Abdulgafur Levent

  • KUDÜS…


    Yahudilerin Filistin topraklarını işgal etmesi ve sömürgeci Batı'nın İngilizler eliyle onlara bir devlet (!) olanağı sunması İsrail'in Filistin topraklarında “işgalci” olduğu gerçeğini asla değiştirmez. 

    Siyonist İsrail, Müslümanların vatanını işgal ettiği gibi onların mülklerini de işgal etme, kutsallarını çiğneme politikasını alçakça ve hukuksuzca sürdürüyor. İşgal edilen topraklardan sürülen Filistinlilere ait mülklerin dünyanın farklı yerlerinden getirilen yahudilere veriliyor. Filistinliler Kudüs'teki evlerini ve işyerlerini terk etmeye zorlanıyor. Mülklerini tamir etmelerine izin verilmiyor, sudan sebeplerle yüksek miktarda cezalar kesiliyor. Amaç, 1948’den beri yaptıkları gibi Kudüs'ü terk etmeye zorlamak. 

    Tarih bize gösteriyor ki Yahudilerin huzur ve barış içinde yaşadığı tek dönem var. O da Müslümanların hâkimiyetinde oldukları dönem. Endülüs’te yaşadıkları zulümlerin ya da Alman faşizmi döneminde gördükleri kötülüklerin faili asla Müslümanlar değil. Aksine tarih boyunca onlara kucak açan, onları koruyan, onlara barış ve adalet içinde yaşama imkânı sunanlar hep Müslümanlar oldu. Ancak siyonistler geçmişte kendilerine sahip çıkan Müslümanlara yüz yıldır her türlü haksızlığı, terörizmi rahatça uygulayabiliyor. Bu da nankör ve zalim bir karakteri ifade etmesi açısından önemli.

    Kudüs İslam, Yahudilik ve Hristiyanlık açısından çok önemli ve kutsal bir şehir. Ancak bu üç dinin tarihte Kudüs’e hâkim oldukları dönemler bize Kudüs’ün aidiyeti konusunda bize yol gösteriyor. 

    Şöyle ki;
    Tarih boyunca Kudüs'e hâkim olanlar içinde sadece Müslümanlar diğer din mensuplarına adalet ve barış sundular. Haçlı işgali altındaki Kudüs'te Müslümanların ve Yahudilerin nasıl katledildiğini, şehrin nasıl yağmalandığını Amin Maalouf’un Arapların Gözünden Haçlı Seferleri kitabından okuyabiliriz. 

    1917’den ve özellikle 1948’den itibaren Filistin’i işgal eden Siyonist Yahudilerin yaptığı zulümleri ve işledikleri cinayetleri anlatmaya sayfalar yetmez. Darüsselam (Yeruşalim/Jerusalem) yani barış ve esenlik şehri olan Kudüs sadece Müslümanların hâkimiyetinde huzurun ve barışın adresi olmuştur.

      Tarih bize şu hakikati öğretiyor: Gün gelecek, devran dönecek terörizmin en büyük temsilcisi olan işgalci İsrail ve onun zulümlerine destek olanlar, ses çıkarmayanlar bir gün yaptıklarının hesabını verecektir. Gün gelecek hiçbir kutsalı ve vicdanı olmayan İsrail yer ile yeksan olacak. Mübarek ramazan ayında, Kadir Gecesinde ektiği zulüm rüzgarları ona fırtına olarak geri dönecek. O zaman yardımına koşacağı, merhamet dileneceği kimseyi bulamayacak. 

    1099-1187 tarihleri arasında haçlı zulmüne şahit olan Kudüs bugün bunun bir benzerini yaşıyor. O gün zulmeden zalimler haçlılardı. Mazlumlar Müslümanlar ve Yahudilerdi. Bu sefer eli kanlı olanlar Siyonist Yahudiler, mazlumlar ise Müslümanlardır. Seyredenler ve “endişe duyuyoruz, tarafları itidale davet ediyoruz” diyerek terörizme üstü kapalı destek veren Hristiyan dünyasıdır. 

    Kudüs 1187’de Selahaddin-i Eyyubi ile barışın adresi oldu. Osmanlı dönemi de her üç dinin mensuplarının huzur içinde yaşadığı bir dönem idi. Kudüs’te Müslümanların hâkimiyetinde Hristiyanlar ve Yahudiler adalet ve barış içinde yaşadılar. Kudüs bugün farklı inançların adalet ve barış içinde yaşayabileceği bu tecrübeye muhtaç. Ancak bunun terörizmi ve faşizmi tercih etmiş bir siyonist hareketle gerçekleşmeyeceği çok açık. 

    Siyonist Yahudilerin yaptıklarına ses çıkaramayan ancak onların zulmünü dile getirenleri “anti semitizm/Yahudi düşmanlığı” ile suçlayanlar ya korkaktır ya da ikiyüzlü insanlardır. Bu kimseler her iki halde de bilerek ya da bilmeyerek siyonizmin emellerine hizmet etmektedir.

    Kudüs bugün Müslümanların yaşadığı zilletin en somut işareti. İslam ülkelerinin yönetimlerinin güçlü bir sesle kınama mesajı bile yayınlayamadıkları bir manzarada onlardan bir şey beklemek saflık olur. Müslümanlar kendi göbeklerini kendileri kesmek zorunda. Bunun yolu da hamasetten ziyade; çalışmak, üretmek, ilmî, fikrî anlamda güçlü olmak, siyasi, askeri ve ekonomik yönden gelişmek. Birlik ve beraberlik içinde olmak. Aksi takdirde emperyalist ülkelerin oyuncağı olup aman dilemekten, Batılı baronlardan yardım istemekten başka bir çaremiz yok. 

    Allah’a dua edelim elbet. Mazlum elbette Allah’a sığınacak, O’ndan yardım dileyecek. Ama Allah Teâlâ “ey kulum! Sen ne iş yaptın bu zilletten kurtulmak için?” demez mi? Oysa vazifemiz, sorumluluğumuzu Allah’a havale etmek değil bize düşeni yapıp çalışmak. Ancak o zaman duamızın bir anlamı olur. 

    İsrail zulmü ve keyfiliği altında yaşamanın nasıl bir zillet duygusu olduğunu görmek için birkaç günlüğüne Kudüs’e gitmek yeterli. Kendi coğrafyamızda ilk kıblemiz olan Mescid-i Aksa’da namaz kılmak için işgalci İsrail askerlerinin iznine, keyfiliğine uymak zorunda kalmak Müslümanlar için tarif edilemez bir zillettir. Bu zilleti ve esareti yaşayarak hissetmektir Kudüs. Her tarafı tarih kokan bir şehri yutkunarak gezmektir Kudüs. 

    İslam’ın bir soy dini olmadığını, soya göre değer ortaya koymadığını ve bir soydan gelmeyi üstünlük ya da aşağılık nedeni saymadığına inanıyoruz. Bununla birlikte Siyonist Yahudilerin işgalleri, cinayetleri ve hukuk tanımazlığı dünyada Yahudi karşıtlığını besleyen temel dinamiklerdir. İsrail’in yaptıklarını görmeyip, İsrail aleyhine söylenen her sözü anti semitizm diye boğmaya çalışmak iyi niyetli bir yaklaşım değildir.

    Son yaşananlarla bir kez daha gördük ki Kudüs Müslümanların dağınıklığının, zayıflığının ve çaresizliğinin bir dışavurumu. “Umutsuzluk yok. Gün gelir, gül de açar, bülbül de öter.” der Üstad Karakoç. Elbette inanıyorsanız her zaman ümit var demektir. 

    Kudüs, bugün kendimize dönmenin, birlik içinde yeniden bilgi ve düşünce üretebilmenin, siyaset, ekonomi ve teknoloji alanında güçlü olmanın vaktinin artık geldiğini, ödevimizin ağır olduğunu bize hatırlatan bir uyarıcı, bir muştu olacaktır belki de. 

    Herkesin dersine iyi çalışması gerektiğini de…

     

    11.05.2021

  • EV OKULU

    İnsanlık tarihinin ilk öğretmenleri anne ve baba, ilk eğitim kurumu da aile ocağıdır desek mübalağa etmiş olmayız. Zira bebekliğinden itibaren hayata dair ilk bilgileri insana öğretenler, anne babalardır. Yemeyi içmeyi, konuşmayı, yürümeyi, temizliği, oturup kalkmayı, “bismillah” demeyi velhasıl hayata dair ilk bilgileri hep anne babamızdan öğreniriz. O zaman diyebiliriz ki anne babalar insanlığın kadim öğretmenleridir. İnsanlık tarihinde hoca, muallim, müderris ve öğretmen gibi eğiticilerin zamanla eğitim ve terbiye rolünü üstlenmiş olmaları anne babaların eğitimci ve öğretici rolünü ortadan kaldırmaz. İnsanlığın başlangıcından sonuna kadar anne babalar her zaman eğitici ve öğretici olarak kalacak ve anne babalık da birer öğretmenlik olarak bilinecektir. Anne babaların eğitimci rollerinin tarihte zaman zaman iniş çıkışlar yaşaması ya da rollerinde değişimlerin yaşanması bu gerçeği değiştirmez.

    Modernleşme ile birlikte ailenin yapısında ve rollerinde yaşanan değişim, modern eğitim anlayışı ve okul kurgusu, eğitim-öğretim alanında pek çok yeni durumu da beraberinde getirdi. Sanayileşme ile birlikte şehirleşme oranı arttı, kadın ekonomik hayat içinde daha çok yer almaya başladı. Aile yapısı geleneksel geniş aile yapısından çekirdek aileye doğru evrildi. Bu ve benzeri faktörler ailenin, anne babanın rol ve sorumluluklarını da etkiledi. Artık çalışan annelerin çocukları maaşlı çocuk bakıcılarına teslim edildi, zorunlu eğitim yaygınlaştı ve bununla birlikte eğitimin sadece okulda verilebileceği algısı zihinlere yerleşmeye başladı.

    Öte yandan teknolojinin ve internetin hayatımızın önemli bir parçası haline gelmesiyle birlikte insanların bilgiye ulaşmaları çok daha kolaylaştı. Yaşanan bu ve benzeri tüm gelişmeler anne babanın eğiticilik görev ve sorumluluğunu da etkiledi. Kimi anne babalar artık çocuğunun bakımını bakıcıya vermekle ya da çocuğu okula göndermekle sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyor. Ancak her ne olursa olsun tüm bu durumlar anne babanın çocuğuna karşı en önemli sorumluluğunun onu, ilgi ve kabiliyetleri doğrultusunda yetiştirmek, çocuğun güzel ahlâklı bir insan olarak hayata hazırlanmasını sağlamak olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü anne baba olmak sorumluluğu kuşanmak demektir. Anne babaların çocuklarına karşı sorumlu olması, çocukların Allah’ın birer emaneti olduğu anlayışından kaynaklanır.

    Aile ortamı eğitim-öğretimin görerek yaşanarak gerçekleştiği bir ocaktır. Bu ocakta çocuk, duyduklarından ziyade gördüklerinden etkilenir. Aile içinde çocuk iyi bir gözlemci ve taklitçi, anne baba ise canlı bir örnektir. Bu özelliğinden dolayı çocuklar çoğu zaman annelerinin ya da babalarının yaptığını taklit ederek yapmaya başlarlar. Eğer bu davranışların gerekçesi ve anlamı çocuğa anlatılır, çocuk bu değerleri özümseyerek davranış ve tutum haline getirirse işte o zaman aile eğitimi gayesine ulaşmış demektir. Anne babalar ahlâki faziletleri, değerleri aile içinde yaşatmalı ve onlara öncelik tanımalı ki çocuklar da bu değerleri tanısın ve özümsesin. Zira insan için en iyi öğrenme yollarından biri görerek öğrenmedir.

    Çocuklarının sevgi, saygı, merhamet, yardımlaşma, iyilik ve adalet gibi değerleri benimsemesini isteyen anne babalar aile fertlerine ya da komşu ve akrabalara karşı şefkat ve merhametli davranmalı, onlara saygılı olmalı ve kul hakkından kaçınmalıdır. “Ele verir talkını kendi yutar salkımı” türünden bir anlayış fayda yerine zarar getirir. Kendisi yalan söyleyen, komşu ve akrabalarının gıybetini yapan, başkalarının haklarına saygı göstermeyen bir anne babanın çocuğuna iyi bir örnek olamayacağı aşikârdır.

    Yaşadığımız pandemi süreci bir yandan hayatımıza sosyal mesafe ilkesini getirdi öte yandan da insanları evlerinde yeni bir yaşam standardı oluşturmak zorunda bıraktı. Bu süreçte okulların da tatil olmasıyla birlikte eğitim öğretim de evlerde yapılır hâle geldi. Uzun zamandır çocukları bilgisayar/internet bağımlılığından korumanın ve ekran başında daha az zaman geçirmelerini sağlamanın yolları tartışılırken pandemi süreciyle birlikte eğitim-öğretim bilgisayar ve televizyon ekranlarına bağımlı hâle geldi. Bu durum çocukların bilgisayar ve televizyon başında daha çok vakit geçirmelerine zemin hazırladı. Öte yandan da sürekli evde olan çocukların eğitim ve öğretim sürecinde anne babalara daha çok sorumluluk yükledi. Ani ve zorunlu olarak gelişen bu şartlar anne babaları zaman zaman panikletti ve zorladı. Bu süreçte okulun ve öğretmenlerin yeri ve önemi daha çok hissedildi.

    Yaşadığımız şartlar evimizin içini ve aile olmayı bize tekrar hatırlattı. Karantina günlerinde ev ortamında ailemizle daha çok birlikte olduk. Eşimiz ve çocuklarımızla daha çok sohbet ettik, güldük oynadık. Korona salgını bize hayatı ve ölümü güçlü biçimde hatırlattı, sevdiklerimizin kıymetini bilmeyi öğretti. Bu zor(un)lu şartlar anne babalara eğitim ve terbiye rolünü de hatırlattı. Çocuklarımızın derslerine, ödevlerine destek olmak, cevap bekleyen sorularına karşılık vermek, bir de onları evde tutarak moral ve motivasyonlarını sağlamak bu dönemde ebeveynlerin öncelikli ama zor bir vazifesi oldu.

    Ev en etkili ve verimli öğrenme mekânlarının başında gelir. Pandemi dönemi anne babalara evi bir okula dönüştürme fırsatı verdi. Zira gördük ki çocukların ahlâk ve terbiyesinden onların bilgiye ulaşmalarına kadar pek çok şeyi evde anne baba marifetiyle yapmak mümkün. Bunun için anne babaya önemli görevler düşüyor. Çocuklarımıza yol göstermek, onlarla faydalı ve verimli zaman geçirmek çok da zor değil. Bunun için kendi zamanımızı gözden geçirmek ve işlerimizde öncelik sıralaması yaparak eşimize ve çocuklarımıza zaman ayırmak ilk yapılması gereken iş. Bunun bir yolu da kitap okumayı evimizin bir gündelik meşguliyeti haline getirmektir.

    Kitabın ve okumanın, evimizin asli bir unsuru olması için öncelikle kitabın evimizde görünürlüğünü sağlamak gerekir. Kitap evin vitrininde olmalıdır ki görülsün, hatırlansın, ele alınsın, sayfaları açılsın ve okunsun. Evinde kitaba yer vermeyen, kitap okumayan ve kitapla zaman geçirmeyen anne babalar çocuklarına iyi örnek olmuyor demektir.

    Neden kitap?

    Çünkü kitap bir semboldür. Bilgiyi, öğrenmeyi temsil eder. Kitap okuyan bir çocuk zihinsel olarak daha çok gelişme kaydeder. İyiyi kötüyü fark eder, söz söyleme ve fikir beyan etme kabiliyetini geliştirir. Bilge insanlarla, düşünürlerle ve şairlerle sohbet eder, onlarla dost olur. İnsanı, eşyayı, varlığı ve hayatı öğrenir. Bu nedenle anne babalar çocuklarını kitapların dünyası ile tanıştırmalıdır. Bunun için evde birlikte kitap okunmalıdır. Henüz okuma yazma bilmeyen çocuğa her akşam annesi ya da babası masal, hikâye okumalı, çocuk da bunu dinlemelidir. Sonraki dönemlerde evde ailece kitap okuma saatleri belirlenebilir. Ya da ailece bir kitap sesli olarak okunabilir, herkes kendi kitabını da okuyabilir. Hâsılı kelam okuyan, düşünen ve fikirlerini özgürce ifade edebilen bir nesil yetiştirmenin yolu evi okula dönüştürmekten; kitabı, bilgiyi ve eğitimi önemsemekten geçtiğini hiç unutmamak gerek.

  • İLİMDEN NE ANLIYORUZ?

    İlimden Ne Anlıyoruz?

    Sosyal medya üzerinden yaptığımız İKRA sohbetlerinin 9 Nisan Perşembe günü hocası Ahmet YAPICI idi. Hocamız, ilmin önemi konusuna ve kaybettiğimiz ilmi tekrar kazanmamız gerekenleri  6 madde halinde özetledi. Yapmamız gereken 6 madde nelerdir?

    1- İnanç: Bizi biz yapan, bizi başkalarından ayırt eden, İslam’dır. İnanç, bizim kimliğimizi tanımlar.

    2- Bilgi: Bilimsel mirasımızı kaybettik, bilgi anlayışımız bölük pörçük. Kur’an’daki ayetleri okuduğumuz gibi sünnettullah dediğimiz insan ve kainat ayetlerini okumalıyız. Batı eşyayı ve maddeyi okudu ve gereğini yaptı, yani bilimsel araştırmalarını yaptı, yapıyor. Ama vahiy ayetlerinden uzak bilim sonuçta materyalizme gidiyor. 

    3- Eleştirel düşünceye sahip çıkmak.

    4- Çalışmak: Sünnetullah kuralı, çalışmaktır. Allah, iyi ve kötü günleri insanlar arasında çevirir. Çok çalışanlar üstünlüğü elde ederler. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. Çalışan kazanır.

    5- Ahlâk: Bilginin temeline ahlâkı koymazsanız zulüm ortaya çıkar. Batı medeniyetinin insanlığa zulmeden görüntüsü bundandır.

    6- Birlik ve Beraberlik: Bu madde olmadan yukarıdaki 5 madde dağılır gider. İslam ümmeti tek bir vücuttur. Bunu korumamız lazım.

     

    Sohbetin tamamı için aşağıdaki videoya tıklayınız.

     

     

     

  • HAYIRLI İNSAN

    Hayırlı İnsan!

    İslam’ın, insan anlayışı “sorumluluk ahlâkı” üzerine bina edilmiştir. Konu başlığımız “Hayırlı insan”,  üzerinde duracağımız nokta ise “başkalarına faydası olan insan profili” üzerinedir.

    Her din, her eğitim sistemi, her ideoloji… kendi insanını yetiştirmeyi hedefler. Bir model ortaya koyar ve bu model ile idealize ettiği insan tipini müntesiplerine örnek gösterir ve onların da onun gibi olmasını ister. Eğitim sistemi müfredatı da bu modele göre yönlendirir.

    Bizim inancımızda, Kur’an-ı Kerim’de Allahu Teala’nın önümüze koyduğumuz model insan Hz. Peygamber (sav)’dir. İslam medeniyeti her ne kadar bireysel sorumluluğu baz alsa da, yani her insanın Allah’a karşı, diğer varlıklara karşı sorumlu olduğunu baz alsa da İslam medeniyeti cemiyeti esas alan bir dindir. İslam Medeniyeti, bireysel, ferdi sorumluluğu esas almakla birlikte insanın toplum içinde yaşadığını dikkate alarak cemiyetçi, cemiyetle iç içe bir insanı bize model gösteriyor. Nasıl bir model bu?

    Sohbetin devamını aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.

  • HUZURLU VE MUTLU OLMAK İÇİN

    HUZURLU VE MUTLU OLMAK İÇİN
    Hayatta huzurlu ve mutlu bir insan olmak istiyorsan;
    - İyilikten ayrılma, iyi düşün, iyi söyle ve iyi davran! İyilik her zaman kazanır.
    - Güne erken başla, Allah'a dua et, ona yönel, ona güven.
    - Çalışmayı hiç terk etme. Başarının yolu çalışmaktan ve işini hakkıyla yapmaktan geçer.
    - Yaptığın işi önce kendine beğendir. İşine ruhunu, gönlünü ver. Elinin ucuyla iş yapma. Rızkını hak ederek kazan.
    - Dürüstlüğüne ve iffetine toz kondurma. Kimsenin de dürüstlüğü, iffeti ve namusu hakkında ileri geri konuşma. Sen dürüst, iffetli ol yeter.
    - Kimseye karşı içinden kin besleme, kimsenin kötülüğünü isteme. Kötülüğün ve kinin insan için her zaman bir yük ve mutsuzluk sebebi olduğunu unutma.
    - Affetmeyi öğren ve onu sev... Affettikçe hafifleyeceğini, kalbinin sükûnete ereceğini, sırtından kin ve intikam yükünü atacağını unutma.
    - Küçük de olsa büyük de olsa herkese, her zaman iyilik yapmaya çalış. Yaptığın iyiliğe karşılık bekleme...
    - Başkalarının mutluluğu seni de mutlu etsin. Onların mutluluğu ile mutlu olmayı başar. Nefsinin, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların yaktığı kıskançlık ateşine prim verme. Yoksa bu ateş önce seni yakar.
    - Paylaşmayı sev, elin her zaman açık olsun. Ancak saçıp savuran olma. Asla cimri olma ve ince hesap yapma. Verdikçe kazanacağına inan. Başkalarına ikramda bulundukça kazancının bereketleneceğini aklından çıkarma.
    - Sevdiklerine zaman ayır, onlarla beraber ol. Onları ihmal etme, kırma, üzme. Yoksa yokluklarında pişmanlık duyar, gözyaşı dökersin.
    - Aile dostlarını, yakınlarını ve özellikle yaşlıları ihmal etme. Onları gözet, onların gönlünü ve duasını al.
    - Sevdiklerini bazen şaşırt! Onlara güzel jestler yap!
    Bir selam, bir ziyaret, bir tebrik, küçük de olsa bir hediye…
    Onların kalbine, gönlüne hitap et! Sevdir kendini…
    - En büyük sermayen olan tatlı dili, güler yüzü cömertçe kullan. Somurtma, sırıtma, mütebessim ol!
    - İnsanların işini kolaylaştır, işi yokuşa sürme. Daima sorun çözücü ol, sorun kaynağı olma! İnsanları bezdirme! Onların bedduasını değil duasını al.
    - Sevginde de nefretinde de aşırı gitme. Fanatik olma, bağnazlıktan uzak dur! Mutedil ol. Derin pişmanlıklara kapı aralama.
    - Kimseye körü körüne bağlanma. Beraber yürüdüklerinin yanlışını ve o yanlışı yapanı savunma. Doğruyu kimsenin hatırı için yabana atma.
    - İnsanlar senin yol arkadaşlığındaki samimiyetinden şüphe etmesinler ama adaletinden ve hakkaniyetinden de emin olsunlar.
    - Kişilere, şahıslara bağlanma! İdeallere, değerlere bağlan! İdeallerini yaşat, onları dillendir!
    - Grupçu, hizipçi olma! Arkadan iş çevirme! Bölen değil toplayan, birleştiren, büyülten ol!
    - "Bana ne"ci olma, başkalarının derdine derman olmaya çalış. Yetim, kimsesiz ve gariplere kol kanat ger.
    - "Sana ne"ci de olma. Hatalarını söyleyen insanlardan korkma, onlara teşekkür et.
    - Eleştirilmekten ve eleştirmekten korkma. Yeter ki eleştirinin yerini, yolunu ve dozunu iyi ayarla.
    - Nankör olma, sana yapılan iyiliği asla unutma. Teşekkürü, özrü dilinden düşürme.
    - Kitapsız olma, kitabı, okumayı, dinlemeyi sev. Cahillikten ve kabalıktan uzak dur.
    - Her zaman elinde, çantanda ve arabanda okuyacağın kitabın olsun. Vaktini kitapla doldur.
    - Başucu kitapların olsun. Onları tekrar tekrar oku, düşün ve anla!
    - Kiminle oturup kalktığına iyi bak. Sana değer katmayan, seni faydasız ve boş işlerle meşgul eden arkadaşlardan uzak dur. İyilerle beraber ol.
    - Akıbetini ve ahiretini hiç unutma. Yaptığın ve yapman gerekirken yapmadığın her şeyden hesaba çekileceğini aklından çıkarma!
    - Kul hakkından ateşten kaçarcasına uzak dur. Kul hakkının senin için dünya ve ahirette hüsran olduğunu unutma.
    - Kibirlenme, kimseyi küçük görme! Adın, sanın, malın, makamın ve şöhretin ne olursa olsun aciz bir insan olduğunu, insanlara her zaman muhtaç olacağını aklından çıkarma.
    - İdeolojilere kendini kaptırıp insanlardan uzaklaşma. Karşındakini dinle ve anla! Herkesle konuş, iletişim kur, farklılıklardan korkma. Kendine ve değerlerine güven!
    - Herkesle iyi geçin, geçimsiz olma! Ancak her kalıba girme! Söyleyecek bir sözün olsun. Rengin, duruşun net olsun.
    - Amir-memur, zengin-fakir, genç-yaşlı herkese değer ver, onları hakir görme! Hepsine saygı göster.
    - Adaletten şaşma, kimseye haksızlık yapma, kimseyi kayırma ki kimse senin adaletinden şüphe etmesin.
    - Kimsenin tetikçisi olma. Kendin ol, ideallerinin, değerlerinin adamı ol. Onlara sahip çıkanlara sen de sahip çık! İdeallerini, değerlerini terk edip onlara sırtını dönenlerle aynı yolda yürüme!
    - Sevgin, şefkatin ve merhametin bol olsun. Anlayışın geniş olsun.

    - Öyle bir hayat yaşa ki arkanda hayırla yâd edilen, hasret ve gıpta ile anılan nâmın kalsın…

     

  • HAYAT YOLCULUĞUMUZ VE KİTAP

    Okumak bizim kültürümüzde saygın bir kavramdır. Okuyan kimseler takdir edilir, övülür; okuyanlarla övünülür. Kişi kendisi okumasa bile ilim tahsil edenleri, kitap okuyanları sever, onlara saygı duyar. Okumaktan maksat hem bir eğitim kurumuna devam etmektir hem de kitap okumaktır. Eğitim kurumuna devam edenin de okuyanın da ortak paydası kitaptır. Kitaba gösterilen saygı, ona verilen değer nedeniyle kitapla uğraşmak yani okumak bizde önemli bir fazilettir. Okumaya gösterilen bu saygının nedeni bizim toplumumuzun kitaba verdiği değerden kaynaklanır.  

    Kitap bizim kültürümüzde önemlidir, değerlidir ve saygıya layıktır. Bu nedenle dilimizde kitapla olmak, kitaplı olmak, kitabın ortasından konuşmak ve kitaba başvurmak kitaba verilen değeri gösteren örneklerdir. Kitap bizim geleneğimizde gündelik hayatın en önemli figürüdür. Dinimizin kaynağıdır, dünya ve ahiret hayatımızın belirleyicisidir. Hâl böyle olunca kitap insanın hayattaki en önemli kılavuzu ve yol arkadaşıdır. Hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim bizim söz ve davranışlarımıza olduğu gibi okumalarımıza da yön veren, çerçeve çizen bir kitaptır. 

    Müslümanların hayat yolculuğundaki yol rehberi Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’ın ilk emri de “Oku!” hitabıdır. Bu emir tam olarak şöyledir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak suresi, 1. Ayet) Bu ayette okuması istenen varlık insan; insandan yapması istenilen şey ise Allah’ın adıyla okumaktır. Yani insanın okuma yolculuğundaki hedefi ve rotası Allah olmalıdır. Okumalarımız bizi Allah’a yönlendirmeliona yakınlaştırmalı ve yüzümüzü ona çevirmelidir. Bu emirde dikkatimizi çeken şey, neyin okunacağı sorusunun cevabının olmamasıdır. Buradan yola çıkarak şu sonuca varabiliriz:  

    İnsan, kendisini Allah’a yöneltecek ve ona yakınlaştıracak her türlü kitabı okumalı, her türlü bilgiye ulaşmaya çalışmalıdır. Örneğin; Kur’an ayetlerini okuyup tefekkür ettiğimiz zaman Allah’a daha fazla teslim oluruz. İnsan vücudunu ve DNA’sını bize anlatan bir kitabı okuduğumuz zaman Allah’ın yaratma sanatı ve kudreti karşısında hayranlığımız artar, ona daha çok iman ederiz. Güneş, Ay, yıldızlar ve kâinatın işleyişini anlatan kitaplar aslında “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgârları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Bakara suresi, 164. Ayet) ayetindeki hikmetleri bize açıklar. Kısaca fizik, kimya, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih, felsefe, sosyoloji ve psikoloji gibi ilim dallarının bize öğrettiği bilgiler Kur’an ayetlerini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Bunun yanında bu ilimlerin bize sunduğu bilgiler bizim Allah’ı daha yakından tanımamızı ve imanımızın artmasını sağlar. “…Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar…” (Fatır suresi, 28. Ayet) ayeti bilgi sahiplerinin Allah’a hakkıyla tanıyacaklarını ve ona karşı vazifelerini layıkıyla yerine getireceklerini ifade eder.   

    Buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız konularda anahtar kavram, faydalı bilgidir. İnsanın dünya ve ahiret hayatını kolaylaştıracak, ona her iki hayatta da iyilik ve mutluluk sağlayacak, onu Allah’a yakınlaştıracak her türlü bilgi faydalıdır. İslam dini bilgiye fayda açısından bakmış, bilginin insanın hizmetine ve faydasına sunulmasını istemiştir. Dolayısıyla okunan kitap, öğrenilen bilgi; kişinin ahlakını güzelleştirmeli, alışkanlıklarını olumlu yönde değiştirmelidir. Kitap ve bilgi, insanı kötü huylardan ve alışkanlıklardan uzak tutmalı, kişiyi anlayış ve nezaket sahibi yapmalıdır. Hz. Peygamberin dualarında Allah’tan faydalı bilgi istemesi bu açıdan anlamlıdır. 

    Kur’an-ı Kerim’in “Oku!” emrini insanın dünya ve ahiret hayatına fayda sağlaması olarak anlayan Müslümanlar Hz. Peygamber döneminden itibaren her türlü bilgiyi önemli ve değerli gördüler.  

    Bu anlayış nazarında tefsir, hadis, fıkıh ve akait okumak da tıp, biyoloji, astronomi, matematik, coğrafya, fizik ve kimya okumak da aynı derecede değerlidir ve faydalı bir meşguliyettir. 

    Kur’an-ı Kerim’in “Oku!” emrinidünya ve ahiret hayatında fayda sağlamak şeklinde anlayan Müslümanlar Hz. Peygamber döneminden itibaren her türlü bilgiyi önemli ve değerli gördüler. Bu anlayış nazarında tefsir, hadis, fıkıh ve kelam okumak da tıp, biyoloji, astronomi, matematik, coğrafya, fizik ve kimya okumak da aynı derecede değerlidir ve faydalı bir meşguliyettir. Yani tefsir okumak da fizik okumak da insana dünya ve ahiret faydası sağlar, kişiyi Allah’a yakınlaştırır. Bilgiye yönelik bu bütüncül bakış açısı güçlü olduğu ve süreklilik arz ettiği müddetçe Müslümanlar eğitimde, bilimde, ahlak ve düşüncede, sanatta, siyasette ve teknolojide önemli atılımlar yaptılar.  Sadece astronomi ilmini örnek verecek olursak günde beş vakit namaz vaktinin, Ramazan ayının, imsak ve iftar saatlerinin belirlenmesi Müslümanlar için önemli bir ihtiyaçtır. Söz konusu ihtiyacın yanı sıra insanın içindeki merak dürtüsü ve “Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk suresi, 3, 4. Ayetler) ayetlerinin hikmetini öğrenme arzusu Müslümanları astronomiye yöneltti. Bu sebeple tarihte Müslümanların astronomi ilmine katkıları büyüktür. Kurulan ilk gözlem evleri, usturlaplar, bu alanda yazılan binlerce kitap ve üretilen teknolojik aletler bunlardan bazılarıdır.  

    Kitaba, bilgiye yönelik bu bakış açısı zayıfladığı oranda Müslümanlar arasında bilgi ve düşünce kısırlığı, ahlak ve şahsiyet zayıflığı, bağnazlık, cehalet ve tembellik gibi sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugün Müslümanların yeniden kendilerine gelmeleri ve insanlığa nefes olacak bir dirilişi gerçekleştirebilmeleri için zihinlerdeki bilgi ve düşünce anlayışını yeniden aslına döndürmek gerekir. Yukarıda bahsettiğimiz bakış açısını merkeze alan bir okuma seferberliğini çocuklardan ve gençlerden başlayarak tüm topluma yayabilirsek çok büyük bir atılım gerçekleştirmiş oluruz. Yaşadığımız hayat ve dünya şartları bizi bu yöne sevk ediyor. Farkında mıyız? 

  • HIRSIZIN HİÇ Mİ SUÇU YOK?

    Bir gün Nasreddin Hoca'nın eşeği çalınmış. Can sıkıntısı içinde durumu komşularına anlatınca her kafadan bir ses çıkmaya başlamış.  

    Birisi; 

    - Hocam demiş niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın?  

    Bir başkası;  

    - Evine hırsız giriyor da senin nasıl haberin olmuyor? diye konuşmuş.  

    Bir diğeri de;  

    - Hocam demiş, kusura bakma ama eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın bile yok. Nerden baksan dökülüyor.  

    Hoca kızmış;  

    - Yahu demiş, iyi, güzel de kabahatin hepsi benim mi? Hırsızın hiç mi suçu yok? 

    Müslümanlar olarak bugün birçok sorun yaşıyoruz. İslam dünyasında görülen eğitimsizlik, fakirlik, terör, şiddet, savaş, tahammülsüzlük, dünyevileşme ve ahlâk bunalımı hepimizin zihnini meşgul eden ve bize “ne olacak bu hâlimiz?” dedirten sorunlardan bazılarıdır.  

    İslam dünyasının bugünkü manzarası ile İslam’ın temel iddialarını ve değerlerini karşılaştırdığımız zaman ciddi bir çelişkiler yumağı görüyoruz. İlmi, okumayı, düşünmeyi, çalışmayı, kardeşliği, paylaşmayı, adaleti ve barışı bu kadar önemli bulan, teşvik eden, her fırsatta insana huzur ve güven telkin eden bir dinin mensuplarının cehalet, güvensizlik, fakirlik ve şiddetle anılması, üzerinde durulması gereken hazin bir durumdur. Elbette evine giren hırsızdan dolayı komşuları tarafından tedbir almadığı için eleştirilen Nasreddin Hoca gibi biz de “hırsızın hiç mi suçu yok?” diyerek mevcut görüntümüzün sorumluluğunu bilumum İslam düşmanlarına, sömürgeci Hristiyan Batı’ya ve Siyonist Yahudilere atabiliriz. İslam düşmanlarının saldırılarının, haçlıların ve siyonist güçlerin planlarının, komplolarının bizi geri bıraktığı, fakirleştirdiği ve cahil bıraktığı sonucuna varabiliriz. Yani sorumluluğu dış güçlere atabiliriz. Ama gelin görün ki komşular böyle söylemiyor: 

     “Niye kapıyı kilitlemedin, niye tedbir almadın, neden sağlam bir ahırın yok?” diyor komşular. Sorunun çözümü için onları da dinlemekte fayda var. Böyle yaparsak hem kendi ihmallerimizi görebiliriz hem de hırsızın sorumluluğunu fark edebiliriz. Yani resmin tamamını görebiliriz. Hoca aslında hep kendisini suçlayanlara “benim ihmallerim olabilir, tedbirsiz davranmış olabilirim ama bütün bunlar hırsızın suçunu ortadan kaldırmıyor. Başkasının malına el uzatmak haramdır, kötüdür. Başkasının malını çalan hırsızın hiç mi suçu yok” diyor. Bir nevi onları hırsızın da suçlu olduğunu görmeye davet ediyor.  

    İslam dünyasının bugünkü durumu da Nasreddin Hoca’nın başından geçen hırsızlık olayına benziyor. Bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz manzaranın sorumluluğunu kimileri hep dış güçlere bağlıyor. Onlara göre İslam dünyasının fakirlik, yolsuzluk, cehalet, şiddet ve terör gibi sorunlara müptela olmasının sorumlusu sömürgeci Batı’dır, siyonist Yahudilerdir, yani dış güçlerdir. Oysa sorumluluğu, suçu tek bir yere yüklemek, sorunlarımızı teşhis etmemizi ve çözmemizi engeller. Bu nedenle tek bir yönden bakmak yerine çoklu bir bakış açısına ihtiyacımız var.  

    İslam dünyasının son iki yüz yılda çok yönlü bir işgal hareketiyle karşı karşıya kaldığı aşikârdır. Demokrasi ve özgürlük adına işgal edilen Müslüman ülkeler, öldürülen binlerce kadın, çocuk ve yaşlı insan, yer altı ve yerüstü kaynakları talan edilen şehirler, sömürülen genç zihinler Batı’nın sabıka kaydına işlenen cinayetlerden bazılarıdır. Bu istilaları bilmek, haçlı ruhunun farkında olmak, sömürgeci zihniyeti ve onun yaptıklarını genç neslimize öğretmek ve neslimize yeniden diriliş ruhunu aşılamak bu kuşatmayı aşmamız için önemli bir vazifemizdir. Yeterli mi? Asla!  

    Müslümanların yeniden kendi değerleriyle buluşması, kendi kimliğiyle ayağa kalkması için kendi içinde bir muhasebe yapması şarttır. “Nerede yanlış yaptık, neden bu hâldeyiz?”, neyi kaybettik de her tarafımız sorunlar yumağı hâline geldi?”“bilimde, felsefede, sanatta, kültürde, ekonomide ve siyasette neden Batı’ya bağımlı bir toplum olduk?” ve “Yeniden huzur, barış ve adalet toplumu olmak için ne yapmalıyız?” sorularını cesaretle kendimize sormalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz. Elbette sorulacak çok soru, verilecek pek çok da cevap vardır 

    İtiraf etmeliyiz ki bugün Müslüman kimliğini oluşturan temel inançlarımızdan uzaklaştık,  bizi biz yapan değerlerimizi bilmiyoruz, onları doğru anlamıyoruz, değerlerimizin edebiyatını yapıyor ama onları hayatımıza yansıtmıyoruz. İnandığımız dini yeterince bilmiyoruz; Kur’an ve sünnet ile irtibatımız ciddi sorunlar taşıyor; Müslümanların bin dört yüz yıllık geleneğinden, dinî, ilmî ve kültürel mirasından haberdar değiliz. Sahip olduğumuz hazineyi okumuyoruz, bu nedenle de onun farkında değiliz. Bu mirastan haberdar olmayınca da kim olduğumuzu unutuyor, özgüvenimizi yitiriyoruz. Kendi mirasımız, geleneğimiz ve değerlerimiz hakkında bilgi sahibi olmayınca Müslüman bilinci oluşmuyor, dolayısıyla bir Müslüman kimliği de inşa edilemiyor. Bütün bunların sonucu olarak da içinde yaşadığımız çağa hâkim olan Batı düşüncesine ve yaşam biçimine öykünüyoruz. Onlara gıpta ediyor, onları taklit etmeye çalışıyoruz. 

    Sorunlarımızın çözümü için bizi biz yapan değerleri bilip tanımaya, doğru anlamaya ve onları davranışa dönüştürecek sağlam bir iradeye ihtiyacımız var. Bu yolda öncelikle bir iç muhasebeye ihtiyacımız var. İç muhasebe aynı zamanda soru sorma, sorgulama ve eleştiri zihniyetini gerektirir. Birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden, etmesi gereken Müslümanların sorulara, sorgulamaya ve eleştiriye tahammül edemez bir hâle gelmeleri başlı başına bir problemdirSoru sormayı sevmeyen, sorgulamaya tahammül edemeyen, eleştiriyi anlayışla karşılayamayan bir topluluğun kendi sorunlarını teşhis ve tedavi etmesi kolay değildir. Müslümanlar olarak öncelikle bu psikolojik eşiği aşmamız gerektiği kanaatindeyim. 

     

     

  • MEVLİD-İ NEBİ HAFTASI ÜZERİNE

    Mevlid-i Nebi Haftası münasebetiyle ülkemizin birçok yerinde salonlarda, okullarımızda ve camilerde etkinlikler yapılıyor. Bu yıl etkinliklerin teması "PEYGAMBERİMİZ VE GENÇLİK" olacak. Bu vesileyle Hz. Peygamber (s.a.v) ile ilgili etkinlikleri düzenlerken aşağıdaki hususları dikkatlerinize sunmak istiyorum:

    1- Dinin sivil, samimi, bireysel duygu ve heyecan yönünün geri plana itildiği, bunun aksine bürokratik, kurumsal, protokole dayalı, gösterişçi ve çıkarcı bir din anlayışının ön plana çıktığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu çerçevede Peygamberimizi anma etkinlikleri de çoğu zaman görselliğin ve niceliğin ön plana çıktığı protokol programlarına dönüşüyor maalesef. Amaç peygamberi anmak ve anlamak ise insanın akıl ve gönül dünyasına dokunan bir içerikle hazırlanmalı bu etkinlikler. Hz. Peygamberin bugüne hitabı, verdiği mesaj ve örnekliği üzerine odaklanmalı. Bugünden kopuk ve tarihte yaşamış kalmış nostaljik bir peygamber anlatımından artık kurtulmamız gerekiyor.

    2- Etkinliklerin içeriği Hz. Peygamberin üstün bir ahlaka sahip bir BEŞER olduğu, bir insan gibi yaşadığı ve aynı zamanda Allah’ın ELÇİSİ ve vahyin tebliğcisi olduğu gerçeğine uygun olmalıdır. Doğan,büyüyen, sevinen, üzülen, ağlayan ve gülen, evlenen, eş ve baba olan, komşuluk yapan, ticaretle, idareyle uğraşan inancı, ahlakı ve şahsiyeti ile örnek bir elçi ve insan olan Hz. Muhammed'i (a.s.) neslimize tanıtmalıyız.

    3- Sevgimiz çoğu zaman makul olanı ıskalamamıza neden oluyor, aşırılığa düşüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v) sevgisi de bundan nasibini alıyor maalesef. Programlarda Hz. Muhammed’i aşırı övgülerle insanüstü bir konuma oturtan her türlü yazı, şiir, resim ve anlatımdan sakınılmalıdır. Onun insani yönü ile peygamber vasfı dengeli bir anlatımla verilmelidir. Peygamberle ilgili Kuran’a ve peygamberin şahsiyetine aykırı hurafe ve aşırı yorumlardan uzak durulmalıdır.

    4- Hz. Peygamberi anma programlarındaki aşırı gül vurgusu bize özü kaybettiriyor. "Güller gülü, güllerin efendisi, güllerin sultanı, gül yüzlü gül efendimiz, gül kokulu vb." vurgular işi çığırından çıkarıyor. 
    Edebiyatımızda “Gül”ün Hz. Muhammed’i temsil ettiği anlayışının varlığı bir gerçek. Ama bu benzetmenin dinî, kutsal bir yönü yok. Edebiyatımızdaki bu temsilden yola çıkarak Hz. Muhammed’i (a.s.) bir ‘gül’e indirgemek yanlıştır. "Gül"e indirgenen bir peygamber imajı hayatımızdan buharlaşıp götürüyor Hz. Peygamberin örnekliğini.

    5- Peygamberi anma etkinlikleri sadece övgü merasimine indirgenmemelidir. Evimizde, sokağımızda, okulumuzda, meclisimizde bize ahlakı, adaleti, şahsiyetiyle örnek olması gereken bir peygamberi güller, çiçekler ve övgülerle anmak ve anlatmak hedefi ıskalamaktır. 
    Programlarda onun bir insan olarak çalışkanlığını, ahlakını, adaletini, dostluğunu, vefasını, temizliğini, dürüstlüğünü, fakirlere ve kimsesizlere karşı duyarlılığını, haksızlıklara karşı duruşunu anlatalım. İnsana ve çevreye verdiği değeri gösterelim. İbadete verdiği değer kadar ilme, düşünceye ve ahlaka da değer verdiğini özellikle öğretelim. Bize düşen asıl görev; Peygambere övgüler düzmek değil; Allah'ın övgüsüne mazhar olan bir insanı, Peygamberi anlamak ve anlatmak, örnek almak olmalıdır.

    6- Mevlid-i Nebi etkinlikleri ağlama seanslarına dönüşmemelidir. Evet, Peygamberimizi sevmek, ona hasret beslemek Müslümanca bir hassasiyettir. Onu anlamadan, örnek almadan, ondan uzak bir hayat sürerek yaşamak ama onun adı geçince ağlayıp sızlamak kendimizi avutmaktır, yeterli değildir. Aslolan onu anlamaya ve hayatımıza örnek almaya odaklanmaktır.

    7- Lütfen Peygamberimizi anma programlarımızı çöl ve deve resimleriyle boğmayalım. Bir yandan "İslam tüm zamanlara ve toplumlara hitap eden bir dindir." diyeceğiz öte yandan da onu yerel sembollerle özdeşleştireceğiz. Bu çelişkili bir durumdur. 
    Tarihsel ve mekânsal bir imgeyle İslam’ı ve Peygamberi sürekli özdeşleştirmek çocukların, insanların zihninde farklı çağırışımlar yapabilir. Programların içeriği insanların anlayışlarına uygun bir dil ve anlatıma sahip olmalıdır.

    8- Peygamberi; kitaplardan, şekillerden, törenlerden, sloganlardan ve kuru sözlerden kurtarıp hayatımıza model alalım. Peygamberi anlatmanın kazanç, rant kapısına döndüğü bir dönemi yaşıyoruz. Hz. Peygamber(s.a.v)'i anlatmak için menajeri aracılığıyla beş bin- on bin lira isteyen yüzsüzleri okulumuza, derneğimize, vakfımıza ve salonumuza sokmayalım. 
    Yalakalığın, fırsatçılığın, iki yüzlülüğün, menfaatçiliğin, sevgisizliğin ve güç sarhoşluğunun zirve yaptığı bir ortamda Hz. Peygamberin hayatını bir kez daha günümüze ışık tutacak bir anlayışla okumaya, anlamaya ve onun gibi yaşamaya çalışalım.

    9- Bu etkinliklerde Peygamberimizin gençlere nasıl yaklaştığı, onlara nasıl değer verdiği, gençlere nasıl özgüven, bilgi ve ahlaklı bir şahsiyet kazandırdığı ve gençlerin potansiyelini nasıl olumlu yönde değerlendirdiği konularına odaklanalım.

  • DÖRT FİLTRE

    Bir araştırmaya göre ortalama bir insanın beyni¸ günlük yaklaşık yüz bin kelimeye maruz kalıyor. Bunların büyük bir çoğunluğu telefon, bilgisayar ve internet gibi elektronik aletler yoluyla, diğerleri de yazılı yayınlar ve konuşmalar aracılığıyla gerçekleşiyor. Sosyal medyada okuduğumuz doğru-yanlış, gerekli-gereksiz ve faydalı-faydasız her türlü bilgi hem zihnimizi meşgul ediyor hem de zihinsel belleğimizi işgal ediyor. Gereksiz, faydasız ve yanlış bilgiler zihnimizi zamanla bir çöplüğe dönüştürüyor. Bu çöplük bir süre sonra zihnimizi yoruyor, rahatsız ediyor ve üstelik bu olumsuzluk sadece zihnimizle sınırlı kalmıyor bakışımıza ve davranışlarımıza yansıyor. Hatta ruh sağlığımızı tehdit edici boyutlara ulaşabiliyor. Hâl böyle olunca zihnimizi tehdit eden her türlü kirlilikten korunmamız, kötü söz ve davranışlardan uzak durmamız bir zaruret oluyor.

    İslam kaynaklarında temizlik maddi ve manevi temizlik olarak iki kısımda incelenir. Manevi temizlik ise ruh ve gönül dünyamızı her türlü kötülükten arındırmak olarak tanımlanır. Bu nedenle insan olarak bir sorumluluğumuz da manevi yönden arınmış olmaktır. Zihnimizi ve ruh dünyamızı arı ve temiz tutmak,  söz ve davranışlarımızı kötülüklerden ve çirkinliklerden korumak için dört filtre dediğimiz yöntemi prensip hâline getirmemiz gerekir. Düşünce dünyamızın saflığını koruyan, ruhumuzu dingin kılan, söz ve davranışlarımıza sükûnet ve hikmet kazandıran bu dört filtre şunlardır:

    - Doğruluk filtresi

    - İyilik filtresi

    - Faydalılık filtresi

    - Güzellik filtresi

    Her Müslümanın dünyada beynini, kalbini ve midesini helal ve meşru olanla doldurma sorumluluğu vardır. Zira insanı diğer varlıklardan ayıran şey bu üç konuda gösterdiği seçicilik yani irade sahibi oluşudur. İnsanın beynine ve düşünce dünyasına şekil veren ideolojik değerleri, davranışlarına ve yaşamına yön veren düşünce ve inanışları belirleyen de bu iradedir.  Bu sebeple insan sorumluluğunun bir gereği olarak her zaman seçici olmalıdır. Bu seçiciliğin yolu yukarıda saydığımız filtreleri uygulamaktır. Bu dört filtrenin dayanağı ve ölçütü ise dindir. Din doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı, güzel ile çirkini belirleyen temel ölçüttür.    

    Düşüncelerimizin, sözlerimizin ve davranışlarımızın temizliğini sağlayan ilk filtre doğruluktur. Doğruluk yolculukta güvenliğimizi sağlayan emniyet kemeri gibidir. Doğruluk insanı her zaman hakikate götürür. Bu yüzden insan her zaman ve her şartta doğruluktan ayrılmamalıdır. Doğruluk hiçbir zaman kaybettirmez, zarara uğratmaz, kötü bir akıbete götürmez insanı. Ziya Paşa’nın dediği gibi;

    İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah

    Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah

    Doğru düşünmek, doğru söylemek, doğru davranmak ve doğrularla beraber olmak dinin temel öğütlerinden biridir. Bir düşünce, bir söz ve bir davranış doğruluk filtresini geçemiyorsa insan ondan uzak durulmalıdır.

    Doğruluk, iyilik, faydalı olmak ve güzellik insanı her türlü olumsuzluktan arındıran dört temel ilkedir. İnsan, düşüncelerinde, söz ve davranışlarında bu dört filtreyi her zaman kullanmalıdır. Bu filtreyi geçemeyen her türlü düşünce, söz ve davranıştan uzak durmalıdır.

    İyilik filtresi de insanı kötülüklerden, kötü düşüncelerden, kötü söz ve davranışlardan koruyan bir can yeleğidir. Dinin doğru bulmadığı ve yasakladığı her şey kötüdür. Her kötülük de insanı insana düşman kılan, insanı Allah’tan uzaklaştıran bir hastalıktır. Din bize her zaman ve her şartta hüsn-ü zan beslemeyi, iyi düşünmeyi, iyilik yapmayı, iyi davranmayı emreder. İyilikten nasibi olmayan bir insan Allah’a yakın olamaz, insanlarla iyi geçinemez. Kur’an’da iman edenlerin yanında her zaman iyi işler yapanların övülmesi anlamlı bir mesajdır. Anne babaya iyi davranmak, komşuya, ihtiyaç sahibine iyilik yapmak, insanlara, hayvanlara ve çevreye karşı iyilik meleği gibi davranmak dinin bizden olmamızı istediği insan modelidir.  İyi insan olmadan Allah’ın sevdiği bir Müslüman ve iyi bir kul olunamayacağını fark etmeli günümüz dindarları.

    İslam’a göre insanların en hayırlısı insanlara en faydası olandır. Hiç kimseye faydası olmayan, bencil bir hayat süren insan kusurlu bir insandır. Zira bir insana, canlıya ya da cansız çevreye fayda sağlamak iyi insanların erdemidir. Bu sebeple din bize faydalı şeylerle meşgul olmamızı, dünya ve ahirette fayda sağlayacak işler yapmamızı telkin eder. Hz. Peygamber, kişinin Müslümanlığının kalitesinin faydasız işleri terk etmekle ortaya çıkacağını ifade eder. Buna göre bir insan konuşacağı ya da bir şey yapacağı zaman bunun kendisine veya başkalarına bir fayda sağlayıp sağlamadığını düşünmelidir. Fayda filtresini geçemeyen her düşünce, söz ve davranışı terk etmelidir. Günümüz insanının en çok müptela olduğu şey kendisine fayda sağlamayan işlerle meşgul olmasıdır.

    Güzellik, insana varlığı, eşyayı ve hayatı sevdiren, onun duygusal dünyasına hitap eden fıtri bir duygudur. İnsan daima güzeli arar, güzeli sever, onunla mutlu olur. İnsanın düşüncelerini, sözlerini ve davranışlarını anlamlı ve değerli kılan şey ondaki güzellik duygusudur. Bu nedenle insan her ne yaparsa yapsın, her ne söylerse söylesin güzel görmeli, güzel söylemeli ve işini güzel yapmalıdır. İslam buna “ihsan” der. İhsan, her zaman Allah’ın huzurunda imiş gibi her sözü, her işi özenle, zarafetle, nezaketle ve hakkını vererek yapma hassasiyetidir. “Allah güzeldir, güzelliği sever.” Güzellik kriteri söz ve davranışlarımıza değer katar, onların kıymetini, itibarını artırır.

    Özetle; saydığımız dört filtre; doğruluk sahibi olup, kimseye haksızlık yapmayan, iyi söyleyen, iyilikten ayrılmayan, insana hizmeti vazife bilen insan olmamıza imkân sağlar. Bunlar her insanın dört elle sarılacağı değerlerdir.  Doğruluk, iyilik, hizmet ve ihsan bilinci…

     

     

  • KUDÜS NOTLARI

    - Dört günlük Kudüs ziyaretimize başlarken kadim bir şehir görmenin, ilk kıblemize ayak basacak olmanın heyecanını yaşadık. Gezi boyunca hissettiklerimi ve geziden kalanları paylaşacağım dostlarımla.
    - Yolculuğumuz geziden bir gün önce grup üyelerine vize verilmemesi sürprizi ile başladı. Böylece sadece yeşil pasaportu olan biz dört kişi (Ramazan Yilmaz, Tuncay İncebacak, Suphi Meriç ve ben) ile Almanya ve Hollanda pasaportlu üç kardeşimiz olmak üzere yedi kişilik bir grupla yola çıkabildik.

    - İstanbul'da havaalanında insanları yıldırmayı amaçlayan işlemler yine İstanbul'a dönünceye kadar devam etti. Bütün bu yoğun güvenlik önlemlerinin iki sebebi var:
    Birincisi; güvenlik endişesi. Korku hissi İsraillilerin iliklerine kadar işlemiş. Kudüs sokaklarından hızlı ve endişeli adımlarla koşarcasına yürüyen yahudilerin yüzünde bunu görmek mümkün. Yine her sokakta, köşe başında eller tetikte duran polis ve askerlerin duruşunda görmek de.

    İkincisi ise Müslümanları yıldırmak ve onların Kudüs'e gelmelerini engellemek. İstiyorlar ki kimse Filistin topraklarına gitmesin, Kudüs'ü şenlendirmesin, Mescid-i Aksa'ya sahip çıkmasın. Onlar da sahipsiz Kudüs'te kendi emelleri doğrultusunda istedikleri gibi at oynatsın, her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu yapabilsinler.

    Müslümanlar bu oyunu bozup işgal altındaki Filistin topraklarına gitmeli, peygamberler şehri, tarihin aktığı şehri yani Kudüs'ü mutlaka görmeli, hissetmeli ve yaşamalı.

    - Yahudilerin Filistin topraklarına gelmesi, yerleşmesi ve sömürgeci Batı'nın İngilizler eliyle onlara bir devlet olanağı sunması İsrail'in Filistin topraklarında “işgalci” olduğu gerçeğini değiştirmez.

    - İşgal edilen topraklardan sürülen Filistinlilere ait mülklerin dünyanın farklı yerlerinden getirilen yahudilere verilmesi en hafif tabirle hukuksuzluktur. Bu işgal ikiyüzlü batının körleri, sağırları oynaması ve Müslümanların derin gafleti sayesinde bugün hâlâ devam ediyor. Filistinliler Kudüs'teki evlerini ve işyerlerini terk etmeye zorlanıyor. Mülklerini tamir etmelerine izin verilmiyor, sudan sebeplerle yüksek miktarda cezalar kesiliyor. Amaç, Kudüs'ü terk etmeye zorlamak.

    - Mazlum Filistinlilerin destekçisi olması gereken İslam dünyası ise kendi iç çekişmeleriyle meşgul. Sömürülmeye müsait bir zihin İslam dünyasında hâkim durumda. Bu ortamda ise Batının şımarttığı İsrail siyonist devleti istediği eşkıyalığı rahatça yapabiliyor. Kimse de ona dur demiyor, diyemiyor.
    Bu da şu anlama geliyor: 
    Müslümanlar kendi göbeğini kendileri kesecek. 

    - Tarihte Yahudilerin huzur ve barış içinde yaşadığı dönem, Müslümanların hâkimiyetinde oldukları dönemlerdir. Endülüs’te, Alman faşizmi döneminde gördükleri zulümleri yapanlar asla Müslümanlar değildir. Aksine onlara kucak açan, onları koruyanlar Müslümanlar idi. Ancak siyonistler geçmişte kendilerine sahip çıkan Müslümanlara yüz yıldır her türlü haksızlığı, soykırımı rahatça uygulayabiliyor.

    - Kudüs İslam, Yahudilik ve Hristiyanlık açısından çok önemli ve kutsal bir şehir. Ancak bu üç dinin tarihte Kudüs’e hâkim oldukları dönemler Kudüs’ün aidiyeti konusunda bize yol gösteriyor.

    - Tarih boyunca Kudüs'e hâkim olanlar içinde sadece Müslümanlar diğer din mensuplarına adalet ve barış sundular. Haçlı işgali altındaki Kudüs'te Müslümanların ve Yahudilerin nasıl katledildiğini, şehrin nasıl yağmalandığını Amin Maalouf’un Arapların Gözünden Haçlı Seferleri kitabından okuyabiliriz.

    1917’den ve özellikle 1948’den itibaren Filistin’i işgal eden Siyonist Yahudilerin yaptığı zulümleri ve işledikleri cinayetleri anlatmaya sayfalar yetmez. Darüsselam (Yeruşalim/Jerusalem) yani barış ve esenlik şehri olan Kudüs sadece Müslümanların hâkimiyetinde huzurun ve barışın adresi olmuştur. Tarih bunun şahididir.

    - Tarih bize şu hakikati öğretiyor: Gün gelecek, devran dönecek İsrail işgal devleti ve onun zulümlerine destek olanlar, ses çıkarmayanlar bir gün yaptıklarının hesabını verecektir. 1099-1187 tarihleri arasında haçlı zulmüne şahit olan Kudüs bugün bunun bir benzerini yaşıyor. O gün zulmedenler haçlılardı. Mazlumlar Müslümanlar ve Yahudilerdi. Bu sefer eli kanlı olanlar Siyonist Yahudiler, mazlumlar ise Müslümanlardır. 1187’de Selahaddin-i Eyyubi ile yeniden barışın adresi oldu Kudüs. Müslümanların hâkimiyetinde Hristiyanlar ve Yahudiler adalet ve barış içinde yaşadılar.

    - Biz şuna inanıyoruz: Tarih dönecek ve zalim siyonistler merhamet dilenecektir. İsrail bugünkü zulmü ve eşkıyalığı ile en büyük kötülüğü Yahudi milletine yapmaktadır. Onların geleceğini karartmaktadır. Bize düşen; işgal edilen coğrafyamızın, peygamberlerimizin mirası olan Darüsselam’ın, ilk kıblemizin yani Kudüs’ün selameti için bir şeyler yapabilmek, Kudüs duyarlılığını güçlü kılabilmektir.

    - Siyonist Yahudilerin yaptıklarına ses çıkaramayan ancak onların eşkıyalığını, zulmünü dile getirenleri “anti semitizm/Yahudi düşmanlığı” ile suçlayanlar ya korkaktır ya da ikiyüzlü insanlardır. Bu kimseler her iki halde de siyonizmin emellerine hizmet etmektedir.

    - İslam’ın bir soy dini olmadığını, soya göre değer ortaya koymadığını ve bir soydan gelmeyi üstünlük ya da aşağılık nedeni saymadığına inanıyorum. Bununla birlikte Siyonist Yahudilerin işgalleri, cinayetleri ve hukuk tanımazlığı dünyada Yahudi karşıtlığını besleyen temel dinamiklerdir. İsrail’in yaptıklarını görmeyip, İsrail aleyhine söylenen her sözü anti semitizm diye boğmaya çalışmak iyi niyetli bir yaklaşım değildir.

    - Kudüs’te teneffüs ettiğimiz hava İslam dünyası için Türkiye’nin ne anlama geldiğini bir kez daha teyid etti. “Türkiye, Erdoğan” derken gözleri parlıyor insanların. Bir umut ışığı beliriyor gözlerinde. Bu durum onların bize olan ümidini gösterirken “bizim ne işimiz var Filistin’de, Bosna’da” diyenlerin daha Türkiye’yi anlayamadıklarını da gösteriyor.

    - Kudüs deyince Bosna’da, Üsküp’te, Kosova’da, Somali’de ve daha dünyanın birçok yerinde ecdadımızın mirasına sahip çıkan, onları ayağa kaldıran TİKA’yı anmamak vefasızlık olur. TİKA’ya düşman olan, onu kapatmaktan söz edenlerin bu ülkenin menfaatleri için çalışmadıklarını ve iyi niyetli olmadıklarını rahatlıkla söyleyebilirim.

    - Kendi coğrafyamızda ilk kıblemizde namaz kılmak için işgalci İsrail askerlerinin iznine, keyfiliğine tabi olmak Müslümanlar için bir zillettir. Bu zilleti ve esareti yaşayarak hissetmektir Kudüs. Her tarafı tarih kokan bir şehri yutkunarak gezmektir Kudüs.

    - Kudüs için hamaset çağrısı olarak değerlendirilmemeli bu satırlar. Kendimize dönmenin, yeniden bilgi ve düşünce üretebilmenin, siyaset, ekonomi ve teknoloji alanında güçlü olmanın vaktinin artık geldiğinin, ödevimizin ağır olduğunun farkındayım. Herkesin kendi ödevini yapması, dersine çalışması gerektiğinin de…

     


     

  • BİR GÜZEL ADAM

    Yanılmıyorsam 2008 yılı idi.
    İstanbul'da ve Anadolu'da kendi mütevazı imkânlarıyla insanlara kitap okutmayı amaçlayan İlim Kültür ve Rahmet Derneği, kitap okuyan gençlere yönelik motivasyon seminerleri düzenliyordu.

    Bu seminerlere katılan ilim ve kalem erbabı hayat tecrübelerini kitap okurlarıyla paylaşıyor ve onları kitap okumaya, ilme ve öğrenmeye teşvik ediyordu.

    Bu seminerlerin birine Hasan Celal Güzel’i çağırma kararı almıştık.

    Başbakanlık müsteşarı, bakan, milletvekili…

    Gelir miydi acaba?

    Denemeye değerdi.

    Nitekim irtibat kuruldu. 
    Dernek hakkında kendisine bilgi verildi ve kitap okuyanlara yönelik motivasyon seminerine davet edildi.

    Hasan Celal Güzel “elbette gelirim” cevabını vermişti. 
    Karşılıklı teyit edildi ve program günü ve saati belirlendi.

    Bir pazar günü derneğin Esenler Şubesinde önce tüm katılımcılarla kahvaltı yapılacak ardından da Hasan Celal GÜZEL hayat tecrübelerini bizimle paylaşacaktı.

    Programa yakın günlerde kendisiyle uçak bileti ve otel rezervasyonu için irtibat kuruldu.

    GÜZEL, kızının İstanbul’da yaşadığını belirtti ve “size zahmet olmasın, arabam ve şoförümle gelir, kızımda kalırım. Bu vesile ile torunlarımı severim.” dedi.

    Nihayet program günü geldi, her zamanki güler yüzü ve samimiyeti ile yaklaşık 2 saatlik çok hoş anılarla ve derslerle dolu bir konuşma yaptı. 
    Kâh güldük kâh üzüldük. 
    En önemlisi samimiyetine ve temiz kalbine vurulduk.

    Özel aracı ile Ankara’dan İstanbul’a geldiği için –yakıt parası olarak- bir miktar para zarf içinde usulünce kendisine takdim edildi.

    Merhum GÜZEL, derneğin kitap okutarak zaten güzel ve hayırlı bir hizmette bulunduğunu ve bu nedenle para almanın doğru olmayacağını ifade etti.
    “Bu güzel hizmete bizim de katkımız olsun.” diyerek parayı kabul etmedi.

    Her dönemde ve özellikle 28 Şubat’ta darbecilere gösterdiği onurlu duruşuyla sevdiğimiz bu GÜZEL adamı bir kez daha sevdik.

    Bugün konferans ya da söyleşi için davet edildikleri zaman ilk şart olarak “şu kadar para isterim” veya “şu kadar kitabımı alırsanız gelirim” diyen ya da konferans için kendisi görüşme zahmetinde bulunmayıp menejerine yönlendiren bir kısım dindar kılıklı tüccar zevatı görünce Hasan Celal Güzel gibi yiğitlerin farkı, güzelliği daha da bir önem kazanıyor.

    Aynı şekilde bürokrasiyi, siyaseti çok basit hesaplarla kendi çıkarlarına yontacak kadar küçülenlere şahit oldukça Hasan Celal GÜZEL gibi kahramanları daha çok arıyor, daha çok seviyor insan.

    Hasan Celal GÜZEL’i esen rüzgâra göre her devirde renkten renge giren kişiliksiz bukalemunlara inatla, adam gibi duruşa sahip olunarak da yaşanabileceğini bize öğreten bir adam olarak hatırlayacağız.

    Biz onu koltuk, makam ve mevkii sahibi olunca kendini kaybeden, rotasını şaşıranlara inatla, halkını seven, halkıyla yaşayan ve kibirden uzak duran bir adam olarak anacağız.

    Hasan Celal GÜZEL’i siyaset ve bürokrasideki hizmetlerinin yanı sıra her biri ayrı bir değer olan;
    - Yeni Türkiye Dergisi, 
    - Yeni Türkiye Araştırma ve Yayın Merkezi, 
    - 5 ciltlik Cumhuriyet Ansiklopedisi, 
    - 12 ciltlik Osmanlı Ansiklopedisi, 
    - 21 ciltlik Türkler Ansiklopedisi
    gibi ilim ve kültür hayatımızda çok önemli hizmetlere imza atan bir kültür adamı olarak şükranla yâd edeceğiz.

    En önemlisi adı gibi, soyadı gibi kendisi de GÜZEL bir "adam" olarak hayırla anacağız.

    Milyonlarca insanın gönlünü ve duasını alarak ahirete irtihal eden Hasan Celal Güzel’e Allah’tan rahmet diliyorum.

    Mekânı cennet olsun.

     

     

     
  • İki Güç: BİLGİ VE DÜŞÜNCE

    Aşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım” türküsünü bilmeyenimiz, duymayanımız yoktur neredeyse. Hayat uzun ince bir yoldur, başlangıcı ve sonu belli olan bir yol. Ve biz bu yolun sonuna doğru adım adım yaklaşıyoruz. Bu açıdan bakıldığı zaman tarih için de “uzun ince bir yol” yakıştırması yapmak hiç de yanlış olmaz. Tarih bir zaman tünelidir ve biz de o tünelin bugünkü yolcuları. Şimdi bu zaman tünelinin biraz gerisine doğru filmi saralım ve bakalım o zamanların manzarasına:

    Yedinci asırdan başlıyoruz. Kur’an insanlığa gönderilmiş ve Kutlu Peygamberin kişiliğinde model bir insan anlayışını insanlığın önüne çıkarmış. İslam insanı ilmek ilmek dokuyor, toplumları değiştiriyor. Şehirlere nefes oluyor.

    Sekizinci asırdayız… İslam genişliyor. O genişledikçe insanların gönüllerine bir el dokunuyor. Kurtuluş muştusu batıyı da doğuyu da etkisi altına alıyor.

    Dokuzuncu asırdayız… O zamanın dünyasındayız. İslam coğrafyasına göz gezdiriyoruz. Müslümanlar Arap yarımadasından, Kuzey Afrika’ya, İran’dan Azerbaycan’a kadar olan bölgenin tamamına hâkim vaziyetteler. Bu yüzyılda başlayan gelişme ve büyüme sadece siyasi iktidarla sınırlı değil, ekonomik, kültürel ve ilmî yönden de büyüme devam ediyor. Müslümanlar; bir yandan tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve siyer gibi İslamî ilimlerde zengin bir ilîm ve felsefe sahibi. Aynı zamanda çağın teknolojisine zemin hazırlayan matematik, astronomi, coğrafya, haritacılık, fizik, kimya, tıp, jeoloji, biyoloji ve botanik gibi bilimlerde de aynı zenginlik söz konusu. Felsefe ve düşünce alanında da Müslümanlar iddia sahibiler.

    Zaman tünelini biraz daha genişletelim ve bu süreyi 15. asrın sonlarına 16. asrın ortalarına kadar uzatalım. Gördüğümüz manzara yukarıda bahsettiğimiz resmin gelişmiş halidir. Daha da somutlaştırırsak;

    Bugün Matematikte kullandığımız “0” (sıfır) rakamını ilk defa Müslümanlar kullanıyorlar. “Ondalık” sistem de onların kullandığı bir yöntem.

    Cebir adını verdikleri bir bilim dalını kurup geliştiriyor Müslümanlar. Harezmi adında bir dahi “el-Cebr ve’l- Mukabele” adlı eseriyle bilim dünyasını alt üst ediyor. Denklemler, geometri, trigonometri ve integral gibi matematiksel konular bilimin önemli konularından. Battani, el-Kerhi, Ömer Hayyam ve Tusi gibi bilim adamları dönemin zirve isimleri.

    Müslümanlar astronomi adını verdikleri bir bilimi kurmuşlar ve rasathaneler kurarak gökyüzüne, yıldızlara dair gözlemler yapıyorlar. Uzaya merakları dikkate değer. Haritacılıkta şahane eserler ortaya koyuyorlar. Avrupalıların gıpta ile baktığı bir bilimsel ve felsefi gelişme var İslam coğrafyasında. Zira Avrupa kilisenin karanlık tahakkümü altında eziliyor. Geri kalmış bir Avrupa manzarası var bu zaman tünelinde.

    Şöyle bir baktığımız zaman şunları görüyoruz bu dönem İslam coğrafyasında:

    İbn-i Sîna’nın el-Kanun fi’t-Tıb adlı eseri bilim dünyasını kasıp kavurmaktadır. Bu eser asırlarca Batı üniversitelerinde temel tıp kitabı olarak okutulmakta.

    İbnü’l Heysem Optik ilmini kurmuş, kamera ve sinema sisteminin temellerini atmış, bilime “inandığını ispatla” yani deney yöntemini kazandırmıştır.

    el-Kindi fizikte izafiyet teorisini ilk kez ortaya koymuş,

    Biruni bilime gözlem yöntemini monte ederek Hint toplumları üzerine eserler yazmış,

    İbnü’n-Nefis tıpta ilk kez kan dolaşımını keşfetmiştir.

    Müslümanlar bilimde ve düşüncede hâkim konumdalar ve Mekke, Kudüs, Şam, Mısır, Endülüs ve Bağdat gibi dünyanın önemli kültür ve medeniyet merkezlerini ellerinde tutuyorlar. Batılı gençler Arapça öğrenmek için Endülüs’e geliyorlar. Batı’dan Doğu’ya doğru beyin göçü dediğimiz bir hareketlilik var. İslam şehirlerinde kütüphanelerle, araştırma merkezleriyle, yükseköğretim kurumlarıyla tam bir ilim havası var. Farklı din ve mezheplere mensup insanlar Müslümanlarla birlikte barış ve huzur içinde yaşıyorlar.  Müslüman tüccarlar Konstantiniyye’den Balkanlara, Şam’dan Hindistan ve Çin içlerine hatta Endonezya’ya kadar geniş bir alanda ticaret yapıyorlar.

    Evet, zaman tünelini burada durduralım ve doğrudan bu yüzyıla çevirelim. Hep birlikte bu zamanın manzarasına yukarıdan bakalım. Bakalım ne göreceğiz:

    İslam coğrafyasının tamamına yakını siyasi ve ekonomik işgali altında. Halkı Müslüman olan ülkelerin çoğunluğu Amerika ve Avrupa’nın sömürge valisi zihniyetiyle Batı güdümlü yöneticilerle idare ediliyor. Ekonomik yönden İslam ülkelerinin tamamı gelişmekte olan ülke ya da az gelişmiş ülkeler kategorisinde. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu ülkelerinde savaş, işgal, terör, açlık ve cehalet gibi çok temel problemlerle karşı karşıya. Bu ülkelerde eğitim seviyesi çok düşük oranda ve bilimsel çalışmalar yok denecek kadar az. Teknolojide Batıya bağımlı bu ülkeler. İnsan hakları konusunda ciddi sorunlar yaşanıyor. Eğitim, kültür ve sanat alanlarında seviye maalesef normalin altında. Özetle Batıyla karşılaştırıldığında örneğin 57 İslam ülkesinin katma değeri ileri teknoloji üretimi bir Almanya etmiyor. Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya ve Malezya gibi üç beş ülkeyi çıkarırsak adeta içler acısı bir manzara var genel görünümde.

    Batıya bakınca ekonomik, siyasi ve askeri yönden güçlü bir yapı çıkıyor karşımıza. İngilizce tüm dünyada ana dil gibi kabul görüyor. Dolar ve Euro tüm ticaretin kıymetli araçları niteliğinde. Batı kültürü ülkeleri işgal etmiş. Batılı fast food zincirleri tüm şehirleri ahtapot gibi sarmış. Tüm dünyadan Batıya doğru beyin göçü devam ediyor. Müreffeh ve gelişmiş bir hayat sürmek isteyenlerin rotası Batı ülkeleri. İyi bir eğitim almak ve kariyer yapmak isteyenlerin de yolu Batıya uğramazsa eksiklik addediliyor. Tüm dünyanın takip edeceği moda, izleyeceği filmler, okuyacağı kitaplar Batılı merkezlerde üretiliyor. Batı üretiyor, diğer bölgeler tüketiyor. Batı zenginleşiyor, diğerleri fakirleşiyor.

    İçimiz karardı değil mi?

    Evet bu yüzyılın görüntüsü bu maalesef.

    Şimdi şu soruyu sorabiliriz:

    Zaman tünelindeki bu iki manzaraya bakarsak şunu görürüz:

    Birinde İslam dünyası canlı, güçlü ve gelişmiş bir coğrafya, Batı ise her alanda karanlık ve geri kalmış bir coğrafya…

    İkincisinde ise durum tam tersi: İslam dünyası geri kalmış, terör, savaş, cehalete bürünmüş iken batı dünyası siyasi, ekonomik, teknolojik ve bilimsel yönden gelişmiş bir coğrafya…

    Peki bu iki coğrafya arasında rolleri ve görüntüyü değiştiren fark ne olabilir?

    Her iki manzarada da gelişmiş olan coğrafyaya baktığımızda bilim, düşünce, üretim ve çalışmanın çok net olduğu görülür. Bu değerler ilk manzarada İslam dünyasının bünyesinde iken ikinci yani bugünkü manzarada ise Batının bünyesinde.

    Her iki manzarada da geri kalmışlık ilkinde batıda, ikincisinde ise İslam dünyasında.

    Öyleyse şu sonuca varabiliriz:

    Bilim ve düşünceyi baş tacı eden, eğitim ve kültüre önem veren, birlik ve beraberliğini sağlamış, çalışan ve üreten toplumlar gelişir ve güçlü olurlar.

    Bilimin yerine hurafeleri, cehaleti, tembelliği, miskinliği benimseyen, düşünceye değer vermeyen, çalışmayan ve üretmeyen, dinî, etnik ve sosyal yönlerden birbirine düşmüş, birliğini kaybetmiş toplumlar da zayıflar ve geri kalırlar. Böylesi toplumların inançlarının ilme, düşünceye, akla, üretmeye ve çalışmaya çok önem vermesi, hatta kitaplarının “İkra/Oku!” diye başlaması bir şey ifade etmez. “Oku” emri dillerde, vaazlarda, kürsülerde ve kitaplarda kalır. Bu emir hayatın tamamına hâkim olmadığı ve toplumun temel felsefesi olmadığı müddetçe o toplumu geliştirmez. “İnsan için ancak çalıştığı kadarı vardır.” İlahi prensibi gereği emeği, çalışmayı ve üretmeyi hayatın ana ilkesi saymadıkça gelişme, huzur ve mutluluk olmaz.

    Bu nedenle bugün her yönden kuşatma altında kalan, ezilmiş ve darmadağın edilmiş bir coğrafyanın sakinleri olan Müslümanlar!

    İslam coğrafyasından daha kaç ülkeyi feda edeceğiz, hangi İslam şehirlerinin yıkılmasını seyredeceğiz, hangi toplumun ırzının, namusunun ve kutsallarının ayaklar altına alınmasını izleyeceğiz?

    Nerede görülmüş, kitapsız, okumayan, cahil ve tembel toplulukların izzet ve ikbal sahibi olduğu?

    Hangi kitapta yazar cahil ve tembel toplulukların müreffeh bir toplum olacağı?

    Hangi din vaad eder çalışmayan, düşünmeyen, emek harcamayan, alın teri dökmeyen, miskin ve hazırcı toplumların mutluluk ve güven içinde olacağını?

    Artık kendimizi hesaba çekmenin, kendimize gelmenin, bilgiyle, düşünceyle ve kitapla yüzleşmenin vakti gelmedi mi?

    O zaman bugün değilse ne zaman?

     

     

  • EVDEN OKULA ÇOCUK

    EVDEN OKULA ÇOCUK

     

    Anne baba olmanın sorumluluklarından biri de, çocuğa iyi ve sağlam bir şahsiyet kazandırmak, ona güzel bir eğitim verebilmektir. Çocuğun iyi bir terbiye alması anne babasının örnek birer eğitimci rolü göstermesine bağlıdır. Söz ve davranışlarıyla çocuğuna iyi örnek olan ve onunla sağlıklı iletişim kurabilen anne babalar çocuklarının eğitiminde daha başarılı olurlar. Bu nedenle bir çocuğun eğitiminde öncelikle aile faktörüne dikkat çekmek gerekir.

    Çocuk dünyaya gözünü açtığı andan itibaren anne babasının yanında ve onların şefkatiyle büyür. Anne babanın her sözü, her davranışı ve birbirleriyle olan iletişimi çocuğun sürekli gözlem alanı içindedir. Bu nedenle anne babalar çocuğun ilk öğretmeni sayılır. Burada anne babanın çocuk eğitimindeki etkisini ifade etmek için İslam eğitimcilerinin çocuk eğitimini evlilik öncesinden başlattıklarına dikkat çekelim.

    “Çocuk eğitiminin evlilik öncesi ile ne alakası var?” sorusu aklımıza gelebilir. Şöyle ki; İslam eğitimcilerine göre çocuğun eğitimi kadar onu eğitenler de büyük önem taşır. Nasıl iyi bir yemek, usta bir aşçının, iyi bir bina, maharetli bir mimarın elinden çıkıyorsa iyi bir çocuk da güzel ahlâklı ve sağlam karakterli bir eğitimcinin elinde yoğrulur ve şekil alır. Bu sebeple İslam eğitimcileri evlenecek kişinin sadece kendisine eş değil, ileride dünyaya gelecek çocuklarına örnek bir annelik, babalık yapacak güzel ahlâklı, sağlam karakterli kişileri tercih etmesinin daha faydalı olduğuna dikkat çekerler. Kötü ahlâklı ve düşük kişilikli bir insan, çocuğa kötü örnek olabilir. Çocuğu iyi bir anne babaya, öğretmene teslim etmek, iyi bir terbiyenin ve eğitimin ön şartıdır.

    Çocuğa her istediğini vererek onu şımartmamalı, onu hayatın gerçeklerinden uzak yetiştirmemelidir.

    Çocuk, varlığı da, yokluğu da görmeli, çalışıp hak etmeyi, kanaati ve şükretmeyi öğrenmelidir.

    Çocuğun çok iyi bir gözlemci ve taklitçi olduğu konusunda eğitimciler hemfikirdir. Hâl böyle olunca anne baba doğru, iyi ve güzel davranışlarla her zaman çocuğa örnek olmalı. Anne baba; kendi yapmadıkları iyi şeyleri çocuklarına yapmayı tavsiye etmenin ya da kendi yaptıkları kötü şeyleri çocuklarına yasaklamanın doğru, tutarlı ve tesirli olmayacağını fark etmeliler. Her ağzını açtığında küfürlü konuşan, onun bunun arkasından dedikodu yapan ve yalan söyleyen bir anne babanın çocuğundan güzel ve doğru konuşmasını beklemesi çelişkili bir durumdur.

    Günümüz anne babalarının birçok –haklı olarak- çocuklarının hiç üzülmemesini, mahrum kalmamasını, zorda kalmamasını isterler. İlk bakışta haklı ve normal gibi görünen bu istek, çocuğun hayatta karşılaşabileceği zorluklar ve problemler karşısında dirençsiz, kırılgan ve teslimiyetçi bir kimliğe bürünmesine yol açabilir. Oysa çocuk, sanal bir hayat yaşamak, küvezde hapis kalmak yerine hayatın doğal akışı içinde yetişmelidir.  Anne babalar, çocuğa her istediğini vererek onu şımartmamalı, onu hayatın gerçeklerinden uzak yetiştirmemelidir. Çocuk, varlığı da, yokluğu da görmeli, çalışıp hak etmeyi, kanaati ve şükretmeyi öğrenmelidir.

    Bazı anne babalar çocuklarına hiçbir sorumluluk yüklemezken, kimisi de çocuğunun her yaptığını ödüllendirme yolunu tercih edebiliyor. Her iki tavrın da yanlış olduğu kanaatindeyim. Çocuğa küçük yaştan itibaren sorumluluk verilmeli ve çocuk, sorumluluğunu yerine getirmediği zaman bunun cezasını ya da mahrumiyetini yaşamalıdır. Sorumluluk bilinci böyle gelişir. Çocuğa hiçbir sorumluluk vermemek, görevini yapmadığı zaman bunu görmezden gelmek ya da her yaptığı işin sonunda onu ödüllendirmek hayatın gerçeklerine aykırıdır. Böyle bir tutum merhamet değil çocuğa zarar vermektir. Zira insan, hayatta istediğini elde etmek için emek harcamalı ve alın teri dökmelidir. Buna rağmen birçok insan hayatta her istediğini elde edemez ve her arzusuna kavuşamaz. Bu durum hayatın bir gerçeğidir. Bu nedenle çocuklarını hayatın gerçeklerine uygun yetiştiremeyen anne babalar esasında onları hayata iyi hazırlayamamış demektir.

    Temel amacı; sorumluluk sahibi, iyi ve mutlu insan yetiştirmek olmayan;

    Müfredatı, okulu ve öğretmeni bu amaca hizmet etmeyen bir eğitim sistemi mutlaka sorgulanmalıdır.

    Çocuk eğitiminde ikinci önemli faktör okuldur. Okul, çocuğun hem sosyal ve kültürel hayata uyumunu sağlar hem de akademik bilgiye erişmesine katkıda bulunur. Ülkemizde okul hayatı, ana sınıfından başlayarak ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite ile beraber toplamda on yedi seneyi bulmakta. Bu uzun süre ise bir insan hayatının en önemli ve en verimli yılları demektir. Bu nedenle çocuğun okula başlaması aile içindeki eğitimin sona erdiği anlamına asla gelmemelidir. Günümüzde kimi aileler, çocuğun okula başlamasıyla birlikte kendi görevlerini okula ve öğretmene devrettikleri gibi yanlış bir düşünceye sahiptir. Oysa aile bağı ve eğitimi hayatın sonuna kadar devam eden bir süreçtir. Çocuğun eğitimini okula ihale etme anlayışı çoğunlukla olumsuz sonuçlar doğurur. Aile, kişinin içinden geldiği ve her zaman aidiyet hissettiği en güçlü sığınak olmalıdır. Hiçbir kişi ya da kurum ailenin yerini alamaz, almamalıdır. Anne babalar bu hususa dikkat etmelidir.

    Çocuk, anne babaya verilmiş bir emanettir. Bu emanetin aklını, kalbini ve midesini doğru, iyi, güzel ve faydalı şeylerle doldurmak anne baba olmanın bir gereğidir. Bu nedenle anne babaların temel gayesi, çocuklarının “iyi bir insan ve iyi bir Müslüman” olmasını sağlamak olmalıdır. Bu ana gayeyi ihmal ederek modern çağın bize dayattığı “başarılı insan” hedefine odaklanıldığı zaman, çocukları yarış atına çeviren, güçlüyü, başarılıyı öne çıkaran; zayıfı, başarısızı mahkûm eden ve dışlayan bir anlayışın esiri oluruz. Çağımızın ve eğitim sistemimizin sorunu budur. Oysa her insanın kabiliyeti, zekâsı, bilgisi ve kapasitesi farklıdır ve her insan toplumda değişik ihtiyaçları karşılayacak farklı niteliklere sahiptir.

    Çocuklarımızı değerlendirirken “başarı”yı temel kriter alan bir sistem, insan tabiatına aykırıdır ve sorunludur. Temel amacı; sorumluluk sahibi, iyi ve mutlu insan yetiştirmek olmayan; müfredatı, okulu ve öğretmeni bu amaca hizmet etmeyen bir eğitim sistemi mutlaka sorgulanmalıdır. Zira anne babalar olarak bizim görevimiz;

    Bize emanet olarak verilen çocuklarımızı;

    - Anne babasına hayırlı birer evlat,

    - Kendisi ve çevresiyle barışık iyi bir insan,

    - İnsanlara faydası dokunan bir kişilik,

    - Sadece Yüce Yaratıcı’ya kul olan bağımsız şahsiyetler olarak yetiştirmektir.

    Ahmet YAPICI

  • UMERA ve ULEMA

    UMERA ve ULEMA

    İslam toplum anlayışında umera (idareci) ve ulema (ilim ehli) dengesi vardır. 
    Umera yani idareciler pratik alanı, ulema ise teorik alanı temsil ederler. 
    Umera iş yapar, çalışır, insanların ihtiyacını karşılamaya çalışır. 
    İdarecinin asli görevi, hakikat ve adalet çizgisinden sapmadan toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktır.

    İdareciler toplumsal emaneti yüklenmiş insanlardır. 
    Bu nedenle idareci, gücünü, temsil ettiği toplumdan alır. 
    Misyonu gereği, hizmetkardır, efendi değil. 
    Mütevazıdır, mütekebbir değil. 
    Sorumluluk sahibidir, pervasız değil.
    Her şartta sorumluluğunun farkındadır.

    İş yapan, çalışan insan zaman zaman bilerek ya da bilmeyerek hata yapar. Çoğu zaman eleştirilir. 
    İşte burada devreye ulema girer.

    Ulema toplumsal değerleri temsil eder ve bu yönüyle toplumun sigortası gibidir. 
    İdareciler ve toplum, hakikat ve adaletten uzaklaştığı zaman devreye ulema girer ve hakikatin sözcüsü olarak her şartta hakikati seslendirir.

    Ulemayı güçlü ve diri kılan şey, onun her türlü minnetten uzak oluşudur. 
    Bu nedenle İslam geleneğinde ulemanın, yöneticilerin masasından da sofrasından da uzak durması özellikle vurgulanmıştır.

    Ulemanın rehberi ilimdir, kaygısı hakikattir, amacı adalettir. 
    İlim ve fikir ehli sadece hakikate odaklanmalı, insanlar rahatsız olsa da her şartta hakikati söylemeli.

    İdareci ve ulema arasındaki bu köprüyü istişare ve eleştiri sağlar. 
    İdareci ilim ehline kulak vermeli, onlara danışmalı ve eleştiriye açık olmalı.
    Ulema da korkmadan, çekinmeden doğruyu, hakikati ifade edebilmeli ve idarecilere hatalarını, yanlışlarını söyleyebilmeli ki toplumsal huzur sağlansın ve toplum gelişsin.

    Bu denge bozulursa toplumsal sorunlar artar, dirlik ve huzur bozulur.

    Eleştirilmek idareciliğin, eleştirmek de ilim ehli olmanın tabiatındandır. 
    Bu hakikati kabullenemeyenler ve buna alışık olmayanlar her zaman sorun yaşarlar ve topluma sorun yaşatırlar.

    Bir toplumda ilim ve düşünce adamları öncüdür, yol göstericidir. 
    Bu nedenle onlar idarecilere kayıtsız şartsız biat eden, onların her dediğini onaylayan kimseler olamazlar. 
    İlim ve düşüncenin ağırlığı ve itibarı her zaman önde olmalıdır.

    Bir toplumda ilim ve fikir ehli susar, yanlışlara, hatalara ses çıkarmaz ve doğruları dillendirmezse o toplum iyiyi, doğruyu ve güzeli nasıl bulabilir?

    Son zamanlardaki hadisatı ve gidişatı görünce güzel bir pazar sabahı aklıma düştü bu mesele....

  • Şehitlik Adanmışlıktır!
    Bir gün, bir adam Sevgili Peygamberimize gelerek kelime-i şehadet getirdi ve Müslüman oldu. Sonra da Medine'ye yerleşti ve çobanlık yaparak helal rızık için çalışmaya başladı. Peygamberimiz yeni Müslüman olan bu kişiyle ilgilenmesi için sahabe-i kiramdan birini tayin etti. O günlerde bir savaş olmuş ve birçok ganimet elde edilmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ganimetleri Müslümanlar arasında taksim etti. Bir hisse de yeni Müslüman olan bu sahabiye gönderdi. Sahabi kendisine gelen ganimeti görünce ona bunun ne olduğunu sordu. Durum kendisine anlatılınca payına düşen ganimeti alarak doğruca Hz. Peygamber'e geldi. Kendisine gönderilen ganimet hakkında sorular sordu. 
     
    Hz. Peygamber (s.a.v.), “Bunu senin için ayırdım.” buyurunca adam şu cevabı verdi: “Ben sana ganimet elde etmek için değil -eliyle boğazını göstererek- şuramdan vurulup şehit olmak ve cennete girmek için sana tabi oldum.”
     
    Hz. Ömer (r.a.) “Şehit, kendisini Allah'a adayan kimsedir.” der. Buna göre şehitlik Allah’a adanmış bir hayatın şehadetle taçlandırılmasıdır.
     
    Bunun üzerine Peygamberimiz “Eğer gerçekten doğru söylüyorsan ve Allah'a verdiğin sözü tutarsan Allah da sana istediğini verecektir.” buyurdu. Bu sahabi, kısa bir süre sonra yapılan bir savaşta tam da işaret ettiği yerden, boğazından vurularak şehit oldu. Peygamberimiz onu görünce “O, Allah'a verdiği sözü tuttu, Allah da ona dilediğini verdi.” buyurdu. Sonra onu kendi cübbesi ile kefenledi ve sahabe-i kiram ile birlikte cenaze namazını kıldı. Ardından da şöyle dua etti: “Allah'ım! Bu kulun senin yolunda hicret ederek şehit oldu. Ben de buna şahidim.” (Nesai, Cenaiz, 61.)
     
    Yukarıda anlatılan olay sanki Peygamber (a.s.)’in şu müjdesinin gerçekleştiğinin ispatıdır: “Kim samimi olarak şehit olmayı Allah'tan dilerse yatağında bile ölse Allah onu şehitlerin makamlarına ulaştırır.” (Müslim, İmare, 157) Yani ona şehitliği nasip eder, onu gayesine ulaştırır ve şehadet mertebesine yükseltir. Zira şehitlik onu arzu eden ve şehitliğe layık bir hayat sürenlerin mertebesidir. Hz. Ömer'in ifadesiyle, “Şehit, kendisini Allah'a adayan kimsedir.” Şehit, hayatı boyunca Allah’a teslim olmuş, hayatının önceliğini Allah rızası olarak belirlemiş ve Allah için her şeyini feda etmiştir. Bu fedakârlığın zirvesi de canını Allah için feda etmek yani şehitliktir. 
     
    Şehitlik, peygamberlikten sonra bir insanın ulaşabileceği yüce bir mertebedir. Bu zirveye çıkmak için zirveyi hedeflemek, oraya çıkmayı gaye edinmek ve zirve mücadelesine başlamaktır. Şehitlik mertebesine ulaşabilmenin ilk yolu Allah’a teslim olmak ve ondan sonra Allah’ın çizdiği çizgiden (sırat-ı müstakim) sapmamak gerek. Peygamberimizin “Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol!” emri bu çizgiyi hatırlatır bize. Allah’a teslim olduktan sonra hayatta karşılaştığı sınavlarda tercihlerini Allah’ın rızası değil de başkalarının hoşnutluğu olarak yapanlar samimiyet sınavını da geçememişlerdir. Oysa şehitliğe inanmış bir yiğit için Allah ve onun rızası hep ön plandadır. Bu inanç ve sabır kişiyi şehitliğe hazırlar. Çünkü şehitlik, Allah için her şeyden ve en önemlisi candan geçebilmenin adıdır. Bu tercih zor ve bir o kadar da kazançlı bir alışveriştir. Allah için candan geçmek ve karşılığında şehit ünvanını almak Allah’a iman etmiş ve ona teslim olmuş gerçek müminler için kazançların en büyüğüdür. Bundan dolayıdır ki Bi'r-i Maune Savaşı'nda yaralanan bir sahabi sevinçle “Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki ben kazandım!” demiştir.
     
    Kur’an’da şehitlerin hakikatte diri oldukları belirtilir ve bu nedenle onlara “ölü” denilmemesi istenir. Allah’ın şehitlere verdiği bu değer ve onlara vaad edilen mükâfat başta peygamberler olmak üzere tüm müminlerin şehitliği arzu etmelerini sağlamıştır. Örneğin Peygamberimiz bu arzusunu şöyle dile getirir: “Bu canı bu tende tutan Allah'a yemin ederim ki Allah yolunda savaşıp öldürüleyim sonra diriltileyim, sonra öldürülüp tekrar diriltileyim, sonra öldürülüp tekrar diriltileyim, daha sonra tekrar öldürüleyim ve diriltileyim!” Görülmektedir ki Peygamberimizin ve sahabenin şehitliğe olan özlemi en üst seviyededir. Bu özlem şehide yakışır bir yaşam sürmenin bir sonucudur. Şehadet ise şehitlik özlemiyle yaşanmış bir hayatın, Müslümanca yaşamanın, Allah için fedakârlık yapmanın ve ona kavuşmayı arzu etmenin bir sonucudur. Hayatını Allah’a adayan kimsenin ölümü de Allah’a adanır. Bu yönüyle şehitlik adanmışlıktır. Şehit, hayatını da, ölümünü de, varlığını da Allah’a adamış ve şehadet makamına kavuşmuştur. Zaten Müslümanın hayatı da ölümü de Allah için değil midir? Şehit, bu hakikate canını feda ederek şahit olmuş kişidir.
     
    “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Ahzab suresi, 23. ayet)
     
    Şehitlik candan, canandan ve dünyevi olan her şeyden geçerek Allah’a yönelmektir. Çevremizde ya da bildiğimiz şehit olmuş kişilikleri gözümüzde canlandıralım. İlk dikkatimizi çeken şey bu kimselerin şehitliği arzu etmeleri ve buna göre bir hayat sürmeleri değil midir? Örneğin Hz. Ömer’in ömrü boyunca “Allah'ım! İsteğim ve arzum senin yolunda şehit olmak ve Resulü’nün şehri Medine’de ölmektir.” şeklinde dua ederdi. Hayatı boyunca her zaman Hakk’ın yanında ve batılın karşısında olan Hz. Ömer Medine’de şehit oldu ve isteğine kavuştu.  
     
    Şehitlik Allah’ın rızası ve cennet karşılığında candan geçmektir. Allah’a iman eden gerçek müminler hayatlarını, canlarını Allah’a feda ederler. Çünkü bir mümin için Allah’ın rızası bu dünyada elde edilebilecek en yüksek kârdır. “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.”(Tevbe, 111.)
     
    İslam’ın şehide verdiği bu değer ve ona yüklediği yüce anlam müminlere şehadeti sevdirmiştir. Bu nedenle samimi her Müslüman evladının idealinde şehitlik vardır. Şehit denilince diller susar, içten içe bir gıpta ve hayranlık alır başını yürür. Müslümanların tarihi aynı zamanda şehitlerin tarihidir. Bu muhteşem tarihin arkasında yatan güç “ölürsem şehit kalırsam gazi olurum” inancıdır. Bu sebeple dünyada kendini şehitliğe hazırlamış bir toplumdan daha üstün hiçbir güç yoktur. Günümüzde gelişmiş silah teknolojisine rağmen Müslümanları diri ve dirençli tutan güç şehitlik inancıdır. Ancak bu inanca sahip insanlar düşman tanklarının karşısına çıkabilir. Ancak şehitliği en büyük kazanç sayan müminler uçaksavar mermilerinin karşısında göğsünü siper edebilir. Sırtını Amerika’ya dayamış münafık karakterli ihanet şebekesinin 15 Temmuz’da ülkemizde kalkıştığı hain darbe girişimine karşı Müslümanları dirençli kılan güç, gönüllerindeki şehadet arzusudur. Bu arzu ve gaye güçlü ve diri olduğu müddetçe izzet ve şeref bizden yanadır. Bu nedenle evlerimizde ve okullarımızda çocuklarımıza şehitliği sevdirmeli, şehide yakışan bir hayat sürmeyi onlara öğretmeliyiz. 

    Ahmet YAPICI
     
  • Ahlaklı Din!
    Dindarlığı ibadetler ekseninde tanımlayan bir din anlayışımız var. Durum böyle olunca namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri yerine getirenleri dindar olarak tanımlıyoruz. İbadetler açısından dindarımız çok olmasına rağmen sosyal münasebetlerde ve insan ilişkilerinde çok ciddi bir ahlâk bunalımı yaşıyoruz. Örneğin camide huzur-u ilahide el pençe divan duran, gözü yaşlı, boynu bükük bir Müslüman evinde eşine ve çocuklarına karşı son derece katı ve merhametsiz olabiliyor. 

    İbadetlere verdiği önem yüzünden dindar olarak tanımlanan bir Müslüman işyerinde çalıştırdığı işçinin ücretini en az limitten ödemek, fazladan çalışması karşılığında ise fazla mesai ödememek için şeytana papucunu ters giydirecek hinlikler yapabiliyor. 

    Namaz kılmak için camiye girerken arabasını kaldırıma engelli yolu üzerine park edebiliyor ve bu yaptıklarıyla din ve namaz arasında bir irtibat kuramıyor. 
    İbadetlerini yerine getiriyor ancak elektriği kaçak kullanabiliyor ya da çalıştırdığı işçinin sigorta primlerini yatırmıyor. 
    Abdestimiz bozulursa namazın da bozulacağını öğrettiğimiz kadar çocuklarımıza trafikte, yolda, caddede kısaca sosyal hayatta insan hakkı ihlal etmenin, kul hakkı yemenin de imanın tadını bozacağını öğretmeliyiz. 

    Orucu bozan durumları çocuklarımıza öğrettiğimiz kadar bencilliğin, cimriliğin ve yalancılığın da ibadetlerin özünü bozacağını; yalan, çıkarcılık, ikiyüzlülük ve dedikoduyla dolu bir kalbin ibadetlerin maneviyatını bozacağını ve onlardan haz alamayacağını da öğretmeliyiz.
    Komşularına karşı asık suratlı, selamsız sabahsız ve ilgisiz ama namazlarına dikkat eden bir dindar imajı oluşturabiliyor. 
    Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. 
    Vaktiyle bilge bir zata sormuşlar:
    - Sen dindar bir insan mısın?
    Bilge cevap vermiş:
    - Bu soruyu bana değil komşularıma sormanız lazım.
    Evet, dini sadece ibadetlere ve özellikle namaza indirgediğimiz zaman günün bir saatini ibadet eksenli bir dinle dolduruyoruz. Ancak günün yirmi üç saatlik esas kısmını pas geçiyoruz. 

    Kendimizle, eş ve çocuklarımızla, komşularımızla, akrabalarımızla, tanıdık ve arkadaşlarımızla ilişkilerimizde dinin görünürlüğünü çoğu zaman dikkate almıyoruz. 
    Oysa din Allah’a kul olmak; yaratılmışlara faydalı olmak ve onlara merhametle davranmaktır. Hz. Peygamberin diliyle “İslam güzel ahlâktır.”  Onun Kur’ân’da övülen en güzel vasfı mükemmel bir ahlâka sahip olmasıdır.  Gönderiliş gayelerinden biri de güzel ahlâkı tamamlamaktır: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”  
    Dinde amaç; insan nefsini kötülüklerden arındırmak, faziletlerle süslemektir. Yani insan-ı kâmil (olgun insan) yetiştirmektir. Dinin bütün emir ve yasakları bu gayeye yöneliktir. İbadetler de bu gayeye matuftur. İbadetleri yerine getirmek hem imanımızı korumamızı sağlar hem de bizi güzel ahlâk sahibi yapar. İbadetler bizim ahlâkımızı güzelleştirir. Namaz bize yirmi dört saati kuşatan bir arınma bilinci kazandırır. Oruç nefsimize, dilimize ve iffetimize sahip olma şuuru verir. Zekât mala mülke kul olmamayı, fedakârlığı ve cömertliği öğretir. Hac kardeşliği ve merhameti tanıtır. Kısaca her ibadet bize güzel ahlâkı işaret eder. Bu nedenle ibadetler güzel ahlâka ve ihsan mertebesine bizi ulaştıran kutlu vasıtalardır. Dindarlığın zirvesi ahlâken kemale ermektir. “Kıyamet gününde mümin kulun terazisinde en ağır gelecek olan şey güzel ahlâktır...” “Müminlerin iman yönünden en hayırlısı ahlâkı en güzel olan ve ailesine iyi davranandır.”  Kıyamet gününde en büyük nimetin yine güzel ahlâkla elde edileceğini Hz. Peygamber şöyle ifade eder: “Kıyamet gününde bana en yakın olan ve benim en sevdiğim kimse ahlâkı güzel olan kimsedir.”  
    Allah katında değerli olan Müslümanın sadece yaptığı ibadetlerini yerine getiren değil, güzel ahlâk sahibi bir Müslümandır. Peygamber Efendimize,
    - Ey Allah’ın Elçisi! Müminlerin hangisi daha faziletlidir? diye sorulduğu zaman Allah’ın Resulü’nün “Ahlâkı en güzel olandır.”  buyurması ahlâka verilen değeri gösterir.
    İbadetlere önem verip insani ilişkilerde İslamî ilkeleri dikkate almayan bir Müslüman çok önemli bir vazifeyi ıskalıyor demektir. Çünkü ibadetle elde edilen kazanç eğer sosyal hayattaki ahlakî duyarsızlıkla heba ediliyorsa bu insan zarardadır. Nitekim böyle kimselerin durumunu Sevgili Peygamberimiz şu örnekle anlatır: “Su, buzu erittiği gibi güzel ahlâk da günahları eritir (yok eder). Sirke, balı bozduğu gibi kötü ahlâk da amelleri bozar”   Güzel ahlâkla bezenmemiş bir iman nasıl ki olgunluğa erişememişse, aynı şekilde güzel ahlâkla bezenmemiş olan bir ibadet de eksiktir. Örneğin oruç tutan bir kişi eğer yalan, gıybet ve kötü söz gibi kötü huylardan vazgeçmezse tuttuğu orucun anlamını ve gayesini anlamamış demektir. Zira Hz. Peygamber orucun insana ne kazandırması gerektiğini şöyle ifade eder: “Kim yalanı ve onunla ameli terk etmezse (bilsin ki) Allah'ın, onun yiyip içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.”  
     
    İçinde yaşadığımız çağ, batılı düşünce ve yaşam kültürün Müslümanları felç ettiği bir dönemdir. Bireyselleşme ve özgürleşme illeti maalesef Müslüman nesilleri iğdiş etmiş ve onları kendi ruh köklerinden, medeniyet değerlerinden uzaklaştırmıştır. Dindarlığın görünürlüğünün arttığı bir toplumda ahlâk bunalımının yaşanması açık bir tutarsızlıktır. Ya da din anlayışımızda bir yanlışlık var demektir. Normal şartlarda dindarlığın artması ahlâki faziletlerin çoğalıp yaygınlaşmasını gerektirir. Ancak Müslüman toplumlarda yaşanan riya, yalan, ikiyüzlülük, dalkavukluk, israf, lüks ve eğlence tutkusu, kanaatsizlik, yolsuzluk ve kul hakkı ihlalleri gibi rezaletlerin çokça görünür olması aslında bir ahlâk bunalımı yaşadığımızı gösterir. Bu sebeple Müslümanlar olarak dinin ahlâk boyutunu yeniden gündemimize almamız gerekiyor.  Bizi bir ahlâkî seferberlik bekliyor. 
     
    Çocuklarımıza ve gençlerimize iyi bir Müslüman ve mutlu bir insan olmanın güzel ahlâklı olmaktan geçtiğini öğretmeliyiz. Genç nesilleri küçük yaştan itibaren şefkat ve merhameti kuşanmış, güzel sözlü, güler yüzlü, temiz kalpli ve duyarlı bireyler olarak yetiştirmeliyiz. Namazın dinin direği olduğu kadar dürüstlüğün de imanın bir gereği olduğunu; orucun İslam’ın beş esasından biri olduğu kadar kötülüklere ve haksızlıklara karşı duyarlı olmanın da İslam’ın bir emri olduğunu; yalan, israf, gösteriş ve kendini beğenmişliğin içki kadar kötü bir alışkanlık olduğunu öğretmeliyiz. 
     
    Abdestimiz bozulursa namazın da bozulacağını öğrettiğimiz kadar çocuklarımıza trafikte, yolda, caddede kısaca sosyal hayatta insan hakkı ihlal etmenin, kul hakkı yemenin de imanın tadını bozacağını öğretmeliyiz. 
     
    Orucu bozan durumları çocuklarımıza öğrettiğimiz kadar bencilliğin, cimriliğin ve yalancılığın da ibadetlerin özünü bozacağını; yalan, çıkarcılık, ikiyüzlülük ve dedikoduyla dolu bir kalbin ibadetlerin maneviyatını bozacağını ve onlardan haz alamayacağını da öğretmeliyiz. Kısaca çocuklarımıza ibadetleri öğrettiğimiz kadar güzel ahlâaklı olmayı da göstermeli ve öğretmeliyiz. 
     
    Ahmet YAPICI 
  • Kur’ân Hizmetinde Bir Ömür: İrfan Baş
    2002 yılı idi. Bir sabah namazını Medine’de Mescid-i Nebi’de beraber kılmıştık. Namazı Hz. Peygamberin mescidinde kılmanın verdiği huzur ve dinginlik bizi kuş gibi hafifletmişti. Ortalık sabahın nuru ile aydınlanmış ve müminlerin gönülleri kuş gibi hafiflemişti. Biz de Hz. Peygamberin kabri önünde gözyaşları içinde ona salat-ü selam getirdik. Cennetü’l-Baki’nin önünden orada yatan Peygamber dostları için birer Fatiha okuyarak geçtik. Kol kola girmiş bir vaziyette otele dönerken Mescid-i Nebi’nin manevi havasından olacak ki içimize bir hasret, bir hüzün düştü. Kalabalığın arasında hafif sesli bir şekilde beraber mırıldanmaya başladık:
     
    Sevdim seni mabuduma canan diye sevdim
    Bir ben değil âlem sana hayran diye sevdim
    Evlad-ı iyalden geçerek ben ravzana geldim
    Ahlâkını medhetmede Kur’ân diye sevdim
    Kurbanın olam şah-ı rusul kovma kapından
    Didarına müştak olacak yezdan diye sevdim
    Mahşerde nebiler bile senden medet ister
    Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim
    Hem ağlıyor, hem bu mısraları terennüm ediyorduk.
     
    “Hocam!” dedi, “Ben bu tadı ömrümde hiçbir yerde almadım.” 
    Hem ağlaştık hem yürüdük… 
     
    İlk defa orada başlayan birlikteliğimiz zamanla karşılıklı sevgiye ve dostluğa dönüştü. Gördüğü zaman her zamanki gülen yüzü ile “Güzel hocam!” diye hitap ederdi. Edebinden yüzü kızaran nadide insanlardandı. Görevini bihakkın yerine getirme derdinde idi.  
     
    En çok sevdiği ve tat aldığı şey sabah namazı ezanıyla insanları namaza, huzura çağırmak ve Kur’ân okumaktı. Çok sağlam bir Kur’ân hafızlığı vardı. Kalbinde kimseye karşı bir kötülük düşünmezdi. İnsanları da kendisi gibi gördüğü için zaman zaman kendisini üzen sıkıntılarla karşılaştı. Ancak yine de kimseye kin beslemedi. O tipler için hep “Allah affetsin” derdi. 
     
    Kur’ân okumayı ve okutmayı her zaman “en çok sevdiği iş” olarak tanımlardı. Bu nedenle yaptığı işi hiçbir zaman bir meslek olarak görmedi. Sadece müezzinlik yapmakla yetinmedi. Onu Kur’ân hizmeti olarak gördü. Yediden yetmişe herkese Kur’ân öğretmeye çalıştı.  
     
    Görev yaptığı Üçyüzlü Camii’nde birçok hayırlı hizmete öncülük eden ve onlarca talebe yetiştiren Kürşat Hocayla uyum içinde Kur’ân hizmeti için gayret etti. Ve bu cami; yaz-kış, hafta içi-hafta sonu, sabah-akşam demeden ellerinde Kur’ân taşıyan tertemiz çocuklarla dolup taştı. Eşine ender rastlanan bir gayretle cami hizmetinin yanında Kürşat Hocamla birlikte 23 tane hafız yetiştirdi. Bu camideki Kur’ân kurslarında görev alan hocalar, mihrapta namaz kıldıran genç imamlar, ezan okuyan ve müezzinlik yapan gençler hep bu camide onların gayretiyle yetişti. Bir okul gibi hizmet veren bu camide görevini layıkıyla yapmaya çalışan bir kardeşti İrfan Baş Hoca. 
     
    Allah sevdiği kullarını büyük imtihanlardan geçirirmiş. O da bu imtihanla yaşadı. Önceleri ses tellerinde başlayan rahatsızlığı günden güne arttı. Çok sevdiği ezanları okuyamaz oldu. Önce gırtlağı alındı, sonra rahatsızlığı kötü hastalığa dönüştü. Durumu günden güne kötüye gitti. Ama hep iyi giden bir yanı vardı: Tevekkülü… 
     
    Allah’ın kendisine ezan ve Kur’ân gibi iki büyük nimet verdiğini, bunun için şükrettiğini, şimdi ise bu ikisini Allah’ın geri aldığını söylerdi. “Allah ne dilemişse o olur.” derdi. Böylesi güzel bir duruşla ölümü karşıladı. 
     
    Konuşamaz duruma gelince mesajlaşmaya başladık. “Hocam, selam ve muhabbetlerimi, şifa dileklerimi sunuyorum…” mesajlarıma teşekkür eder ve “iyiyim hocam, hamdolsun” derdi. Her zaman teslimiyet ve tevekkül… 
     
    Üzüldüğü tek şey ezan ve Kur’ân okumaya hasret kalmasıydı.

    Yahya abiyle birlikte ziyaretine gidelim dediğimiz günün sabahı, namaz için kalktığımda çalan telefonun İrfan hocam için olduğu aklıma gelmedi hiç. 

    Meğer İrfan hocam gece 04:00’te emaneti Rabb’ine teslim etmiş. 
     
    Evine vardığımız zaman bu dünyadaki yolculuğunu tamamlamış bu Kur’ân hafızını cansız hâlde görünce içimden bir şeylerin gittiğini hissettim. Yan odada onun için Yasin okuyan hafız Samet’i görünce “yalan dünyadan geriye kalan bu” dedim. Samet, ilk ve ortaokul boyunca İrfan hocamın ellerinde Kur’ân öğrenip hafızlığa başlayan ve İlahiyat okuyan pırıl pırıl bir genç. 
    “ İrfan hocanın hafızı” diye bilinen Samet şimdi kendisini yetiştiren hocasının başında ona Kur’ân okuyor…
    Ne güzel hayat ve ne güzel ölüm... Kur’Vn’la geçen bir ömrün sonunda yine Kur’ân’la Allah’ın katına yolcu olmak bir insan için gıbta edilecek bir akıbettir. 
    “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” sözünün bir tezahürüdür İrfan hocanın vefatı! 
    Ta İstanbul’dan Adapazarı’na kadar gelen onlarca seveni ve kız-erkek öğrencileri mezarlığı doldurmuştu. İçimden dedim ki;
    "Hey İrfan hocam! Sen göçtün bu âlemden, ne güzel bir kârla göçtün. 
    Arkandan mezarına kadar gelip Yasin okuyan, senin için rahmet duası eden onlarca öğrencin var ya! 
    İşte dünya hayatının kârı budur.”
    İrfan hocam, babasının yolundan giden dört tane pırıl pırıl evlat… 
    Gözü yaşlı, gönlü kırık bir anne ve eş…
    Onu seven ve onun hakkında sadece “hayır” konuşan dostlar bıraktı geriye…
    Bir de onun hizmetini devam ettirecek onlarca talebe…
    Allah onun gibi güzel eserler, hoş sadâlar bırakmayı nasip etsin herkese…
    Mekânı cennet olsun.
    Biz ondan razı idik, Allah da ondan razı olsun…

     Ahmet YAPICI
  • KUTLU DOĞUM ÜZERİNE

    Nisan ayı ile birlikte Kutlu Doğum etkinlikleri de başlıyor. Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde son yıllarda görülen sayısal artış bir yandan memnuniyet verici bir manzara arz ediyor; öte yandan da ciddi bir nitelik kaybına, hatta dinin özüne aykırı görüntülere yol açıyor. Bu etkinliklerle ilgili beni rahatsız eden birkaç hususu paylaşmak istiyorum:

     

    1- Kutlu doğum haftası etkinlikleri görselliğin ve niceliğin ön plana çıktığı protokol programlarına dönüşüyor maalesef. Amaç peygamberi anmak ve anlamak ise insanın akıl ve gönül dünyasına dokunan bir içerikle hazırlanmalı bu etkinlikler.

    2- Etkinliklerin içeriği Hz. Peygamberin üstün bir ahlaka sahip bir BEŞER olduğu, bir insan gibi yaşadığı ve aynı zamanda Allah’ın ELÇİSİ ve vahyin tebliğcisi olduğu gerçeğine uygun olmalıdır.

    3- Programlarda Hz. Muhammed’i aşırı övgülerle insanüstü konuma oturtan her türlü yazı, şiir, resim ve anlatımdan sakınılmalıdır. Onun insani yönü ile peygamber vasfı dengeli bir anlatımla verilmelidir. Peygamberle ilgili Kuran’a ve peygamberin şahsiyetine aykırı hurafe ve aşırı yorumlardan uzak durulmalıdır.

    4- Kutlu Doğum programlarındaki aşırı gül vurgusu bize özü kaybettiriyor. "Güller gülü,güllerin efendisi, güllerin sultanı, gül yüzlü gül efendimiz, gül kokulu vb." vurgular işi çığırından çıkarıyor. 

    Edebiyatımızda “Gül”ün Hz. Muhammed’i temsil ettiği anlayışının varlığı bir gerçek. Ama bu benzetmenin dinî, kutsal bir yönü yok. Edebiyatımızdaki bu temsilden yola çıkarak Hz. Muhammed’i bir ‘gül’e indirgemek yanlıştır.

    5- Kutlu Doğum etkinlikleri övgü merasimine indirgenmemelidir. Evimizde, sokağımızda, okulumuzda, meclisimizde bize ahlakı, adaleti, şahsiyetiyle örnek olması gereken bir peygamberi güller, çiçekler ve övgülerle anmak ve anlatmak hedefi ıskalamaktır. 

    Programlarda onun bir insan olarak çalışkanlığını, ahlakını, vefasını, temizliğini, dürüstlüğünü, fakirlere ve kimsesizlere karşı duyarlılığını, haksızlıklara karşı duruşunu anlatalım. Bize düşen asıl görev; Peygambere övgüler düzmek değil; Allah`ın övgüsüne mazhar olan bir insanı, Peygamberi anlamak ve anlatmak, örnek almak olmalıdır.

    6- Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri ağlama seanslarına dönüşmemelidir. Evet, Peygamberi sevmek, ona hasret beslemek Müslümanca bir hassasiyettir. Onu anlamadan, örnek almadan, ondan uzak bir hayat sürerek yaşamak ama onun adı geçince ağlayıp sızlamak yeterli değildir, kendimizi avutmaktır. Aslolan onu anlamaya ve hayatımıza örnek almaya odaklanmaktır.

    7- Lütfen Kutlu Doğum programlarımızı çöl ve deve resimleriyle boğmayalım. Bir yandan "İslam tüm zamanlara ve toplumlara hitap eden bir dindir." diyeceğiz öte yandan da onu yerel sembollerle özdeşleştireceğiz. Bu çelişkili bir durumdur. 

    Tarihsel ve mekânsal bir imgeyle İslam’ı ve Peygamberi sürekli özdeşleştirmek çocukların, insanların zihninde farklı çağırışımlar yapabilir. Programların içeriği insanların anlayışlarına uygun bir dil ve anlatıma sahip olmalıdır.

     

    8- Peygamberi anlatmanın kazanç, rant kapısına döndüğü bir dönemi yaşıyoruz. Hz. Peygamberi anlatmak için menajeri aracılığıyla beş bin- on bin lira isteyen yüzsüzleri okulumuza, derneğimize, vakfımıza ve salonumuza sokmayalım. 

    Peygamberi; şekillerden, törenlerden, sloganlardan ve kuru sözlerden kurtarıp hayatımıza model alalım.

    Yalakalığın, fırsatçılığın, iki yüzlülüğün, menfaatçiliğin, sevgisizliğin ve güç sarhoşluğunun zirve yaptığı bir ortamda Hz. Peygamberin hayatını, ahlakını, adaletini, tevazusunu ve insan ilişkilerini bir kez daha günümüze ışık tutacak bir anlayışla okumaya, anlamaya ve onun gibi yaşamaya çalışalım.

    AHMET YAPICI 

  • Sosyal Yardımlaşma ve Vakıf Anlayışı
    İslam dini Müslümanlar arasında yardımlaşmayı, dayanışmayı hedefler. Allah’ın: “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın…[1] emri Müslümanlara iyi ve güzel şeylerde yardımlaşma ve dayanışmayı emretmiştir.  Hz. Peygamberin: “Müminler birbirini sevmede, birbirine rahmet ve şefkatle muamele etmede bir beden gibidir. Bedenin bir parçası rahatsız olduğu zaman, diğer kısımları da onun rahatsızlığına ortak olur.”[2] hadisi de Müslümanlara toplumsal görev ve sorumluluklarını hatırlatmaktadır.  Bunlar gibi birçok ayet ve hadis; Müslümanlara başkalarına faydalı olmayı, iyilik yapmayı, canlıların ihtiyaçlarını gidermeyi, dini ve ahlaki bir görev saymaktadır.
                    İslam’ın cemaatla namaz, oruç, hac, kurban, zekât ve sadaka gibi birçok emri toplumsal yönü güçlü olan ibadetlerdir. Bu ibadetler Müslümanlar arasında dayanışma ve yardımlaşma hissini oluşturan amellerdir. Müslüman toplumlar iyilik yapmayı ve merhametli davranmayı sadece Müslümanlara değil, gayrimüslimlere de göstermişlerdir. Ayrıca Müslümanlar tarih boyunca hayvanlara, tabii çevreye iyilik ve merhamet duygusuyla yaklaşmışlardır.
                    İslam medeniyetinde iyilik ve yardımlaşma duygusunun en güzel örneği vakıflardır. Hz. Peygamber’in “İnsan öldüğü zaman yapmakta olduğu hayırlı amelleri kesilir. Ancak faydalı ilim bırakan, iyi evlat yetiştiren ve sürekli hayır getiren bir iş (sadaka-i cariye) yapan kişinin iyilikleri devam eder.”[3]hadisinde geçen sadaka-i cariye anlayışı Müslümanları vakıflar kurmaya yöneltmiştir. Vakıflar tarih boyunca Müslüman toplumlarda önemli roller üstlenmiş, kamu hizmetleri dahil pek çok alanda sivil inisiyatif almış sosyal kurumlardır.
                    Vakıf, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla bir malın insanların faydalanması için tahsis edilmesine denir. Vakfeden kişi söz konusu malını veya gayrimenkulünü kendi mülkiyetinden çıkararak adeta kamu malına dönüştürmüştür. Vakfın işleyişini gösteren nizamnameye vakfiye denir.
                    İslam tarihinde ilk vakıf faaliyeti Hz. Peygamber’in Fedek arazisini yolcular için vakfetmesiyle başlar. Bununla beraber Hz. Ömer’in de hurmalık bir araziyi vakfettiği bilinmektedir. Vakıf sistemi Emeviler döneminde devam etmiş ve Abbasiler zamanında Vakıflar Nezareti kurularak denetim altına alınmıştır.[4]Daha sonra gelen İslam devletlerinin tamamında varlığını koruyan vakıflar Osmanlı Devleti’yle beraber zirveye çıkmıştır.
                    Osmanlı devletinde ilk vakıf Orhan Gazi tarafından kurulmuş olup kurulan vakıfların denetimi kadılar tarafından yapılmıştır. Vakıflar, vakıfın tespit ettiği mütevelli heyeti tarafından yönetilmiştir. Sonraki dönemlerde oluşturulan nezaretler aracılığıyla denetlenen vakıflar 1826’da kurulan Evkaf Nezareti’ne bağlanmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan (1924) Vakıflar Genel Müdürlüğü vakıfların kontrol ve denetimini yapmaktadır.
                    Bir vakfın kurulması için şeri mahkemelerde tescil edilmesi şarttı. Vakfın işleyiş sistemi olan vakfiye, kadı tarafından onaylandıktan sonra kesinleşirdi. Vakfiyelerde; vakfolunan malların neler olduğu, vakıf mallarının nasıl idare edileceği, vakıf gelirlerinin nerelere ve kimlere harcanacağı, vakfın kimler tarafından idare edileceği, vakıf kurumunda kaç kişinin çalışacağı ve bunlara ne kadar maaş verileceği, hakimin vakfın sıhhatine ilişkin hükmü ile hakimin mührü bulunurdu.[5]
    Osmanlılar Döneminde Vakıflar
                Osmanlı Devletinde kurulan vakıfların sayısı yaklaşık 35 bindir. Osmanlı döneminde vakıf üç aşamadan geçtikten sonra kuruluyordu. Önce kurulacak vakfın fikri tasarımı yapılıyor, sonra seçilen amaçlar doğrultusunda “müessesat-ı hayriye” dediğimiz hizmet binaları inşa ettiriliyor ve hizmetin sürekliliğini sağlamak için gerekli gelir kaynakları belirleniyordu. Üçüncü aşamada hazırlanan vakfiye, bir duruşma ile mahkemenin onayına sunuluyordu. Mahkemelerce kurulması uygun bulunan vakıflar, mahkemede tutulan şeriye kütük defterine kaydediliyor ve orijinal nüsha vakfı kuran kişiye veriliyordu.
                Vakıflar, devletin işleyişine ve toplumsal hayata büyük katkıları olan kurumlardır. Fatih Külliyesi’nin giderlerini karşılamak üzere, İstanbul içerisinde inşa edilen vakıfların sayısı, şehircilik ve ekonomiye sağlanan katkının boyutlarını gösterecek mahiyettedir. Bu amaçla İstanbul ve Galata semtlerinde 1130 ev, 4250 dükkan, 3 işhanı, 4 hamam, 7 burgaz, 2 kapan, 9 bahçe ile çarşı halinde 118 sandıkçı ve çevresiyle birlikte bir bütün oluşturan bezzasistanlar yaptırılmıştır.  Sadece Mimar Sinan’ın muhtelif vakıf kurucuları adına inşa ettiği 14 külliyede toplam 2529 kişinin çalıştığı bilinmektedir.[6]
                    Müslüman toplumlarda görülen bir diğer dayanışma kurumu da ahilik teşkilatıdır. Bir Türk kurumu olarak ortaya çıkan Ahiliğin tarihi 13. yüzyıldır. Ancak bu teşkilatın kökeni daha önceki Müslüman toplumlarda görülen fütüvvet teşkilatına ve eski Türk adetlerine dayanır.  Bir gençlik teşkilatı olan fütüvvet teşkilatı tasavvufi ve mesleki bir kuruluştur. Abbasi ve Anadolu Selçuklu sultanlarının desteğini alan fütüvvet teşkilatı zamanla Ahiliğin temelini oluşturmuştur.
                Ahi kelimesi Arapçada “kardeşim” demektir. Ahilik, 13. yüzyılın ilk yarısından başlayarak 20. yüzyılın başlarına dek Anadolu’nun şehir, kasaba hatta köylerindeki esnaf ve sanatkar kuruluşlarının eleman yetiştirme, işleyiş ve kontrollerini düzenleyen bir kurumdur.[7]
                    İslami anlayışın bir ürünü olan Ahilik, tasavvufi bir temele dayandırılır. Özellikle esnaf kesimi arasında yaygın olan sosyal ve iktisadi yönleri ağır basan bir teşkilattır. Ahiliğin kurucusu Ahi Evran diye bilinen Şeyh Nasırüddin Mahmut’tur. (öl. 1262)  Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu’da devlet otoritesinin zayıfladığı dönemde önemli görevler üstlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da büyük rolü olan Ahiliğin nizamnamelerine Fütüvvetname adı verilirdi. Ahilik Teşkilatı’na ilk giren kişi fütüvvetnamelerde yazılı ahlaki ve ticari emirlere uymak zorundaydı.
    Ahilik ankayışı gereği şehir dışından gelen yabancılar misafir kabul edilip ahi zaviyelerinde ağırlanırdı. Eğer o şehirde zaviye yoksa hayır sahiplerinin yaptırdığı ve köylere kadar yayılmış olan “misafir odaları”nda misafir edilirdi. Misafir eğer hayvanıyla gelmişse hayvanlarına da bakılırdı. Yolların, konaklama yerlerinin yetersiz ve güvensiz olduğu o çağlarda, bu odaların değeri son derece önemlidir. Bu nitelikteki yerler Türklerde olduğu biçim ve nitelikte, dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Ahi zaviyelerinde yemek pişirme, ortalık temizleme, konuk ağırlama, toplumda insanlarla ilişki, çarşıdan alışveriş etme vb. toplum kuralları öğretildiği gibi, haftada bir gün ata binme, silah kullanma talimleri de yapılırdı.
                    Ahilik kurumunun misyonu; konukseverlik, yardımseverlik, bir sanat veya meslek sahibi olmak, üyelerini gündüz tezgah ve atölyelerde iş başında eğitmek, geceleri ise ahi zaviyelerinde sosyal ve ahlaki yönden bilinçlendirmektir.[8]
                    Burada vurgulanması gereken bir diğer hareket ise Bacıyan-ı Rum’dur. Bacı kelimesi “kızkardeş” anlamına gelir. Anadolu bacıları demektir. Bacıyan-ı Rum Teşkilatı, Ahilik Teşkilatı’nın bir koludur ve Anadolu Selçukluları zamanında kurulmuştur. Bu teşkilatın ilk başkanı Ahiliğin kurucusu Ahi Evran’ın hanımı Fatma Bacı’dır. Yine Hacı Bacı, Sufi Bacı ve Sume Bacı gibi liderleri de vardır.
                Bacıyan-ı Rum; dokumacılık, örgücülük, misafir ağırlama, tasavvufi ve askeri faaliyetler gibi alanlarda hizmet vermiştir. Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesinde önemli roller oynayan Anadolu kadınları silah ve at kullanma hususunda da maharet sahibidirler.
    İslam`ın insanlığa sunduğu sosyal yardımlaşmanın en güzel örnekleri olan vakıf anlayışını geliştirerek sürdürmek günümüz Müslümanlarına yüklenmiş tarihi bir görev olsa gerek. Bu nedenle vakıf malına karşı hassasiyetimizin her daim güçlü olması gerekir.
     

    Ahmet YAPICI 


    [1] Maide suresi, 2. ayet.
    [2] Buhari, Birr, 37.
    [3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C 3, s.372.
    [4] Kazıcı, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s. 275.
    [5] Kazıcı, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s. 275.
    [6] Türkler Ansiklopedisi, C 10, s. 434-436
    [7] Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik, Neşet Çağatay, s. 1.
     [8] Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik, s. 240.
  • ARKADAŞLIK RİSALESİ
    - Ahirette Allah’ın huzuruna alnının akıyla ve gönül huzuruyla birlikte çıkabileceğin kimselerle arkadaş ol. Zira ahirette “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[1]
     
    - Kiminle arkadaşlık ettiğine iyi bak ve arkadaşını iyi seç. Çünkü “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin.”[2]
     
    - Özü, sözü iyi insanlarla arkadaş ol. Zira “İyi arkadaş, misk taşıyan insan gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan güzel koku duyarsın. Kötü arkadaş da körük çeken kimse gibidir. O, ya elbiseni yakar yahut körüğün pis kokusunu alırsın.”[3]
     
    - Arkadaş olduğun kimse sana ahlak, fazilet ve ilim adına güzel şeyler kazandıracak insanlar olsun. Sen de arkadaşlarına faydalı olmaya çalış. Zira“Allah katında arkadaşların hayırlısı, arkadaşına faydalı olandır...”[4]
     
    - Kötü ahlaklı, düşük karakterli ve günahlardan sakınmayan insanlarla oturup kalkma, onlara benzeme. Şu ilahi fermana tabi ol: “Ey iman edenler! Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve dürüst insanlarla beraber olun.” [5]
     
    - Rabbinden her zaman iyilerle beraber olmayı iste. Şu duaları sıkça yap:  “…Ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!”[6] “Rabbim!…Beni Müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat!”[7]
     
    - Sahip olduğun iyilikleri, kendin için istediğin güzel şeyleri arkadaşların için de iste. İstemekle kalma, aynı zamanda onların da bu iyilik ve güzelliklerden yararlanması için gayret et: “Sizden biriniz kendisi için sevip istediği bir şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”[8]
     
    - Arkadaşların için ancak iyilik düşün. Onlardan ne görürsen gör sen her zaman iyiliği tercih et. Hesapçı olma, her zaman iyiden ve iyilikten yana ol:“İnsanlar iyi olur, iyilik yaparlarsa, biz de iyi olur, iyilik yaparız; yok onlar zulmederlerse biz de zulmederiz.” diyen şahsiyetsizlerden olmayın. Aksine siz kendinizi, insanlar iyi olurlarsa iyi olmaya, kötü olurlarsa, kötü (zalim) olmamaya alıştırın!”[9]
     
    - Arkadaşlarına karşı her zaman samimi ve geçim ehli ol. Her zaman sorun çıkaran ve insanları usandıran biri olma. İnsanlar senin yanında huzurlu olsunlar: “Mümin, kendisiyle ülfet edilen, güzel geçimli kişidir. Kendisiyle ülfet kurulamayan ve geçinilemeyen kimsede hayır yoktur.”[10]
     
    - Arkadaşlarına olan sevgin onların hatalarına karşı seni kör etmesin. Zira  “Bir şeye sevgin seni kör ve sağır edebilir.”[11] 
    Gerçek arkadaşlık sevdiğin kişinin hatasını söylemeyi gerektirir. Birine olan kırgınlığında da onun iyi yönlerini görmene engel olmasın. Adalet hakikati takdir etmeyi gerektirir.
     
    - Arkadaşlığın daima ölçülü olsun. Severken ve kin tutarken aşırıya gitme:“Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün o kişi nefret ettiğin biri olur. Nefretinde de ölçülü ol belki nefret ettiğin kişi bir gün sevdiğin biri olur.”[12]
     
    - Arkadaşından gördüğün iyiliği asla unutma. Ona teşekkür ederek, zaman zaman hediye vererek arkadaşını taltif et, halk içinde onu takdir et: “Kime bir iyilik yapılır da imkân bulursa hemen o iyiliği bir iyilikle karşılasın. Eğer o iyiliğe iyilikle karşılık vermeye imkân bulamazsa kendisine yapılan bu iyiliği övsün. Kendisine yapılan bu iyiliği öven kimse onun şükrünü yerine getirmiş olur. Bu iyiliği kimseye söylemeyerek gizleyen kimse de onu inkâr etmiş olur.”[13]
     
    - Arkadaşlarına karşı güler yüzlü ol. Asık suratlı olma: “Müslüman kardeşinle konuşurken güler yüzlü ol; çünkü güler yüzlü olmak bir iyiliktir. Sakın kibirlenme! Çünkü Allah kendini beğenenleri sevmez. Eğer bir kimse sende bulunduğunu bildiği bir kusur nedeniyle seni kınarsa, sana hakaret etse bile, sen onda olduğunu bildiğin bir kusurdan dolayı onu kınama! Bu tutum sana sevap, ona günah kazandırır.”[14]
     
    - Arkadaşın darda kaldığı, sıkıntıya düştüğü zaman ilk sen onun yardımına koş. Zor zamanlarında elindeki imkânları arkadaşınla paylaş.“Bir kimse dünyada bir müminin sıkıntısını giderirse Allah da kıyamet gününde o müminin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Bir kimse bir Müslümanın ayıbını örterse Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Mümin kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da o kulun yardımındadır.” [15]
     
    - Arkadaşlığın Allah için olsun, menfaat ve gösteriş için değil. Arkadaşını karşılıksız sev ve ona karşı menfaat hesabı yapma. “…Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan başka hiç bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenecektir.” [16]
     
    - Arkadaşınla arkadaşlığınızı bozacak tavırlardan uzak dur. Küçük şeylerin arkadaşlığınızı gölgelemesine izin verme: “Müslüman kardeşinle tartışmaya girme, onunla kırıcı şekilde şakalaşma ve ona yerine getiremeyeceğin sözü verme.”[17]
     
    - Arkadaşına karşı görevlerin olduğunu unutma:
    “…Karşılaştığın zaman selam ver.
    Seni davet ederse davetine katıl.
    Senden nasihat isterse ona nasihat et.
    Aksırınca Allah’a hamd ederse ‘yerhamukellah (Allah sana merhamet etsin,) de.
    Hastalandığı zaman onu ziyaret et.
    Öldüğü zaman cenazesine katıl.”[18]
     
    Ahmet YAPICI

     

     
    [1] Buhârî, Edeb, 96.
    [2] Ebu Davud, Edeb, 16.
    [3] Buhari, Zebaih, 31.
    [4] Tirmizi, Birr, 28.
    [5] Tevbe suresi, 119. ayet.
    [6] Âl-i İmran suresi, 193. ayet.
    [7] Yusuf suresi, 101. ayet.
    [8] Buhari, İman, 7.
    [9] Tirmizi, Birr ve Sıla, 63.
    [10] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/400.
    [11] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/194.
    [12] Tirmizi, Birr, 60.
    [13] Ebu Davud, Edeb, 11.
    [14] Ebu Davud, Libas, 24.
    [15] Müslim, Zikir, 38.
    [16] Buhari, Zekât, 16.
    [17] Tirmizi, Birr ve Sıla, 58.
    [18] Müslim, Selâm, 5.
  • İKİ ÇIĞLIK
    Yirminci yüzyıla seslenen iki dertli insan: 
    Aliya ve Akif…
    Biri yüzyılın başında koskoca bir imparatorluğun çöküşüne şahit olan ve mazlum milletlerin çektiği ızdırabı yüreğinde hisseden bir ahlak abidesi; diğeri ise yüzyılın sonunda Avrupa’nın ortasında soykırımla yok edilmek istenen bir milletin vicdanı olan bilge kral…

     

     

    Aliya İzzetbegoviç modern dünyaya ve onun temsil ettiği değerlere isyan eden bir çığlığın adıdır. 
    Doğu ile Batı arasında bir coğrafyadan, Bosna’dan yükselen bir çığlık...
    Hem Batı’ya hem de tüm Müslümanlara yönelen bir çığlık...

     

    Aliya; insan hakları, barış, özgürlük ve demokrasi gibi değerlere dayandığını iddia eden modern Batı düşüncesine ve onu temsil eden Batı toplumlarına sesini duyurmak ister. Çünkü Batı’nın ‘medeniyet’ adı altında dünyaya sunduğu değerler Bosna’da Sırp-Hırvat zulmüne göz yuman Batılı devletlerin eliyle yerle bir olmuştur. Kendi toplumları için bu değerleri el üstünde tutan Batı, İslam coğrafyasının sakinleri sözkonusu olduğu zaman Ortaçağın karanlık zihniyetine bürünmüştür. Tarihte bu karanlık zihniyetin faili olduğu Cezayir, Hindistan, Filistin, Bosna ve Karabağ zulümleri bunlardan sadece birkaçıdır. Aliya bu tutarsızlığı her zaman ahlak ve adalet adına Batı’nın yüzüne vurur:

    “Şunu hiç unutma! Batı hiç bir zaman uygar olmamıştır. Çünkü onun uygarlığının temelinde emperyalizm, kan ve gözyaşı vardır.”

    “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü biz çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına yaptılar.”

    “Bir gün askerlerden biri gelip kendisine ‘onlar bizim kadınlarımıza tecavüz ediyorlar, onlar bizim kadınlarımızı, yaşlılarımızı ve çocuklarımızı öldürüyorlar. Buna kayıtsız kalmamalıyız’ dediğinde, Aliya ahlak ve adalet adına şu cevabı verir:

     

    ‘Sırplar bizim öğretmenimiz değiller. Biz kitaba uyacağız. Kadın, çocuk ve ihtiyarlara dokunmayacağız.”
    ***
    Akif de Batılı sömürgecilerin Anadolu ve Balkan coğrafyasında “medeniyet” adı altında yaptıkları zulümlere isyan eder. Özgürlük ve barış adı altında yürütülen sömürgeciliği teşhir eder. 
    Batı’nın tarihten gelen asıl kimliğine vurgu yapar:

     

     

    “Medeniyet!” denilen maskara mahluku görün,
    Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün

     

    Tıpkı Aliya gibi Akif’in de çığlığı Müslümanlara yönelir. Tembelliğe ve ümitsizliğe düşmüş Müslümanlara yol gösterir Akif…

    Okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen, ter dökmeyen sözde dindarlara sert eleştiriler yöneltir. Zira tembellikle, ağlamakla, şikayet etmekle haksızlıklar, mağduriyetler ortadan kalkmaz. Ayağa kalkmak, çalışmak ve güçlü olmak lazımdır:

     

    Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun
    Onun hesabına birçok hurafe uydurdun
    Sonun da bir de tevekkül sokuşturup araya
    Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya
    ...
    Bir baksana, gökler uyanık yer uyanıktır
    Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır...
    ...
    Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir
    Davransana! Bak el de senin, baş da senindir
    .…
    Çünkü milletlerin ikbali için evladım,
    Marifet bir de fazilet, iki kudret lazım. 
    ***

     

    Tıpkı Akif gibi Aliya da mazlum Müslümanlara seslenir. Üretmeyen ama tüketen, çalışmayan, tembelliği tevekkül zanneden, ibadetlere önem veren ama çalışmayı, emek harcamayı dinden saymayan, okumayan ama taklit eden, körü körüne bağlanan ama sorgulamayan, kimliğinden kompleks duyan ama tarihinden ve medeniyetinden habersiz eyyamcı Müslümanlara isyan eder Aliya:

    “Müslümanların hızla artan büyük nüfusuyla övünmemiz, bana şişmanlığıyla övünen ve aldığı yeni kilolardan haz duyan bir adamı hatırlatıyor. Ruhumuza, aklımıza ve başarılarımıza vurgu yapmaya ne zaman başlayacağız?

    Küçük ve kırılgan bir insanda bile insanlığa katkıda bulunabilecek büyük bir ruh bulunabilir. Gücümüz, bilimimiz, edebiyatımız nerede? Nerede buluşlarımız, küllî iyiliğe katkılarımız?”

    İnsanı dünyadan, hayattan koparan din anlayışına, dini sadece camiye, ibadetlere hapseden, herşeyi Allah’a havale eden düşünceye söyleyecekleri vardır Aliya’nın;

    “Hayatı sadece din ve dua ile değil, aynı zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiğine inanan, dünya tasavvurunda ibadethane ile fabrikanın yan yana olması gerektiğine izin vermekle kalmayıp bunu talep eden, insanları sadece terbiye etmek değil aynı zamanda onların dünyadaki hayatını kolaylaştırmak gerektiğini düşünen ve bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde olan kimse, o İslam’a aittir.”

     

    Evet, “çalışmadan güçlü olunmaz. Güçlü olmadan da İslam’ın güzellikleri toplum hayatında ortaya çıkamaz.” der Aliya. 
    Okumadan, düşünmeden, sorgulamadan üretilemeyeceğini, üretmeden de güçlü olunamayacağını ifade eder: 
    "Ancak soru soran cevap bulur.” der. Müslümanları sormaya, sorgulamaya, düşünmeye, bilgi ve fikir üretmeye davet eder.
    ***
    İnandıkları gibi yaşamanın bedelini hayatlarıyla ödemiş birer şahsiyet olarak Aliya da Akif de bizim önümüze bir ödev, bir sorumluluk koyuyorlar:

     

    İnanç ve bilginin rehberliğinde çalışmak, üretmek ve güçlü olmak...

    Adalete, hukuka, barışa, insana saygıya dayanan bir güce sahip olmak.

    Her türlü gücü ahlakî bir çerçeveye oturtarak insanlığın huzur ve mutluluğu için kullanmak.

    Evet, zor ve meşakkatli bir yol...

    Ne var ki yol, bu yol...

     

    Ahmet YAPICI