Prof. Dr. Cevat AKŞİT

Prof. Dr. Cevat AKŞİT

Hiç kimseye önyargılı olmadan İslâm’ı en güzel şekilde yaşayıp anlatalım

Dergimizin bu sayısındaki röportajımızı, ömrünü ilim tahsil etmekle, ilim öğretmekle ve hizmetle geçirmiş Muhterem Prof. Dr. Cevat AKŞİT Hocamız ile yaptık. Her açıdan çok istifade edeceğinizi, edeceğimizi düşündüğümüz bu röportajı siz değerli okurlarımıza sunuyoruz.

Hocam yaşınız ve tecrübeleriniz itibariyle hayatınızda bir tarih barındırıyorsunuz. Bize öncelikle biraz hayatınızdan bahsedebilir misiniz?

CEVAT AKŞİT: 1938 Denizli, Yatağan doğumluyum. 3,5 yaşındayken babamı kaybettim. Beni annem ve amcam yetiştirdi. Sülalemiz Yatağan’da hocalar sülalesi olarak bilinir. Amcam ile annem beni de hoca yapmak istemişler. Ailenin en son çocuğuyum, okula başlamadan evvel amcamdan Kur’an-ı Kerim dersi almaya başladım. O dönemler Kur’an okumak yasaktı. Gündüzleri kimse görmesin, amcamı şikâyet etmesinler diye dersleri gece yapardık.


Kur’an-ı Kerim’in Müslüman bir ülkede yasaklanması acı bir şey olsa gerek?

C.A. : Sadece Kur’an-ı Kerim yasak değil, Allah ve Peygamberin adını bile ağzınıza alamazdınız. İnsanlar namazlarını bile gizli kılardı. Adam eşine bile namaz kıldığını söylemiyordu. Ezanlar Türkçe okunuyordu. Huzur veren ezan, kulak tırmalar cinstendi. Bu böyle Adnan Menderes dönemine kadar sürdü. 

Hocam bunların anlatılması bile bizi üzerken o dönemde yaşayan insanların durumunu düşünemiyoruz. Hayat hikayenize kaldığımız yerden devam etsek…

C.A.: İlkokulu kendi köyümde okudum. Çok başarılıydım ve okulumu derece ile bitirdim. Okul müdürü beni okumak için kazaya götürdü. Okul okumamı istiyordu. Kazada bir hafta kaldım. Çok sıkılmıştım, cumartesi günü köye döndüm. Annemde çok özlemişti beni. Kötü bir rüya görmüş, seni bir daha oraya göndermeyeceğim demişti. Ben de tamam dedim.

1950 yılında Rahmetli Menderes kapanan Kur’an kurslarının açılmasını tekrar sağladı. Amcam da artık kurs açmıştı. Civar köylerden gelen talebelerle birlikte iki yıl daha amcamdan eğitim aldım. 1952 yılında İmam Hatip okulları açılmaya başladı. Ben de kayıt olmak istiyordum. Bunun için Isparta’ya gidecektim. Annem izin vermiyordu, beni gözünün önünden ayırmak istemiyordu. Ben de gidip gizli kayıt yaptırdım. Isparta’da 4 sene kaldım. Orta okul kısmını takdirnameyle bitirdim. Hocam, “kal burada” dedi. “Çok başarılısın liseyi de burada oku.”, dedi. Ben liseyi İstanbul da okumayı kafaya koymuştum. Hocalarımın ısrarlarına rağmen İstanbul’a geldim. Burada bir hemşerimiz vardı. Sirkeci’de bir fırında çalışıyordu. Fırında yatıp kalkıyordum. O zaman otelde yatıp kalkacak paramız da, imkanımız da yoktu. İlkokul hocam da bu dönemde İstanbul’da görev yapıyordu. Onun yanına gittim, ben buraya okumak için geldim dedim. Vefa’da İmam Hatip Lisesi vardı, beni alıp oraya götürdü. Müdür muavini benim hocamın hocasıymış, ama buna rağmen okul müdürü beni okula almadı. Ben Anadolu’dan gelmiş birini bu okula alamam, başarısız olur, buradaki öğrencilerle okumayı beceremez, dedi.  Bir hafta sonra bir daha gittik. Müdür muavini bu sefer müdürün yanına gitmedi, beni okula aldı ve sakın beni mahcup etme dedi.  

Hocam liseyi okurken yine hemşerinizin yanında mı kaldınız?

Hayır liseye kayıt olduktan sonra İlim Yayma’nın kursuna kayıt oldum. Kursa kayıt olduğum için yurtta kalıyordum. Benim için zor günlerdi. Hem okulda, hem yurtta kimse dönüp bana bakmıyordu. Kimse; kimsin, nesin, nerden geldin demiyordu. Hoş geldin bile demiyorlardı, herkes havalıydı. Yalnız kalıyordum. Sabahlara kadar köşelerde usul usul ağlardım. Yol param da olmazdı. Her gün Vefa’ya kadar 55 dakika yol yürürdüm. Buna dönüşü de katınca yaklaşık 2 saatim yürümekle geçerdi. Yurt bize sadece öğlenleri yemek verirdi, o da bir kâse çorbaydı. Ben o çorbayla bir somun ekmek yerdim. Çünkü 24 saatte bir çorba içiyordum. Derslerimde çok başarılı olmaya başladım. Fransızca, matematik başta olmak üzere bütün derslerim çok iyiydi. Arkadaşlarımın, hocalarımın dikkatini böyle çekmiştim. İstenmeyen ben, bir anda aranan adam olmuştum. Bütün arkadaşlarım benimle kalmak istiyordu. İsmail diye bir arkadaşım vardı. Dedesi Unkapanı’nda bir camide imamlık yapıyordu. Ben de yurttan ayrılıp İsmail ile orada kalmaya başladım. 


Hocam öğrencilik dışında iaşenizi kazanmak için hiç çalışmadınız mı?

C.A.: O dönemde Diyanet müezzinlik sınavı açmıştı, ona katıldım ve üçüncü oldum. Kazandığım yer Fatih camisiydi. Herkes o zamanlar oraya atanmak istiyordu. Çünkü orada müezzinler iyi para kazanıyordu. Cenaze olsun, mevlit olsun, nikah olsun hiç fark etmez, okudukları Kur’an başına çok iyi para alıyorlardı. Bu sebeple herkesin müezzinlik yapmak istediği camiydi Fatih. Ben kazanmıştım ama müftü beni çağırdı. Seni atamayacağım, dedi. Nedenini sorunca, yukarıdan çok baskı var, başkasını atayacağım, dedi. Adamın mebus  akrabası varmış onu atayacakmış. Bana, seni başka camiye atayayım, dedi. Yok dedim, ama onun da benim de yapacak bir şeyimiz yoktu. Aslında bu benim için bir dönüm noktasıydı. 


Nasıl yani hocam, hakkınız yeniyor siz buna sessiz mi kaldınız? Ve benim için dönüm noktası oldu mu diyorsunuz? 

C.A.: Evet, dönüm noktası oldu. Çünkü eğer ben oraya atansaydım, bugün profesör olamayacaktım. Gelirim iyi olacaktı ve belki bu okumama engel olacaktı. İki üniversite bitiremeyecektim. Hem Hukuk Fakültesi’ni hem de İlahiyat Fakültesi’ni birlikte okudum. Bir gün Medeni Hukuk hocamız beni ilahiyat fakültesinde görünce gözlerini ovdu ve “oğlum sen Hukuk Fakültesi’nde okumuyor musun?”, diye sordu. Evet hocam, deyince, peki burada ne işin var dedi. Burada da okuyorum dedim. Her iki fakültede de derslerim çok iyiydi. İki fakülteyi de başarı ile bitirdim.


Hocam Müftü sizi başka bir camiye atayacaktı, bu atama gerçekleşti mi?

C.A.:    Evet atadı. İşte dönüm noktası dediğim nokta burası. Beni Mehmed Zahit Kotku Hocanın imamlık yaptığı camiye atadı. Hocanın sohbetleri oluyordu. Katılanlar hep üniversiteliydi. Rahmetli Necmettin Erbakan ile orada tanıştım. Onlarla tanışmam beni okumaya sevk etti. O sene girdiğim üniversite imtihanlarını kazandım. Az önce dediğim gibi bu sayede iki üniversite bitirdim. Sonrasında yüksek lisans doktora derken profesör oldum. Bu dönemlerde çeşitli yerlerde görevler aldım. 4 sene kadar da avukatlık yaptım.


Hocam Erbakan ile tanışmanız olmuş, belki o dönemde bir çok başka siyasiyle de tanıştınız. Ama hiç siyasetle ilgilendiğinizi duymadık ya da biz bilmiyoruz. Bu konuda bizleri ve okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?

C.A.: Evet siyasetle hiç ilgilenmedim. Sadece o dönemin siyasileri değildi hayatımdaki siyasiler. Dayım da hem mebus hem bakandı. Buna rağmen siyasete hiç girmedim. Siyaset derken size Süleyman Demirel ile ilgili bir anımı anlatayım. Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’ne müdür olarak atanmıştım. Mehmet Kırkıncı Hoca Erzurum’da  aktifti. Her yerde sohbetleri oluyordu. Bizim okulda da bayağı çok öğrencisi vardı. Demirel bana telgraf göndermişti. Telgrafta, bu hocaya ve öğrencilerine dikkat edeceksin, bunlar laik devletimize büyük zarar verir, bunların üzerinden gözlerini ayırmayacaksın, çok dikkatli olacaksın, diyordu. Tabi o dönemler ben de sohbetler veriyorum. Öyle okuyup geçtik telgrafı. Çok göz altındaydık. Bir yerde İslami bir çalışma varsa orada mutlaka bir sıkıntı olduğunu sanıyorlardı. Sanki devleti yıkmak için uğraş veriyorduk. Benim de peşime dört sivil polis takmışlar. Tabi ben bunu sonradan öğreniyorum. Bir gün sohbetimiz bitti, dört delikanlı yanıma yaklaşıp durumu anlattılar. Hocam biz polisiz, sizi takiple görevlendirildik, sohbetlerinizden çok etkilendik, bizi de öğrencileriniz olarak kabul edin, dediler. Sonra sohbetlere devamlı geldi o dört genç polis. O gün anladım ki, biz insanlara İslam’ı düzgün anlatsak kimse düşman olmayacak. 


İslam’ı anlatma konusunda Edirne’de farklı şeyler yaşadım. Orada yaşayan vatandaşlarımız çok içki içer, dinden bîhaber yaşar diye yıllarca anlatıp dururlar. Durum hâlâ böyledir. Ama böyle anlatanlara “o insanlara hiç dini anlattınız mı?” diye sorunca, aldığım cevap “yok” oluyor. Orada görev almış, sohbetlerime orada da devam etmiştim. Bir gün bir adam geldi, bana çok dua etti, hocam sayenizde dinimi tanıdım, dedi. Bunun gibi birçok örnek yaşadım. Başka bir adam içki içiyor, ama öyle aşık olmuş ki dine… Bana geldi, “hocam ben seni ve dinimi çok seviyorum, ama akşam olunca şu pisliği içmekten kendimi alamıyorum, keşke daha önce tanışsaydık sizinle, dua edin bırakayım bu pisliği” dedi. Evet, biz insanlara önyargılı olmayalım; o asker, o şarapçı, o polis demeden herkese İslam’ı en güzel şekilde yaşayıp anlatalım. 

Hocam sohbet geleneğiniz bugün de devam ediyor…


Evet, burada, Kadıköy’de her hafta düzenli sohbet veriyorum. Bin kişinin üzerinde katılımcı oluyor ve bunların yarısından fazlası bürokrat, asker ve polis. Konuşacak söyleyecek çok şey var bu konuda. Biz asıl meseleye dönelim. Demirel o telgrafı gönderdikten kısa bir süre sonra Erzurum’a geldi. Bizler de mecburen yanındayız. Biz, Kırkıncı Hoca’nın mekanına gidelim, dedi. Bizi bir telaş aldı. Hocanın başına bir iş gelecek dedik. Neyse geldik hocanın mekanına. Bir de baktım Demirel takke taktı, cüppe giydi. Gözlerime inanamadım. İçeri girdik hocanın elini öptü ve dizüstü çöküp hocanın ayaklarının dibine oturdu. Öyle bir hürmet gösteriyor ki... Bizler şaşkınız. Yaklaşık iki saat durdu yanında. Sonra çıktık oradan. Dışarıda kulağıma böyle yapacaksın işte, dedi. O gün hem Demirel’den hem de siyasetten tiksindim. Böyle bir çirkefliğe ilk defa şahit olmuştum. Bununla kalsa yine iyi Ankara’ya döner dönmez Mehmet Kırkıncı ile birlikte 64 kişi laik cumhuriyeti yıkmaya teşebbüs etmekten göz altına alındı. Allah, Mehmet Zahit Kotku hocadan razı olsun. O bizi ilme sevk etti bizi hoca yaptı da siyasete bulaşmadık çok şükür. 


Hocam biraz da toplumumuzu konuşalım. Bugün toplumda ahlâki bir yozlaşma görülüyor. Bunun nedenleri sizce nedir? Toplumumuz bu hale nasıl geldi? Bu konudaki gözlemlerinizi, düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

C.A.: Bu meselenin temeli Osmanlı’nın yıkılmasına kadar gider. Osmanlı da bundan dolayı yıkıldı. Ne zaman biz Avrupa’ya öğrenci göndermeye başladık o zaman bu ahlâk bizim toplumumuzda sorun olmaya başladı. Özgürlükler adı altında bu milletin 200 yılını yediler. Özgürlükler adı altında bu millete çok oyun oynandı. Savaş ile yapamadıklarını ideoloji ve milliyetçilik adı altında yaptılar. Buradaki milliyetçilikten kastım ırkçılık. Bugün aynı oyunlar yine oynanıyor. Milletimiz bu konuda çok dikkatli olmalı, bu tuzağa bir daha düşmemeli. Osmanlı böyle yıkıldı. O dönemin sözde entelektüelleri yazdıkları ve çizdikleriyle toplumu özgürlük adı altında Abdülhamit Han’a karşı ayaklandırdılar. Özellikle bu konuda azınlıkları çok iyi kullandılar. Buyurun, bugün gündemi inceleyin, yine aynı şeyler yapılmıyor mu? O zamanın yazarları çizerleri, bugünün televizyoncuları. O zaman gazetelerde, romanlarda ahlaksızlıklar topluma empoze edildi. Bu gün bu görevi diziler üstlenmiş durumda. Biz bu dizilere, bu programlara karşı neslimizi korumalıyız. Dürüstlüğümüzü, namusumuzu korumalıyız. 


Hocam son derece önemli hususlara temas ettiniz. Bu konuda yapmamız gerekenler nelerdir, biz Müslümanlara düşen vazife nedir ?

C.A.: Öncelikle bu yayınlara karşı, biz Müslümanların da yayın yapmaları lazım. Belki o dönemde böyle bir imkanımız yoktu, ama bugün Rabbimize hamd olsun bu imkanlar Müslümanların elinde var. Bunu iyi kullanmalıyız. Kültürümüzü, tarihimizi iyi anlatan programlar yapmalıyız. Her fırsatta insanlara, öncelikle ailemize dürüstlüğü öğretmeliyiz. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu onlarla paylaşmalıyız. Doğru eserler okumalıyız. Burada bizim alimlere de kızıyorum. Hocalarımız çıkıyorlar TV programlarına, insanlarımızı ilgilendirmeyecek meseleleri tartışıp insanları kutuplaştırıyorlar. Bu da çok tehlikeli bir şey eğer böyle bir mesele varsa öncelikle biz hocalar bir araya gelelim konuşalım. Orta yolu bulalım, ondan sonra bunu avama konuşalım. Yoksa diğer türlü toplumda kutuplaşmalara sebep oluyor. Allah muhafaza bunlar ileride büyük sorunlara yol açabilir. Bakın önceden Suriye’ye gitmiştim orda da yaklaşık 12-13 grup vardı ve hepsi birbirine diş biliyordu. O zamanlar konuşuyorduk kendi aramızda, bu işin sonu kötü olur diye. Bir gün burayı da karıştırırlar. Bugün Suriye’nin halini görüyorsunuz. Sadece Suriye değil, diğer yerler de aynen böyle yıkıldı. Birlik olmadığı sürece bu hep böyle olmuştur. Bugün biz hocaların, insanları kutuplaştıracak diyaloglardan kaçınmamız lazım. Kâbemiz bir, Peygamberimiz bir. Bizler ırkçılık ve mezhepçilikten uzak durmalıyız. Osmanlı’da birçok millet, birçok dine ve mezhebe tâbi insanlar vardı. Ne zaman ki bunların ayrımcılığı başladı, Osmanlı Devleti yıkıldı. Her yerde ve her zaman söylerim; bizim bu konuda çok dikkatli olmamız lazım. Zamanında bunu yapanlar çok pişman oldular. Ama tarih bunları yazmıyor. Jön Türkler diye kendilerini Fransa’da örgütleyenlerin çoğu pişman olmuşlardır. Abdülhamit’e geliyorlar, göz altında olduğu Beylerbeyi Sarayı’na. Pişman olduk, meğerse sen doğruymuşsun, gel tekrar geç başa demişler. Abdülhamit, çok geç artık, bu yaydığınız Türkçülük akımıyla bu imparatorluk dağılacak, ne ben, ne de başkası buna engel olamayacak diyor. Tarih yapılan bu yanlışları yazsa, doğru bir şekilde bu nesle tarih öğretilse, belki bugün bu sıkıntılar yaşanmayacak. Bugün ülkemizde aynı oyunlar oynanmayacak.


Hocam son olarak yaptığınız çalışmalarınızdan bize bahseder misiniz ?

C.A.: Biz bir vakıf kurduk. Burada öğrenci yetiştiriyoruz. Denizli’de baba memleketinde İmam Hatip Lisesi yaptırdık. Şimdi bir İslam Enstitüsü kurduk. Sağ olsun Cumhurbaşkanımız Tayyip Bey bu konuda bize çok yardımcı oldu. Biz bu okula sadece yüksek lisans ve doktora öğrencisi alacağız. Amacımız Ömer Nasuhi Bilmen, Mehmet Zahit Kotku, İmam-ı Azam gibi alimler yetiştirmek.


Hocam Allah’tan hizmetlerinizin devamını ve uzun ömürler diliyoruz, bize vakit ayırdığınız için şükranlarımızı sunuyoruz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

C.A.: Allah sizden de razı olsun. Rabbim sizi hak yolda sabit kılsın. Çalışmalarınız da yardımcınız olsun.

 

Röportaj: FEYYAZ KALKAN -  HAKAN ULUÇ