Prof. Dr. Ali ÖZEK (Akademisyen – Yazar)
Hocam kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Ben Muğla’nın Fethiye kazasının Doğanlar köyündenim, yani Doğanlar köyünde doğdum. Doğum tarihim 1932. Gerçi yaşım biraz daha büyük ama resmi doğum tarihim 1932. İlkokulu bizim köye yürüyerek bir buçuk saatte gidilen komşu bir köyde okudum. Bir buçuk saat sabah yürüyorsun, bir buçuk saat de akşam. Yani günde 3 saat yolda geçiyor. Sonra o köyden bize bir ev tuttular. Bize bakan bir de kadın vardı. 1941’de ilkokulu bitirdim. Sonra Antalya’ya gittim, oradaki bir kursta hafızlık yaptım. Daha sonra İzmir’e geldim. İzmir’de Kestane Pazarı diye bir semt var. Şimdi belki adını duyarsınız. Orada bir cami var, Kestane Pazarı Camii. Bir de derneği var. 1946 yılında orada okumaya başladım, 1950’ye kadar orada kaldım.
Hocam ilim tahsili için bir de yurtdışı serüveniniz var?
Evet, 1950 senesinde okumak için Mısır’a gittim. İzmir’de bulunduğum yıllarda Karataş Ortaokulunu da dışarıdan imtihanlara girerek bitirdim. Mısır’da 1955’te fakülteyi, 1957’de de mastır bölümünü bitirip Türkiye’ye geri döndüm. Önce İzmir’e gittim ve 1959’un sonuna kadar orada, Kestane Pazarı’nda kaldım. Sonra 1959-1960 gibi İstanbul’a geldim. İstanbul Çarşamba’daki İmam-Hatip Okulunda Arapça hocalığına başladım. Sonra askere gittim. 1962’de askerden döndüm.
Hocam öğretim görevlisi olarak üniversiteye katılışınızdan da bahseder misiniz?
1962-63 ders yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne hoca olarak tayin edildik. O ders yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü ilk mezunlarını verdi. Yani ilk mezunlarını verdiği 1962-63 ders yılında ben de orada hocaydım. Onun için ilk mezunların hocasıyım ben. Bu şekilde devam ettik İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde. 1978’de Yüksek İslam Enstitüsü’ne müdür oldum ve bu görevi 1982’ye kadar sürdürdüm. Bu arada 1973’te doktorayı bitirip doçent, daha sonra da profesör oldum.
Hep İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü ve İlahiyat Fakültesi’nde mi görev yaptınız?
Hayır, ayrıca İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde 4 sene çalıştım. Orada Ebu Yusuf’un Kitabü’l Harac’ını tercüme ettim. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Enstitüsü onu bastı ve üniversite yayınları arasında çıktı. Tabi bizim hocalığımız orada belli bir süre devam etti.
Hocam akademik kişiliğiniz kadar, vakıf çalışmalarınızla da tanınıyorsunuz. Bu sahadaki hizmetlerinizden de bahseder misiniz?
1968 senesinde bir vakıf kurma teşebbüsümüz oldu ve Allah’ın izniyle 1970 yılında bu vakfı kurduk. Şimdi bu vakıf yani “İslami Araştırmalar Vakfı” 39 yaşında. 2010’da 40 yaşında olacak. Bir jübile yapmayı düşünüyoruz inşallah. Tabii, kuruluşundan itibaren bu vakfın içinde ve başında bulundum ben. Zaten vakfın kurulması düşüncesini ortaya atan arkadaşları bir araya getiren de benim. 8 kurucusu var buranın. İlk başkanımız Mahir İZ hoca idi. Ben de genel sekreterdim. Tabi burada en önemlisi bu vakfın kuruluşudur. Çünkü o zamanlar Türkiye’de araştırma meselesine şüpheyle bakılıyordu. Nitekim birçok kimse bu vakfa üye olmak istemedi. Bu adam dini bozacak diye düşünüyorlardı. “Neyi araştıracaksın, zaten her şey yazılmış, çizilmiş, kitaplarda var. Sen bunları değiştirecek misin?” şeklinde ithamlarda bulunuyorlardı. Ama buna rağmen bu vakfa kurucu olan arkadaşlar (ölenlere Allah cc rahmet eylesin) bir araştırma vakfı kurulması düşüncesini kabul ettiler ve neticede bu vakıf kuruldu.
Hocam vakfı kurduktan sonra ne tür çalışmalar yaptınız?
10-15 sene biz hiç bir iş yapmadık bu vakıfta. Çünkü araştırmacı yoktu. Sonradan başladık bu işe. Şu anda vakfımız 15. Uluslararası tartışmalı ilmi toplantısını yaptı. En son mayıs ayında yaptı. Önümüzdeki sene de 16. Uluslararası toplantısını yapacak. Artık her sene bir uluslararası toplantı yapıyoruz. Ulusal toplantıların sayısı da 60 civarındadır ve bunların hepsini de kitaplaştırarak neşrettik. Şu anda vakfımızın neşrettiği 70’e yakın araştırma kitabı var.
Hizmetlerinizin ülkemizin sınırları içinde kalmadığını, yurtdışına da uzandığını biliyoruz. Yurtdışındaki çalışmalarınızdan da bahseder misiniz?
Ben İlahiyat Fakültesi’nden 1999 senesinde emekli oldum. Bu arada Kazakistan’da 1992 senesinde başlayan bir faaliyetimiz oldu. Orada altı tane camii yaptırdık. Bir tanesi oldukça büyük bir camii. Oradaki bir devlet üniversitesinde, Arap Dili Medeniyeti Bölümü açtık. Daha sonra da orda vakıf kurarak bir üniversite kurduk. Üniversitenin adı “Yabancı Diller ve Mesleki Kariyerler Üniversitesi”. Bu üniversitede 5 fakülte var. Bir tanesi de İlahiyat fakültesi. Şu anda üniversitede toplam 1800 kadar öğrencimiz var. Şimdi de yurt yaptırmak için gayret ediyoruz. Yarı yolda kaldık ama inşallah tamamlayacağız.
Hocam, 50-60 yıl öncesiyle kıyasladığınızda Türkiye’deki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mesela ben 40’lı yılları çok iyi hatırlıyorum. 50’li yıllar zaten üniversite yıllarım. 60’lı yıllarda da bir yüksek okulda hocalık yaptık. Yani Türkiye gerçekten çok büyük gelişme kaydetmiş bir ülkedir. Aslında Türkiye’de bir takım ihtilâller ve askeri baskılar olmasaydı bugün Türkiye devlet olarak bir Almanya’dan, bir Fransa’dan daha ileri olurdu. Çünkü 50’li yıllarda Menderes’in açtığı çığır çok büyüktü. Ama bu işler biliyorsunuz bakana göre değişir, yani nasıl bakıyorsanız o şekilde görürsünüz. Menderes’ten sonra işler topal aksak gitti. İkinci ve üçüncü ihtilaller oldu. Taa Turgut Özal’a kadar. Özal da bu memlekete çok hizmet etmiştir. Ondan sonra da Ak Parti iktidar olana kadar işler topal aksak gitti. Ak Parti de bu memlekete çok büyük hizmetler yapmıştır. Benim kanaatim bunlar ve Türkiye gerçekten büyük gelişmeler kaydetmiştir.
Hocam peki Türkiye’yi dışarıdan nasıl görüyorlar? Örneğin siz?
Kazakistan’da bulunduğunuz ve orada birçok hizmeti yürüttüğünüz için Kazakistan halkını yakından tanıyorsunuz. Kazak halkının Türkiye’den bir beklentisi var mı?
Beklentisi var tabi. Yalnız Kazakistan yeni bir devlet 91-92’de kuruldu. Kurulduğu zaman da 2 saat içerisinde ilk tanıyan devlet Türkiye’dir. Bunu hep söyler Kazaklar. Çünkü devlet olmak istiyorsun, Dünya’nın tanıması lazım seni ve ilk olarak Türkiye tanıyor. Sonra din aynı, dil aynı, ırk aynı, örf ve adetler hepsi aynı. Bu bakımdan birçok imkânlar var. Ama Turgut ÖZAL’dan sonra Türkiye’deki iktidarlar Kazakistan ile hiç ilgilenmemiştir. Buna bir ölçüde Ak Parti de dahil, ilgi var yine ama az. Burada Türkiye’den gelen birçok firma var, çalışıyorlar, ticaret filan yapıyorlar ama siyasi bakımdan Kazakistan ile yakından ilgilenmiyor Türkiye. Belli bir seviyeye kadar ilgileniyor. Tabi başta Rusya olmak üzere bunun birçok sebebi olabilir.
Hocam son dönem Osmanlı alimlerinden kimlerle teşriki mesainiz oldu? Biraz da onlardan bahseder misiniz?
Benim bizzat görüştüklerimden biri Ahmet Hamdi AKSEKİ’dir. Kendisi Diyanet İşleri Başkanıydı. 1949-1950 yıllarıydı. Bediüzzaman ile de bir görüşmemiz var. Ömer Nasuhi Bilmen Hoca Fatih’de benim komşumdu. İki veya üç sene kadar İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde beraber hocalık yaptık. Yine Mahir İZ ve meşhur hafızlardan Yer altı Camii imamı Üsküdarlı Ali Efendi ile de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde birlikte hocalık yaptık. Hasan Basri ÇANTAY, tanıştığımız ve sohbetinde bulunduğumuz kimselerden birisidir. Şu anda hatırıma gelenler bunlar.
Hocam sizin Mısır’da okuduğunuz yıllarda Mısır’a yerleşen Osmanlının son Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi ve yine önde gelen alimlerden Zahid el Kevseri gibi kişiler de Mısır’da yaşamaktaydı. Onlarla tanışma fırsatınız oldu mu?
Mustafa Sabri Efendi ile çok yakın ilişkimiz vardı ve Kahire’de oturduğu sırada devamlı ziyaret ediyordum. Her on günde bir mutlaka ziyaret ediyordum. Zahid el-Kevseri’yi de birkaç defa ziyaret ettik, görüştük. Hepsini tanıdık yani.
Hocam Mustafa Sabri Efendi’den Said Nursi’ye selam getirdiğinizi biliyoruz, bize bu konudan biraz söz eder misiniz?
“Son Şahitler” isminde bir kitap var. Orda varım ben zaten. Orda nasıl yazdılar, ben onu okumadım gerçi. 1952-53 seneleriydi. O sene ben Türkiye’ye geliyordum. Mustafa Sabri Efendi ile de devamlı görüşüyorduk, ziyaretine gidiyorduk. Talebeler arasından, yani Türkiye’ye gidecek arkadaşlar arasından beni seçti. Bana bir görev verdi, işte o görev çerçevesinde Bediüzzaman Şeyh Said ile –onlar Şeyh Said diyorlardı-görüşmemi söyledi. Bize bir mesaj da verdi. Ben de İstanbul’a geldikten sonra onunla görüşmek istedim. O zaman Bediüzzaman rahatsız filan dediler. Ben de Bekir Berk’i aradım, o zaman en yetkili kimselerden biriydi Bekir Berk. O talimat verdi oradakilere ve onlar da Said Nursi ile görüşmemi kabul ettiler. Bu şeklide görüştük. Sonra 1953’te Kahire’ye döndüğümde kışın ortasıydı. Ocak ayının yirmisi gibiydi. Mustafa Sabri Efendi o aylarda vefat etti. Mustafa Sabri Efendiyi de kabre ben koydum. Üç kişiydik. Çünkü Kahire’de kabirler Türkiye’deki gibi değil. Yer altında mahzenler vardır. Ölüleri sıra sıra koyuyorlardı. İşte o mahzene üç kişi tutarak indirdik onu yerine koyduk ve oradan çıktık. Bize de kabre koymak nasip oldu. Bu şekilde onları tanımış olduk. Mısır da o zaman Şehzade Şevket Bey vardı, Osmanlı Hanedanından, onun evinde kalıyordu Sabri Efendi. Zahid el-Kevseri’yi de onların bir Çerkez arkadaşı vardı talebelerden, onunla ziyaret ediyorduk. O devamlı ziyaretine gidiyordu. Bazen ben de gidiyordum. Bunlar Mısır’da bulunan iki tanınmış Türk alimidir. Bunun dışında Ali Zeki Efendi diye Konyalı bir hoca vardı. Sonra Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası İhsan Efendi de benim kaldığım yurtta müdürdü. Orada bunların hepsini tanıdım.
Hocam derneğimiz kitap okuma ve okutma üzerine kurulmuş bir dernek, yaklaşık olarak 1000 kişi düzenli kitap okuyucumuz var. Bu okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?
Çok güzel tebrik ederiz, takdir ederiz. Okuyucuların çoğalmasını temenni ederiz. Çünkü en önemli şey okumadır. Kur’ân-ı Kerim de “ikra” diyor, OKU diyor zaten. Şimdi biz burada o okuyucu arkadaşlara bu tavsiyeyi yaptıktan sonra, bizim kitaplardan sizin işinize yarayan varsa onlardan da verebiliriz size. Okuyucularınıza tavsiye etmek için. Elimizde mevcut olanlardan verebiliriz.
Hocam okurlardan bazen “okuduğumuzu anlamıyoruz” gibi şikayetler geliyor. Bunlara ne tavsiye edersiniz?
Biz de bazen okuduğumuzu anlamıyoruz. Eğer okuduğu konu ilmi bir konuysa o konuda müktesebâtı (birikimi) da yoksa tabi anlamaz. Biz de anlamadığımız zaman açıyoruz ansiklopedileri, lügatları değil mi, onları anlamak için. Anlayabildiği kadar anlayacak. Anlamadığı kısımlar ile ilgili de yardımcı olacak kimseler olabilir.
Hocam son olarak önümüzde 3 aylar var, bize bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu aylarda Müslümanlar daha çok ibadet ile, hayır ve hasenât ile meşgul olurlar. Sonra Ramazan gelecek oruç tutacaklar tabi. Bu bir mevsimdir. Dinin manevi mevsimi. Burada Müslümanların bu mevsimden faydalanması gerekir. Bu faydalanma yolu da önce kendisini temize çıkarmak, yani günahlardan uzak durmak, ibadet ile, zikir ile, Kur’ân okumak ile meşgul olmak, imkanı varsa oruç tutmak gibi. Üç ayların özelliği budur. Sonra Ramazan geliyor tabi biliyorsunuz. “Ramazanı inanarak ve hakkını gözeterek ramazan orucunu tutan kimsenin Cenab-ı Allah günahlarını affeder, onu cennete koyar” diye bir hadis var. Buhari’de yer alan bir hadisdir bu. Buna benzer birçok hadis vardır. Tabi bu ayların faziletinden Müslümanların istifade etmesi gerekir. Bu istifade de manevidir. Orda maddi istifade yoktur.
Röportaj: Feyyaz KALKAN