın kutladığı ve eğlendiği bu geceye katılmakta ve eğlenmekte bir sakınca bulunmadığını” söylerler. Son zamanlarda, bir konunun İslâm'daki yeri sorulurken, araştırılırken mutlaka bir ayet veya hadis de aranıyor. Böyle bir yaklaşımın bilgi eksikliğinden kaynaklandığı kesindir. Çünkü İslâmî hüküm ve değerlendirmenin kaynağı vahiy (ayet ve hadisler) olmakla beraber, bunların sınırlı olduğu, bir mesele hakkında ayet ve hadis yok ise (doğrudan, adını ve niteliklerini belirterek meseleyi hükme bağlayan bir nas yoksa) içtihada gidilir. Bu konuda uzman (âlim) olanların bildiği usule uygun olarak yapılan içtihat ile ulaşılan sonuç da (hüküm ve değerlendirme de) dine dâhildir, İslâmî’dir, içtihat eden âlimi ve bilgileri yetersiz olduğu için âlimden sorma durumunda olan diğer Müslümanları bağlar. Hz. Peygamber (sav) zamanında yılbaşı kutlamaları bulunmadığı için, doğrudan bu konuyu hükme bağlayan bir ayetin veya hadisin bulunmaması tabiidir. Ama bizim dünyamızda önümüze çıkan bu konunun -çeşitli içtihat yöntemleriyle- İslâm’daki yerini belirleyebilmek, hükmünü (haram, mekruh, mubah olup olmadığını) ortaya koyabilmek için yararlanabileceğimiz birçok ayet, hadis, kural ve ilke vardır. 
    Meselemizin hükmünü araştırmadan önce ne olduğunu açıklamak gerekir. Yılbaşı, tarih başlangıcı olarak Müslümanlara ait değildir, Hıristiyanlara aittir. Aslında kış gün dönümünü kutlama âdeti çeşitli Asya ve Avrupa putperest (pagan) topluluklarında vardı. Tarihî kayıtlara uygun olmadığı halde Hz. İsa'nın doğduğu gün kilise tarafından 25 Aralık'a çekildi, eskiden beri yapılmakta olan kutlamaların Hıristiyanlığa dâhil edilmesi hedeflendi. Ancak zaman içinde bu kutlamaya katılan diğer kiliseler aynı tarihte birleşmedi, farklı tarihleri benimsediler. Yılbaşında yapılan Noel Yortusuna (Hıristiyanlığa mahsusu bir ayine) adı karıştırılan Noel Baba (Aziz Nichola, Santa Claus) aslında; yani tarihî bir şahıs olarak bir Hıristiyan azizi (ermişi, velisi)’dir. Zaman içinde bu azizin tarihi kimliği değiştirilmiş, kendisiyle ilgili birçok efsane uydurulmuş ve ilk defa 17. asırda Almanya'da Noel Yortusuna karıştırılmış, daha sonra bu uygulama Hıristiyan dünyasına yayılmıştır. Müslümanlar tarih başlangıcı olarak hicreti kullanırlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hıristiyanlara ait bulunan bu tarih başlangıcını resmen benimsediği için bu yılbaşı, aynı zamanda Türkiye'nin resmî Yılbaşıdır, millî ve dinî yılbaşı değildir. 
    Bu kısa tarih bilgisinden çıkan sonuç şudur: 
    a) 1 Ocak 2018 yıl önce Müslümanların veya Türklerin tarihinde, tarih başlangıcı olacak bir olay geçmemiştir. 
    b) Hz. İsa (a.s)'ın doğum tarihine uygun olmamakla beraber onun doğumu bu tarihin başlangıcı olarak kabul edilmiş; bundan öncesi ve sonrası için “milattan (İsa a.s.'ın doğumundan) önce, sonra” denilmiştir. 
    c) Hz. İsa (a.s) biz Müslümanlara göre aziz bir Peygamberdir, ancak Hıristiyanlar onu Peygamberlikten çıkarmış, tanrılaştırmışlardır. 
    d) Noel Baba aslında bizce de saygıya değer bir mümindir (Hz. İsa (a.s)'ın tebliğ ettiği dine inanmış ve o din içinde yetişmiş velidir), ancak dün Hıristiyanların, bugün dinli dinsiz Batı'nın Noel Babası, nitelikleri bakımından bu aziz, bu veli, bu mümin değildir. Onun adının karıştırıldığı yortu da bir Hıristiyan ibadetidir. 
    Müslümanlar bu yılbaşını takvim başlangıcı yaparlarsa, yılbaşı gecesinde yapılan ayin veya eğlencelere iştirak ederlerse ne olur? 
    Yılbaşı dolayısıyla yapılan dinî ayine katılan (Hıristiyanlarla beraber bu toplu ibadeti yapan) Müslümanlar en azından haram (büyük günah) işlemiş olurlar. Bu hükmün akla ve vahye dayalı delillerini zikretmeye bile gerek yoktur. Dinî ayine katılmadan yılbaşı dolayısıyla toplantı ve eğlence yapan Müslümanlar, bu eğlencelerde ayrıca hiçbir haram işlemeseler dahi, kökeni dinî (İslâm'dan başka ve ona göre bugün muteber olmayan bir dine dayalı) olan bir faaliyete katıldıkları ve başka dinden olanlara -dinle ilgili bir konuda- benzer hale geldikleri için günah işlemiş olurlar. “Bir din ve kültür topluluğuna kendini benzetenler onlardan sayılır”2 mealindeki hadis bu davranışı yasaklamaktadır. Yılbaşı, takvim, tarih, tatil, eğlence, şenlik ve bunlarla ilgili âdetler bir milletin kültürüdür. Kültür, din ve ideolojinin bedenlenmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eğer birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı koparmaya kalkışırsa -zor olmakla beraber bunu yapabilirse- kültür ile beraber dini de değiştirme yoluna girmiş olur. Bedenini parça parça kaybeden din gider (milletin hayatından çıkar) onun yerine yeni kültürün dini veya dinsizliği gelir. Kültür ile din arasında böyle bir bağ bulunduğuna göre; kültürün değişmesi dini yakından ilgilendirir. İslâm'ın beş temel amacından biri dini (Müslümanların hayatında İslâm'ı) korumaktır. İslâm'ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi, bir kültür taklidi haramdır, bazen bununla da kalmaz dinden çıkma sonucunu doğurur. 
    Sevgili Peygamberimiz (sav) Medine'ye hicret edince, burada öteden beri iki bayramın bulunduğunu ve bu bayramlarda kutlama yapıldığını öğrendi. Bayramlar, dinin etkilenmesi bakımından önemli kültür unsurları olduğu için bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. Daha pek çok hadiste, başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri/fonksiyonu bulunan âdet ve uygulamaları Müslümanlara yasakladı.”3  
    Yüce Rabbimizden, bize zamanı iyi plânlama ve iyi değerlendirme bilincini bahşetmesini ve yılların iyi bir muhasebesini yapmamızı, başta ülkemiz, gönül coğrafyamız ve İslâm âlemi olmak üzere tüm insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesi niyazımızdır.  
    Al-i Şan Peygamberimiz (sav)’in iki hadis-i şerifleriyle derlediğimiz yazımızı sonlandıralım: “İki nimet vardır ki, insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.”4 , “Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini iyi bil; ölümden önce hayatın, meşguliyetten önce boş zamanın, yokluktan önce varlığın, ihtiyarlıktan önce gençliğin ve hastalıktan önce sağlığın.”5 28.12.18

     

     

     

     

    KAYNAKÇA
    1-Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi. 
    2-Ebu Davud, libas 4. 
    3-http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat/0277.htm.
    4-Buhârî, Rikâk, 1.
    5-Hakim, el-Müstedrek, IV, 341.

  • VAHYİN IŞIĞINDA HZ. MUHAMMED (S.A.V) VE İLİM

    VAHYİN IŞIĞINDA HZ. MUHAMMED (S.A.V) VE İLİM
    Hz. Muhammed (s.a.v.), 23 yıllık vahiyle yoğrulmuş Peygamberlik dönemi boyunca putperestliğin yerine tevhidi, zulmün yerine adaleti, düşmanlığın yerine kardeşliği, cehaletin yerine ilmi, çatışmanın yerine kaynaşmayı getirme gayreti içinde hayatını vakfetmiş; doğruluk, güvenirlik, adalet, nezaket ve cömertlik gibi ahlaki davranışlarıyla insanlığa örnek olmuştur. Fert ve toplumun huzurunu bozan davranışlarla mücadele etmiş ve toplumsal hayat için gerekli olan temel değişiklikleri gerçekleştirmiştir. Bütün bu faaliyetlerinin sonucu olarak, vahyin ışığında, mükemmel kişiliğiyle devlet idaresinde, aile reisliğinde, ekonomik, sosyal, kültürel ve ahlaki alanlarda gerçekleştirdiği uygulamaları sayesinde “cahiliyye” olarak nitelendirilen ve temel özellikleri bilgisizlik, putperestlik, kabile asabiyeti, zorbalık, zulüm, haksızlık, başıbozukluk, adaletsizlik, barış ve nizamdan uzak bir hayat dönemini kapatarak, yerine sulh ve sükûnun, huzurun ve kardeşliğin hâkim olduğu yepyeni bir toplum oluşturmuştur.
    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) ilme, eğitim ve öğretime büyük önem vermiştir. Hadis literatüründe ilme teşvik eden yüzlerce hadisi şerif mevcuttur. Öte yandan cehaleti de yeren çok sayıda hadisi şerifler bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamberimize indirilen ilk vahiyde “Yaratan Rabbinin adıyla OKU”(1) emridir. Dolayısıyla okumak, Efendimiz (s.a.v.)’ e ve ümmetine Allah Tealanın ilk emridir. Bunun yanında Kerim Kitabımız Kuran’da ilme teşvik eden ve âlimi öven birçok ayeti kerimeler mevcuttur. Hz. Muhammed (s.a.v.)‘in ilahi tebliğ görevinin en önemli kısmının eğitim ve öğretim olduğunu görmekteyiz. Nitekim bir ayette; “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allahın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (2) buyurmuştur. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’de bir hadisinde kendi görevinin mahiyetini şöyle açıklamıştır: “Allah beni muallim (öğretmen) olarak göndermiş bulunuyor.” (3)
    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke döneminin ilk yıllarında kendisine vahyedilen ayetlerin yazılmasına ve bu suretle korunmasına önem vermiş ve Darü’l-Erkam’ı bir eğitim ve öğretim merkezi olarak kullanmıştır. Burada Kur’an ayetleri okunuyor, yazılıyor, dini bilgiler öğretiliyor ve bu bilgilerin pratik uygulaması yapılıyordu. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) hicretten iki yıl önce Mekke’ye gelip Akabe mevkiinde Müslüman olan Medinelilerin eğitimi ile de ilgilenmiş, onların isteği üzerine Kur’an’ı ve İslam’ın prensiplerini öğretmek için Medine’ye öğretmen göndermiştir. Hicretten sonra Medine-i Münevvere’de Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in önemli faaliyetlerinden biri, Mescid-i Nebeviyi inşa etmiş olması ve Mescidin bitişiğinde “Suffa” isimli İlk İslam Üniversitesini kurmasıdır. Bizzat Resulullah (s.a.v.) burada ders veriyordu; fakat henüz tedrisata yeni başlayanlara okuma-yazmayı ve Kur’an-ı Kerim öğretmek üzere diğer bazı öğretmenler de vazife görüyorlardı. Ubade b. Samit adlı sahabi, burada yazı ve Kur’an öğretenlerden biridir. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), Mescid-i Nebeviye ilim öğrenmek için gelenleri, Allah yolunda cihad edenlerle bir tutmuştur.(4)
    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) ilim öğrenmede kadın ve erkek ayırımı gözetmemiş, erkeklerin yanı sıra kadınların eğitimiyle de ilgilenmiştir. Bir hadisi şeriflerinde: “Kadın ve erkek her Müslüman’a ilim öğrenmek farzdır.” (5) buyurmuşlardır. Onlara, özel gün ayırarak konuşmalar yapmıştır. O’nun zamanında kadın öğretmenlerde vardı. Şifa (Ümmü Süleyman b. Hayseme), Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in hanımlarından, Hz. Hafsa’ya yazı yazmayı öğretmiştir. Efendimizin hanımları, kızların eğitim ve öğretimi ile ilgilenirdi. Onlar evlerine gelen genç kızlara bildiklerini anlatırlardı. Bu kızlar da öğrendikleri bilgileri
    başkalarına aktarırlardı. Müminlerin Annesi Hz. Aişe ve Ümmü Seleme (Allah onlardan razı olsun) başta olmak üzere, Efendimizin hanımlarının ve daha başka kadınların eğitim ve öğretime büyük katkıları olmuştur. Hz. Aişe annemiz öğrenme konusunda çekinmeyen Ensar kadınlarını övmüştür.
    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) eğitimde kolaylaştırıcı metotlar takip etmiş, sabır ve tahammülü teşvik ve tavsiye etmiş; öfkeye ve şiddete yer verilmemesini istemiştir. Nitekim bir hadisi şeriflerinde: “Öğretin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın, öfkelendiğiniz zaman susun!” buyurmuş ve “öfkelendiğiniz zaman susun!” sözünü üç defa tekrar etmiştir. (6)
    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in faaliyetlerinde yazıya verdiği ehemmiyet, Bedir savaşında esir düşen müşrik düşman askerleri için fidye-i necat olarak adam başına dört bin dirhem biçildiği halde bunlar arasında okuma yazması olanların Medineli on Müslüman’a bunu öğretmek suretiyle serbest bırakılmasını emretmesinde görülür. (7)
    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) yabancı dil eğitimine de ehemmiyet göstermiştir. Bir gün Zeyd b. Sabite: “Sen Süryanice biliyor musun? Bana mektuplar geliyor” demiştir. Zeyd b. Sabit’in “Bilmiyorum” demesi üzerine Hz. Peygamber “onu öğren” buyurmuştur. Bunun üzerine Zeyd, kısa zamanda İbranice ve Süryanice öğrenmiştir. (8) Sahabe arasında Farsça, Rumca, Kıpti’ce, Habeşce, İbranice ve Süryanice bilenler vardı.
    Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) bilginin yaygınlaşmasını teşvik etmiş; insanlardan bildiklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir.(9) Efendimiz (s.a.v.)’in eğitim ve öğretim konusunda her zaman geçerliliğini koruyabilecek evrensel nitelikteki uygulamaları bizim için büyük önem arz etmektedir. Bu hususları şu şekilde özetleyebiliriz: Okuma yazmaya önem vermesi, eğitimde şiddete yer vermemesi, öğrettiği konular pratiğe yönelikse, söylediğini önce kendisinin uygulaması veya uygulamalı bir şekilde öğretmesi, bir konuyu iyice hazmetmeden diğerine geçmemesi(10), öğrencileri bıktırmaması ve usandırmaması, muhataplarına sorular sorarak dikkatleri üzerine toplaması ve daha sonra da cevaplaması, konuyu örneklerle ve benzetmelerle hatta şekil çizerek sunması, gerekli durumlarda yazdırarak öğretmesi vb.(11)
    Yükselişin kaynağı eğitim ve ilimdir. En yüksek rütbe ilim rütbesidir. Bilgili insan, güçlü insandır ve yönetendir. Kaçınmamız gereken en büyük düşman cehalettir. Bütün terakki ve tekâmüllerin engeli, tedenni ve süfliliklerin kaynağı cehalettir. Gözlerin aydınlık ufuklara ve geleceğe açılması, ruhların karanlık bir dünyadan sıyrılarak aydınlığa kavuşması, aklın güç kazanması, düşüncenin en güzel ve en doğru yolda gelişmesi, insanlığa huzur, güven ve mutluluk kapılarının açılması yalnız ilimle, eğitimle mümkündür. Aziz Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’de insanlığın en büyük eğitimcisi ve öğretmenidir. Ne mutlu o Rahmet Peygamberine tabi olanlara! 2017-2018 eğitim-öğretim yılı milletimiz ve ülkemiz için hayırlara vesile olsun.

     

     

    KAYNAKÇA
    1- Alak Suresi, Ayet 1.
    2- Al-i İmran Suresi Ayet 164.
    3- İbn Mace.
    4- Ahmet b. Hanbel.
    5- İbn Mace.
    6- Ahmet b. Hanbel.
    7- İslam Peygamberi Prof. Dr. M Hamidullah.
    8- Tirmizi, Ahmet b. Hanbel.
    9- Müslim.
    10- Ahmet b. Hanbel.
    11- Hz. Muhammed ve Öğretim Metotları Ebu Gudde

  • Ashab-ı Kiramın Örnekliği ve Ahlakı Yaşantısı
    İslam dininin en güzel yılları hiç şüphesiz ki, Al-i Şan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in, “Asırların en hayırlısı benim asrımdır.”1 buyurduğu “Asr-ı Saadet” dönemidir. Kâinat, Risalet nuruyla aydınlanmış, Efendimiz (s.a.v.) ve O’nun güzide ashabı, o ulvi ve kutsi zamanın en kıymetli ziynetleri olmuş ve insan neslinin ulaşabileceği en son seviyeye nail olmuşlardır.
     
    Sahabe-i Güzin Efendilerimiz, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e gösterdiği bağlılık ve teslimiyet, verdiği destek; hem hayatında hem de vefatından sonra İslâm’ın yayılması ve doğru anlaşılması için yaptıkları çalışmalar sebebiyle, dinde önemli bir yere sahiptirler. Ashab-ı Kiram, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in eğitimi sayesinde yepyeni bir hayata kavuşmuş, bizzat Resûlullah (s.a.v.)’tan öğrendikleri İslâm’ı en güzel bir şekilde yaşamış ve kendilerinden sonra gelen ümmete birer üsve-i hasene olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ümmetin, Sahabe-i Güzin Efendilerimizi örnek almasını tavsiye etmiş ve sahabe çizgisini, getirdiği dinin ve inşa ettiği İslam nizamının devamı olarak göstermiştir.2 
     
    Ashab-ı Kiramın İslam’ı yayma ve Resûlullah (s.a.v.)’ı koruma ve O’na sahip çıkma uğrunda yaptığı fedakârlıklar, kendilerinden sonra gelen nesilleri imrendirecek ve hayrette bırakacak niteliktedir. İslamiyet onların bu davranışları sayesinde kök salıp yayılmış ve sonraki nesillere ulaşmıştır. Sahabelerin Hz. Peygamber (s.a.v.)’i kendilerinden sonra gelen nesillere tanıtmada önemli rol üstlendikleri bilinmektedir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) ve O’nun şahsiyeti hakkında bilinenler, sahabenin naklettiği tespitlerden ibarettir. Kur’ân-ı Kerim’in sure ve ayetlerinin iniş sebepleri, hadislerin vürud sebebi, Kur’ân hükümlerinin pratik hayata tatbiki ve açıklanması ile Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Peygamberliği süresince yaptığı icraat ashabın nakilleri sayesinde bilinmektedir.
     
    “Kur’ân-ı Kerîm’in “insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet”3 diye tanıttığı Sahabe Efendilerimiz, ümmet içinde en değerli ve faziletli nesil kabul edilmektedir. Bu değer ve fazileti, taşıdıkları güçlü iman ve örnek davranışları sayesinde elde etmişlerdir. Onlar, İslam’a girdikleri ilk andan itibaren güçlü bir imanla kabul ettikleri yeni dinin gereklerini tam bir teslimiyetle yerine getirmişlerdir. Bu yeni dine girmeye ve onu yaşamaya zorlanmadıkları halde onların büyük bir kısmı ömrünü Resulullah (s.a.v.)’ın yanında geçirmiş, onunla savaşlara katılmış ve İslam’ın yayılması için gayret göstermişlerdir. Bu süreçte İslam karşıtları tarafından tehdit ve işkencelerle, hatta ölümle karşılaşan, yurtlarını, mallarını, eşlerini ve çocuklarını terkedip başka yerlere hicret etmek zorunda kalanlar olmuş ancak inançlarından dolayı, Allah’a ve Resulüne olan bağlılıklarından taviz vermemişlerdir. Cenâb-ı Hak Ashâb-ı Kiramı Kur’ân’da övmüş ve mutedil bir ümmet olduklarını4, Allah ve Resulüne iman edip tam bir teslimiyet gösterdiklerini ve büyük ecir kazandıklarını5 Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı olduğunu ve ebedî kalacakları cennetin onlar için hazırlandığını6 bildirmiş; Allah’a ve Resulüne yardım eden sâdık müminler olduklarını7 ihtiyaç içinde bulunmalarına rağmen başkalarını kendilerine tercih ettiklerini ve kurtuluşu hak ettiklerini8, gerçek müminler olarak bağışlanacaklarını ve âhirette cömertçe rızıklandırılacaklarını9, haber vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) de fedakârlıklarını birlikte yaşayarak gördüğü ashaptan bahsederken onları “insanlık tarihinin en hayırlı nesli”, “ümmetin en hayırlıları”10, “cehennem ateşinin yakmayacağı kimseler”11,  “cennetlikler”12, diye tanıtmış, ayrıca ümmetin onlara ikramda bulunmasını13, iyilik etmesini14 ve kendilerini çekiştirmemesini15 istemiştir.”16
     
    Ashab-ı Kiram gökteki yıldızlar gibi17 kendilerinden sonraki zamanlarda yaşayanlara doğru yolu bulmada bir pusula niteliğinde yol gösterdiler, yön verdiler, örnek oldular. Onlar, bütün his ve davranışlarının, söylem ve eylemlerinin Allah rızasına muvafık olmasının gayretini gösterip bu minval üzere yaşadılar. Bir gün Allah Rasulü (s.a.v.) Beni Nadir’den alınan ganimetleri Muhacir’lere taksim etmiş, Ensar’dan da ihtiyacı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensar’a hitap ederek: “Dilerseniz daha önce Muhacirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganimetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız.” buyurdu. Bunun üzerine Ensar büyük bir diğergâmlıkla, mümin kardeşlerini kendilerine tercih ederek şu güzel cevabı verdiler: “Ya Rasulallâh! Muhacir kardeşlerimize hem mallarımızdan ve evlerimizden hisse veririz, hem de ganimetin tamamını onlara bırakırız”. Bunun üzerine, samimi bir fedakârlıkla yapılan infakların kulu kurtuluşa erdireceğini müjdeleyen şu ayet-i kerime inzal oldu: “Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir”.18 Ashabın, mümin kardeşini kendi nefsine tercih edişini gösteren bu tablo ne muazzam ve güzel bir İslâm ahlâkı sergilemektedir.
     
    Cabir (r.a), Ensar’ın Muhacir kardeşlerine olan îsâr ve diğergâmlığını şöyle anlatır:  “Ensar, hurmalarını devşirdiklerinde/topladıklarında bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyar(ak o tarafı çok gösterir), Muhacirler’e, “Hangisini tercih ederseniz alın”. Derlerdi. Onlar da (çok görünen yığın Ensar kardeşlerimizin olsun diye az görünen yığını alırlar) ve böylece hurmanın çoğu Muhacirler’e gelirdi. Ensar da bu yolla az olan kısmı kendilerine bırakmış olurlardı...”19 Çünkü Ensar, içinde yaşadıkları toplumun maddî ve manevi sıkıntı ve problemlerinden kendilerini mes’ul hisseden zirveleşmiş bir ruh ve hassas bir vicdana sahiptiler. Muhacirler de maruz bulundukları onca sıkıntılara rağmen mümkün olduğunca müstağni bir hayat yaşayıp kimseye yük olmamaya bilakis yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Zira onlar dünya nimetlerini nefislerine tahsis etmek yerine infak yolunda seferber ederek imanın vecd, lezzet ve halâvetini tercih ediyorlardı.
     
    Ashab-ı Kirâm, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine emanet ettiği dünyevi makam ve mevkileri hiçbir zaman gurur ve kibir gibi nefsanî bir üstünlük vehmine alet etmemiş, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in her halükarda ki mütevazı yaşayışını kendilerine hayat düsturu edinmişlerdir. Nitekim Selman (r.a) Medain Valisi iken, Şam’dan Teymoğulları kabilesine mensup bir zat gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Selman (r.a.)’ın sırtında bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, Selman (r.a.)’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de: “Gel şunu taşı!” dedi. Selman (r.a.) gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama: “Yükünü taşıyan bu adam Validir!” dediler. Şamlı: “Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dedi. Selman (r.a): “Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” dedi.20 İşte Selman (r.a.)’ın bu hali, hangi makam ve mevkide bulunulursa bulunulsun, her halükarda tevazû ehli olmayı gerektirir. 
     
    Al-i Şan Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek sözleriyle sabittir ki Sahâbe-i Kiram, kıyamete kadar gelecek bütün bir beşeriyete müstesna bir numune olmuştur21. Onları böylesine müstesna bir mertebeye yükselten Nebevî terbiye ile yetişmeleridir. Her müminin gönül ufkunda Nebevi terbiye potasında/sahabe örnekliğinde yetişmek-yetiştirmek olmalıdır. Ashâb-ı Kiram’ın, mazilerindeki cahiliye devri itibariyle çorak araziye benzeyen gönül âlemleri, Allah Resulü (s.a.v.)’in sohbet meclislerindeki manevi iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sayede, vaktiyle üzeri toprakla örtülmüş bulunan nice fazilet ve mana tohumları neşvu nema imkânı buldu. Cahiliyle devrinde kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalpli, merhametsiz, vicdansız, hak ve hukuk tanımaz insan eridi, kayboldu. Aynı siluet içinde, fakat bu defa gözü-gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, hassas ve faziletin zirvesinde bir insan hüviyeti teşekkül etti. Onlar, Allah Resulü (s.a.v.)’in manevi terbiyesiyle dünyanın en mümtaz insanları haline geldiler. Onlar, Kerim Kitabımız Kur’ânı, insanı ve kâinatı okumayı başarabildikleri nispette iç âlemleri, azamet-i ilâhiye karşısında incelip rikkat kazandı. 
     
    Kâinatın bir benzerini daha görmediği/görmeyeceği bu güzîde Peygamber talebeleri, bütün istifhamlarını Allah Rasûlü (s.a.v.)’in gönül âleminden aldıkları feyizlerle bertaraf ettiler. Yine O’nun ruh feyzini kendilerine yegâne sığınak, barınak ve dayanak edinip sonsuzluğun seyyahı oldular. Onların dünya hayatına ait bir endişeleri yoktu. Onlar, her gittikleri yere Allah Resulü’nün kimliğini taşıma gayreti içindeydiler. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkı olan Kur’an’ı öğreniyor, okuyor, hissediyor, gönüllerinde hazmediyor; sözleriyle, davranışlarıyla, halleriyle ve ahlâklarıyla tebliğ ediyorlardı. Yine onlar, toplumdaki bütün olumsuzluklardan kendilerini sorumlu tutan bir ruh yüceliğine ulaşmışlardı.  Tebliğ hayatları boyunca nice ham ruhların yanlış söz ve davranışlarına maruz kaldılar. Fakat Allah yolunda çektikleri bu sıkıntılardan dolayı hiçbir zaman incinmediler, taviz de vermediler. 
     
    Sahabe-i Güzin Efendilerimiz dinleri uğruna her türlü meşakkate katlandılar. Çoğu zaman aç, susuz kaldılar, dayandılar. Bazen bir hurmayı üç-beş kişi paylaştılar; ama hallerinden şikayet etmediler. Ekseriyetinin evi barkı hiç olmadı, hep mescidin bir köşesinde yatıp kalktılar; fakat fakirliklerini mahrumiyet bile saymadılar, aldırmadılar. Kovuldular, dövüldüler; kızgın çöllerde ateşten kumlara yatırıldılar, koca koca kayaların altında bırakıldılar. Binbir türlü işkencelere maruz kaldılar; ne var ki onlar sabrettiler, hep sabrettiler. “Hicret” denince, yurda-yuvaya kısacık bir veda nazarı atfedip hemen sefere koyuldular; “Mücahede” emrini duyunca aileleriyle helalleşip yola revan oldular; cihanın dört bir yanına irşad seferleri yapmak icap edince de sevdiklerini Allah’a ısmarlayıp en uzak diyarları vatan tuttular. Gün geldi, o ızdıraplı dönemi arkada bıraktılar; Cenâb-ı Allah önlerini açtı, hepsi muzaffer birer kahraman oldular. Dünya yüzlerine gülmeye başladı, her birine ganimetten bir miktar ayrıldı; çok büyük servetlere kavuştular. Bazıları vilayetlere vali olarak atandılar, kimileri de daha başka idarî vazifeler aldılar. Dünya değişti, onları kuşatan zorluklar geçip gitti ama onlar hiç değişmediler. Vali oldukları zaman bile ekmeklerinin yanına bir katık istemediler. Ganimetleri kendileri için harcamadılar, mal-mülk-makam sevdasına asla kapılmadılar. Onlar hep ahireti düşündüler, hep öteler mülahazasıyla soluklandılar.

    Sahabe Efendilerimizdeki dini hassasiyete ve İslami heyecana derin bir özlem duyan Tabii’nin büyüklerinden Hasan-ı Basri Hazretleri, çağdaşı olan insanların hayatları ile sahabenin yaşayışını kıyaslayıp çok üzüldüğü ve şöyle dediği rivayet edilir: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim. Onların çoğunun elbisesi basit bir yün kumaştan ibaret idi. Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlâkın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi de görselerdi onların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.” Sahabe-i Kiram Efendilerimiz günümüz Müslümanlarını görselerdi acaba ne derlerdi? 22
     
    Kaynakça
    1)- Buhari, Şehâdât 9.  2)-Tirmizî, Îmân, 18.  3)-Al-i İmran Suresi, Ayet 110.  4)-Bakara Suresi, Ayet 143.  5)-Al-i İmran Suresi, Ayet 172, 173. 6)-Tevbe Suresi, Ayet 100. 7)-Haşr Suresi, Ayet 8.  8)-Haşr Suresi, Ayet 9.  9)-Enfal Suresi, Ayet 74. 10)-Müsned, 5, 350.  11)-Tirmizi, Menaķıb, 57. 12)-Müttaki el-Hindî, 11, 539. 13)-Tayâlisî, s. 7. 14)-Müsned, I, 26. 15)-Buharî, Fezailu ashabinnebi,4; Müslim, Fezailü’s-sahabe,221, 222. 16)-TDV İslam Ansiklopedisi. 17)-Aclûnî, Keşfü`l-Hafâ, 1:132, Hadis No: 381.  18)-Haşr suresi, ayet 9. 19)-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 40. 20)-İbn-i Sa’d, Tabakât, IV, 88. 21)-Aclûnî, Keşfü`l-Hafâ, 1:132, Hadis No: 381.  22)-Hilyetu`l-Evliya, Ebu Nuaym