Prof. Dr. Serdar DEMİREL (Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi)

  • Anasayfa
  • Söyleşiler
  • Prof. Dr. Serdar DEMİREL (Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Prof. Dr. Serdar DEMİREL (Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi)

Prof. Dr. Serdar DEMİREL (Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi)

Hocam söyleşiye başlamadan önce okuyucularımız için kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim. 1969 Iğdır doğumluyum. Düz liseyi bitirdim. Arkasından İslamabad / Pakistan’a gittim. Orada Uluslararası İslam Üniversitesi Usulu’d- Din Fakültesini bitirdim, 1995 yılında. 1999 yılında da Tefsir ve Hadis Bölümünde mastırımı tamamladım. Mastır tezim “Şia’da Cerh ve Tadil” üzerine idi. 2001 yılında Malezya’ya gittim. Malezya’da “Kur’ân ve Sünnet Bölümü”nde doktora yaptım. 2005 yılında mezun oldum. Sonrasında 2013 yılının Eylül ayına kadar orada hoca olarak görev yaptım. Halihazırda Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde hocalık görevime devam ediyorum. Uzmanlık anabilim dalım Hadis ilimleri. Aynı zamanda Akit Gazetesi’nde yazıyorum.

Hocam, dergimizin bu sayısında kapak konusu olarak “Gıybet”i işliyoruz. Genelde röportajımız da ağırlıklı olarak kapak konusuyla ilgili oluyor. Ancak, sizinle biraz daha kapsamlı konuşmak istiyoruz. Çünkü hem ülkemizdeki, hem İslam âlemindeki, hem de dünyadaki gelişmeleri akademisyen ve yazar olarak takip eden ve bu konularda da yazan birisiniz. İlk olarak şöyle bir soru soralım: Ülkemizde ve dünyada müslümanlar nasıl bir süreçten geçmektedir?

Doğrusu yirmi yıl yurtdışında yaşadım. İlki Pakistan, İslamabad Uluslararası İslam Üniversitesi’nin atmosferiydi. 40’tan fazla ülkeden Müslüman öğrenciler ve hocalar bulunuyordu. Daha sonra gittiğimiz Malezya’da ise 116 ülkeden öğrencinin ve 50’den fazla ülkeden hocanın olduğu, kelimenin tüm çağrışımlarıyla bir uluslararası atmosferde bulunduk. Hac organizasyonunun dışında Müslüman ümmeti bir araya getiren bu çapta ikinci bir organizasyon var mıdır, bilmiyorum. Böyle bir ortamda tabii ki İslam ümmetinin sorunlarıyla ilgilenmek durumunda kalıyorsunuz. Ümmetle tanışma, paylaşma imkânı buluyorsunuz. Tabii ki farklı coğrafyaların farklı öncelikleri var. Yani siyah Afrika’daki Müslümanlarla dertlendiğinizde onların birinci önceliği fakirlik, açlık oluyor. Arap ülkelerine genel olarak baktığınızda onların birinci önceliği demokrasi, insan hakları, İslami hareketlerin örgütlenmesi, halkın hür iradesiyle iktidarı paylaşabilmesi oluyor. Bunu Arap Baharı denilen halk ayaklanmasında da gördük. Türkiye’deki sorun ise biraz daha farlılık arz edebiliyor.

Şunu belirtelim; 21. yüzyılda Müslümanlar büyük bir krizin içerisinden geçiyorlar. Bu krizin de en büyük sebebi, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle iki kutuplu dönemin son bulması ve yeni bir sistemin kurulamamasıdır. Bir tarafta Sovyetler Birliği eksenindeki doğu bloğu, diğer tarafta Kapitalizmin oluşturduğu batı bloğu çöktü ama yerine bir şey konamadı. 1989 yılında Berlin duvarının yıkılmasıyla dünya tek kutuplu bir düzen arayışına girdi. Amerikan eksenli liberal kapitalizmin hâkim olduğu bir dünya düzeni oluşturmak istediler. Özellikle 11 Eylül hadisesi bahane edilerek Ortadoğu haritası tekrar çizilmek istendi. Ancak bunda başarılı olamadılar. Irak’ta ve Afganistan’da Amerika istediğini elde edemeyince yeni bir düzen arayışı içerisine girdiler. Yeni düzen hâlâ kurulabilmiş değil. Yani yeni dünya düzeni kurulamadığı için 21. yüzyıl düzenini arıyor diyebiliriz. Çok kutuplu bir dünya düzeni kuruluyor. Ortaya çıkan yeni güç merkezleri var. Amerika ve bazı önemli Avrupa ülkelerinin ekonomik sıkıntı içerisine girdiği bu dönemde Rusya kendisini toparladı. Çin ve Hindistan yeni yükselen güçler. Diğer taraftan bölgesel güçler ortaya çıkmaya başladı. Türkiye, İran ve Güney Amerika da Brezilya. Böyle bir zeminde Müslümanlar 21. Yüzyılda biz de varız mücadelesi vermekteler. Hem bölgelerinde, hem dünyada karar verecek aktör olmak istiyorlar. Bunun için çok ciddi talepler var. Halk sokaklara döküldü. Arap baharıyla Müslümanlar yükselen bir ivme kazandılar. Ama küresel sistem elini çabuk tuttu ve Arap baharına nüfuz etmeye başladı. Bölgedeki müttefikleri ile de işbirliği yaparak başta Mısır olmak üzere askeri darbe ile Müslümanların 21. yüzyılda kendi değer sistemlerine yaslanarak aktör olarak ortaya çıkma çabalarının önüne geçmeye başladılar. Türkiye‘de oynanan oyun da bunun bir uzantısı.

Her şey istedikleri gibi gitmese de, dünyadaki egemen güçlerin bu süreçlerle ve gelişmelerle ilgili planlarının, hedeflerinin ve müdahalelerinin olduğu inkâr edilemez. Peki bütün bunların karşısında müslümanlar nasıl bir görünüm arz ediyor? Yaşanmakta olan bu sancılı süreci lehlerine çevirecek bir bilince ve gayrete sahip görünüyorlar mı?  

Müslümanlarda genel anlamda o bilincin olduğunu söyleyebilirim. Zaten o bilinç olmasaydı mukâvemet olmazdı. Mısır’da askeri darbe oldu. Askeri darbeye muhatap kitleler iradelerini askeri darbeye teslim etmemek için o gündür bu gündür bütün fedakârlıklarla mücadelelerine devam ediyorlar, teslim olmuyorlar. Şiddete bulaşmadan hukuk içerisinde kalarak haklarını talep ediyorlar. Bu, güçlü bir siyasi bilince ve darbelere teslim olmama iradesine sahip olunduğunu gösteriyor. Bugün Türkiye’de de aynı oyun sergileniyor. Dört taraftan farklı oyunlarla (halkın iradesiyle gelen) hükümet düşürülmeye çalışıyor. Ama halkın yüzde ellisi hükümetin arkasında yer alıyor, iradesine sahip çıkıyor.

Hocam, öğrenci ve öğretim görevlisi olarak uzun yıllar yurt dışında kaldınız? Türkiye yurt dışından nasıl görünüyor? Yakından gözlem fırsatı bulduğunuz ülkeler ile Türkiye’yi kıyasladığınızda nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

Türkiye tabii bu noktada farklı. Sandık tecrübesi olan bir ülke. 1950’lilerden beri darbelere rağmen demokrasi tecrübesini geliştirmiş bir ülke. Türkiye‘deki mücadelenin seyri bu yüzden farklılık arz ediyor. Bizdeki tarih tecrübesi farklı olduğundan doğal olarak siyasi mücadelenin argümanları da, şekli de, tekniği de değişebiliyor. Ama özde olan şudur: Halk kendi iradesini hem ekonomiye, hem iç siyasete, hem dış siyasete yansıtacak bir hükümet istiyor. Hükümet halkın taleplerini, icraatlarına yansıttığında da bölgede sözü dinlenir bir duruma yükseliyor. Hem kendi bölgesinde güçleniyor hem de Batının hegemonyasından bağımsız siyaset geliştirmeye başlıyor. Türkiye’ye yapılan baskıların özünde ne vardır? Büyük projelerden duyulan rahatsızlık. Niçin? Çünkü bu projeler hakiki bağımsızlığa giden yol taşlarını oluşturuyor. Bölgenizde karar verebilecek bir güç merkezi olmaya götürüyor. Bunu çok iyi bildiklerinden bir takım “insan hakları, ifade özgürlüğü, ağaçları koruma” gibi bahanelerle halkı hükümete isyana davet ediyorlar. Ama halkın çoğu oyunu görüyor.

Hocam, olaya bir de “nasılsanız öyle idare edilirsiniz” boyutuyla bakmak gerekiyor sanki.  Kur’ân’da “inanıyorsanız en üstün sizsiniz” buyruluyor. Oysa birkaç asırdan beri Müslümanların içinde bulundukları durum da ortada. Bu açıdan bakıldığında Müslümanların halini ve gidişatını nasıl görüyorsunuz?

Müslümanlar olarak maalesef 20. yüzyılı yitirdik, kaybettik. Ama bunun sebepleri vardı. Özellikle Müslümanlar Osmanlının son döneminde yedi cephede üstün bir savaş verdi. Sadece Çanakkale savaşında 250 binden fazla şehitten bahsediliyor. Burada mesela 50 bin medreselinin hocalarıyla beraber şehit düştüğü biliniyor. Yeni Cumhuriyet kurulduğunda yedi cepheye koşan medreselilerdi, alimlerdi, ilim adamlarıydı. Cumhuriyet kurulduğunda halk başsız kalmıştı. Yeniden yapılanma sürecinde kendi değer yargılarına göre ülkeyi yeniden yapılandıracak, kanalize edecek ekipmanlardan yoksundu. Böyle bir zeminde dışarıdan dayatmalarla tarih tecrübemizle, temel paradigmamızla uyuşmayan bir yola girişildi. Halk savaşlardan yorgun düşmüş, başsız kalmış, elde kalan son toprakları da kurtarmak kaygıları öne geçmişti. Bu şartlar içinde katı batılılaşma ideolojisini insanlara deli gömleği gibi giydirdiler. Çok acılar çekildi. Devlet ve toplum arasındaki tansiyon had safhaya yükseldi. Halk bu mühendislik projelerine direndi ve kendisine yakın gördüğü partileri iktidara taşıdı. Yeni süreçte artık halk kendi değerleriyle kamusal hayatta var olabiliyor. Halk teslim olsaydı bir sorun olmayacaktı.

Bugünkü diktatörler, krallar halkın desteğiyle değil kendi oluşturdukları dikta güçle ayakta kalıyorlar. İslam ülkelerinin hangi birinde halkın iradesi sandığa yansısa, halk kendi değerlerine paralel düşen insanları iktidara getiriyor. Onun için Amerika daha önceden Mısır’da demokrasi istiyordu, demokrasi kurun diyordu. Sonra baktılar ki sandıktan kendi istedikleri gibi insanlar çıkmıyor bunun üzerine biz iki şey arasında tercih yapmak zorunda kalıyoruz. Demokrasi ile istikrar, dediler. Tercihlerini istikrardan yana koydular. Yani diktatörlerin hâkim olduğu, batıya endeksli faaliyet gösteren sistemlerin devamı. Dediler ki demokrasi buralarda bizim çıkarlarımıza aykırıdır. Bu demokrasinin önüne geçilmelidir. Bu yüzden batı kendi değer yargılarına da aykırı olarak çifte standart uyguluyor. Mesela, Suudi Arabistan. Amerika her yerde demokrasi derken Suudi Arabistan’da bunun d’sini dillendirmez. Çünkü oradaki sistemle müttefikler. Yani halkın iradesi orada bastırılıyor. Suudi Arabistan’da öyle uygulamalar var ki; bunlardan birisi Türkiye’de yapılsa yer yerinden oynar batı ayağa kalkar. Mesela, Türkiye de bayanların araba kullanmasını yasaklayın. Acaba batının tavrı ne olur? Oradakine benzer internete müdahaleler yapsın Türkiye, kıyamet kopar.

Sözün özü Batı için esas olan Batılı değerler sisteminin Müslüman dünyada hâkim olması değil. Asıl olan Batının çıkarları ile çatışmayan yönetimlerin iş başında kalması. Bir örnek vereyim: Sudan‘da Hasan Turabi’nin öncülüğünü yaptığı bir devrim yapılmıştı. Turabi’nin İslam anlayışı son derece moderndi. Ancak Batı bu projeyi kabul etmedi. Neden? Ne kadar modern yorum olsa da bağımsız olma talepleri vardı. İktisadi ve siyasi anlamda bağımsızlık istiyordu. Onun için Turabi’nin İslam yorumu kabul edilmemiştir. Ama batı, değer yargıları ile bağdaşmayan Suudi Arabistan İslam yorumunu, Batı’nın çıkarlarına ters düşmediği için kabul edebilmiştir.

İktidara talip olan Müslümanların, kendi yaşantılarında İslâm’ın iktidarını sağlamak gibi bir gayret içinde olmamaları nasıl bir durum ortaya çıkarır?

Şimdi Osmanlıdan modernleşme sürecine, katı laik rejimlerin İslam ülkelerinde uygulanışı seyrine baktığımızda, bütün bunların bir günde olmadığını görüyoruz. Bu 150 - 200 yıl süren bir sürecin sonucuydu. Müslüman toplumlarda sözde “muasır medeniyetler seviyesini yakalamak” istiyorlardı. Batılılar gibi sanayiye, güçlü modern orduya sahip olacaktık. Bunun böyle olmadığını, taklitten kurtulunamadığını, onlara bağlı kaldığımızı görüyoruz. Şimdi değer yargılarımızla barışıyoruz. Devlet toplum arasındaki gerilim azalıyor. 150-200 yılda yaşanmış büyük kopuşu, o kırılmayı tamir etmek 10-15 yılda mümkün değildir. Bu da uzun yıllar alacaktır. Bakmamız gereken şey şu: İslamî hayatta geriye bir dönüş mü var, yoksa İslam’a doğru bir yöneliş mi var? Burada atılan adımlar, eğitimde uygulanan politikalar vs., bütün bu alanlarda dünden daha mı iyi yoksa daha mı kötü? Halihazırda 96 ilahiyat fakültesi var Türkiye’de. 30.000 civarında da ilahiyat öğrencisi var. Şu anda okullarda Siyer-i Nebi seçmeli ders olarak konuldu. Yurt dışındaki İslam Üniversitelerinin diplomaları tanınıyor. Müslümanlar kendi değer yargılarına paralel dernekler kurabiliyor, dergi yayınlayabiliyor, program yapabiliyor, tv kurabiliyor, hatta bir vakıf çatısı altında kendi üniversitelerini kurabiliyorlar. Şimdi bunlar iyiye doğru bir gidiş mi kötüye doğru gidiş mi? Oysa Batı bundan korkuyor. Bunlara ve Türkiye’nin yıldız projelerine bakıp ürküyor. Bu yıldız projelerle elde edilen sonuçlar bir araya geldiğinde süreç nereye varacak? Batı bu yüzden sizin söylemlerinize bakmıyor, icraatlarınıza ve bunların varacağı yere bakıyor.

Türkiye bölgede yıldız projeleriyle söz sahibi olmak istiyor. Hiçbir ülkenin gitmediği Somali’ye gidiyor, büyükelçilik açıyor. İlginçtir, arkasından İngiltere gitti oraya, büyükelçilik açtı. Neden? Çünkü Türkiye’nin orada olmasını istemiyorlar. Orada nüfuz ettikleri silahlı güçleri Türkiye’ye karşı kışkırtmaya başladılar. Türkiye İslam aleminde toparlayıcı bir rol oynuyor. Dış siyasetine paralel olarak sivil toplum kuruluşlarının önünü açıyor. Ve STK’lar gidip dünyanın dört bir tarafında faaliyette bulunuyorlar. Sonuç olarak, siz bu faaliyetlerde bulunuyorsunuz da bu size ne olarak geri dönüyor? Bu bir Türkiye sempatisi olarak geri dönüyor. Bu artık Türkiye’den bir şeyler bekleme dürtüsünü ortaya çıkarıyor. Bundan rahatsızlar. Bir yandan Türkiye kendi savaş uçaklarını tanklarını gemilerini yapmaya başlıyor. Bu nereye geliyor? Türkiye, dünyanın 3. büyük havalimanını inşa etmeye karar veriyor, Kanal İstanbul projesinin temellerini atıyor, nükleer tesisler inşa etmek için anlaşmalar yapıyor, IMF’ye olan borcunu sıfırlıyor. Batılılar bunlara bakıyorlar ve bunların arkasında bir Osmanlı ruhu görüyorlar. Bunun farkında oldukları için de Türkiye’yi durdurmaya çalışıyorlar.

Sahih bir İslâm inancı üzerine doğru bir İslâmî yaşamı bina etmek için nasıl bir yol takip etmek gerekir?

Sahih bir İslam inancı hususunda, acizane inancım şudur: Kur’ân-ı Kerim, Türkiye’de Müslümanların üzerinde ittifak ettiği kutsal kitabımızdır. Ancak hadis üzerinde yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Bazı kesimler, özellikle de üniversite gençliği üzerinde etkisi olan kesimler, hadisi topyekûn itibardan düşürmeye çalışıyorlar. Zaman zaman da kendi kültür ve algılarıyla modern değerlerle örtüşmeyen Buhari’de, Müslim’de varid olmuş sahih hadisler üzerinde şüpheler oluşturmaya çalışıyorlar. Sahih bir hadis tasavvuru oluşmadan sahih bir din tasavvurunun oluşmayacağına inanıyorum ben. Çünkü Kur’ân’ın gerçek manasını bize izah eden Allah Resulüdür. İslam fıkhını, mesela namazdan oruca, haccdan muamelata kadar İslami hayatın detaylarını Allah Resulunun söz fiil ve davranışlarında buluyoruz. Özetle sahih bir hadis algısı olmadan sahih bir din anlayışının oluşmayacağını söyleyebiliriz. Müslümanların Kur’ân’ı açıp üzerinde ittifak etmesi için, sahih bir hadis tasavvurunun oluşması lazım. Hadisle ilişkiye girmenin yolu da gelenekle barışmaktır.

Gelenekle barışmak derken iki şeyi ayırmak lazımdır: 1- Gelenekçi olmak, 2- Gelenekli olmak. Birincisi negatiftir. İkincisi ise müsbet. Bizim inandığımız din, geleneği olan bir dindir çünkü. İbrahimî gelenekten bahsediyoruz, tevhid geleneğinden. Kur’ân bir taraftan negatif bir gelenekten bahseder; akıl süzgecinden, vahiy süzgecinden geçirilmeden kabul edilen hurafelerden bahseder ve bunu zemmeder, kınar. Bir de tevhid geleneğinden bahseder. Tüm peygamberler aynı geleneğin halkalarını oluştururlar. Ve bu da müspet olan gelenektir. Yani bizim yaslanmamız gereken bu gelenektir. Bunun devamı olan 1400 yıllık İslam tarihinde oluşmuş ilim geleneğimizdir. Usul-ü tefsir, usul-ü hadis, fıkıh vb. bilimsel disiplinlerimiz kısacası. Biz sıfırdan yeni bir din tasavvuru inşa etmeye çalışırsak enerjimizi toprağa vermiş oluruz. Bu da doğru olmaz. 

Hocam bildiğimiz kadarıyla “Şiilikte hadis” konusunda akademik çalışmalar yaptınız. Bu konuda da, müslümanlar arasındaki birliğin sağlanması boyutunu da dikkate alarak, değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

Şiilik kendi içerisinde birçok fırkaya ayrılıyor. Benim çalıştığım alan Caferilik fırkası. Yani İsna Aşeriyye diye bilinen 12 imama inanan, bu gün İran’da hâkim olan, Irak’ta nüfusun yüzde 60’ını oluşturan taife. Bunlar dünya çapında da 150 milyon civarında bir nüfusa sahipler. Bizimle onlar arasında müşterek dini referanslar kaynağı; Kur’ân ve Sünnet’tir. Ancak Sünnet üzerinde ne kadar ittifak ediyoruz? Sünnet algımız birbirine paralel midir? Bir rivayeti kabul ederken şartlarımız nelerdir? Senet ve metin uyumu veya uyumsuzluğu ne boyutlardadır? Rivayetleri kabul ederken hangi mekanizmalardan geçiriyoruz? Ben çalışmamda bunları incelemeye çalıştım. Özellikle de ihtilaf noktalarına ağırlık verdim. Bunun sebeplerini ve bizi nereye götürdüğünü incelemeye çalıştım. Doktora tezimin konusu buydu. Tezim önce Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi tarafından yayınlandı. Geçen yıl da Lübnan’da Daru’l-Kutub Al İlmiyye tarafından yayınlandı. Yakında da Türkçe tercümesi yayınlanacak inşallah.

Kapak konumuzun “Gıybet” olduğunu söylemiştik. Yukarıda da Müslümanların, İslâm’ı hayatlarına tatbik etmeleri hususuna değindik. Bu bağlamda “gıybet” hususunda başarılı bir sınav veren Müslüman bir topluluğun önemli bir merhale katettiğini söyleyebilir miyiz? Zira gıybeti terk etmekle, hem diline hakim olma ve ahlâki olgunluk sergilenmiş olunuyor, hem de kardeşlik hukukunu zedelemekten sakınılmış olunuyor. Ne dersiniz?

 

Gıybet meselesi maalesef Müslümanların önemsemediği, gözünde küçük gördüğü ve küçük gördüğü için de yapmakta bir sakınca görmediği, ancak dinin yasakladığı bir davranış biçimi, bir ahlâk zafiyetidir. Gıybet, bir kişide olmayan vasfı zikretmek değildir. Çünkü bir meşhur hadisi şerif vardır: Efendimiz (sav) buyurdular ki: “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dediler. Bunun üzerine: “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” açıklamasını yaptı. Orada bulunan sahabilerden birisi: “Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?)” dedi. Efendimiz (sav):“Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış olursun. Eğer söylediğin onda yoksa iftira atmış olursun.” buyurdu.

Gıybet Kur’ân-ı Kerim’de Hucurat 12 ayetinde de yasaklanmıştır: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.”

Gıybet haramdır çünkü gıybet, ikili ilişkileri zedeleyen, toplum birliğini bozan ve şahsiyet cellatlığına giden şeytani bir araçtır. Peygamberimiz (s.a.s.), bireyler arasında kardeşliği, toplum içi dayanışmayı esas aldığından bunu zedeleyecek her türlü davranışı da yasaklamıştır. Gıybet de bunlardandır. Çünkü gıybet kişinin manevi şahsiyetini hedef alır. Bu nedenle dostluklar bozulacak ve gıybete muhatap kişi de belki de nefsi müdafaa adına ötekisinin gıybetini yapacaktır. Onun için günahları gözümüzde küçük görmeyelim. Allah (cc) bizi böyle günahlardan korusun.

Hocam, “oku”mayı temel faaliyet alanı olarak seçmiş bir derneğiz. Düzenli bir kitap okuma programımız var. Bu konuda bizlere ve Derneğimiz bünyesinde kitap okuyanlara neler tavsiye edersiniz?

Nasıl bir kitaba inanıyoruz? Nasıl bir peygambere inanıyoruz? Bu minval üzere kitaplar okumak gerekiyor. Neticede bizim rol modelimiz, Kur’ân’ın ifadesiyle Peygamberimizdir (s.a.s.). “Allah Resulunde sizin için güzel bir örnek vardır.” Müslümanlar soyut öğretilere yapışarak daha iyiye doğru gidemiyorlar. Yani bir insanın, bir topluluğun iyiden daha iyiye yönelebilmesi için önünde somut örneklik gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim bize somut örneklik olarak Allah Resulünü (s.a.s.) gösteriyor. Bu anlamda Allah Resulünün somut örnekliğini anlatan kitaplar okumak önemlidir. Derginin kapak konusu olması itibariyle söylüyorum, Efendimiz gıybete nasıl bakardı mesela? Gıybeti nasıl tanımlardı? Gıybet konusunda nasıl hassastı? Müslümanlardan bunu nasıl uzak tutardı? Yani ete kemiğe bürünmüş bir model olarak, Kur’ân’ın Hucurat süresini nasıl hayata aktarırdı? İslam ahlâkı Allah Resulünden (s.a.s.) geçiyor. Bu ve benzeri konularda okunması gereken birçok kitap vardır.

 

RÖPORTAJ: Salim UZMAN - Vural ERCE