Prof. Dr. Ali AKYÜZ

Prof. Dr. Ali AKYÜZ

Dini, Vahiy (Kur’an ve Sünnet) İnşâ Eder, Akıl İdrak Eder

Bu sayıdaki söyleşimizi Prof. Dr. Ali Akyüz hocamızla gerçekleştirdik. İslâm adına, Müslümanlık adına, İslâm ve Müslümanlıkla asla bağdaşmayan hareketlerin, fikirlerin ve akımların boy gösterdiği bir dönemde, bunun sebepleri, kökleri ve bu durumdan kurtulma yollarıyla ilgili çok önemli tespit ve değerlendirmelerini aldık kıymetli hocamızın. Ancak bir hususu baştan üzülerek ifade edelim ki, bir derginin sınırları çerçevesinde hocamızın söylediklerinin yer darlığı sebebi ile önemli bir kısmını sizlere sunamıyoruz. Hocalarımızla yaptığımız ve burada yayınladığımız röportajları bir kitapta toplamak gibi bir düşüncemiz var, inşallah orada röportajın tamamını sunma fırsatı buluruz.   Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı başkanlığını yürütmekte olan hocamız, kaleme aldığı eserlerle İslâm’ın sahih kaynaklarından doğru bir şekilde öğrenilmesi için ve Müslümanları ifsat etmeye yönelik çalışmalara karşı etkili bir mücadele yürütmektedir. Hocamızın kaleme aldığı “114 Kod, Peygamber’in Düşünce Davranış Konuşma Atlası”, “Hadislerin Dilinden Hazreti Peygamber”, “Yaşayan Kur’an Hazret-i Peygamber”, “Hz. Peygamber’in Medeniyet Projesi & Saygı Medeniyeti” isimli eserleri, İslâm’ı anlama ve yaşama noktasında kafaların karıştığı bu dönemde, her Müslüman tarafından okunması gereken kitaplar olduğunu hatırlatmak isteriz. Sözü çok uzatmadan, siz kıymetli okuyucularımızı ilgiyle okuyacağınıza ve çok istifade edeceğinize inandığımız söyleşiyle baş başa bırakıyoruz.

SORU : Hocam, İslâm’ı yaşama noktasında her zaman kuldan kaynaklanan eksiklikler olabiliyor. Ama günümüzde, uygulamadaki bu eksikliğin yanında, sanki dini anlama noktasında da ciddi bir eksiklik ve hatta sapma söz konusu. Bu açıdan bakıldığında, Müslümanlar olarak nasıl bir durumdayız ve yanlışlıklar, eksiklikler nasıl düzeltilebilir?

CEVAP: Ciddi eksiklikler var gerçekten, bunu kabul etmek gerekir. Ancak Tanzimat sonrası fetret dönemini, cumhuriyet dönemini dikkate aldığımızda, şahsen iki konuda insanımıza haksızlık edildiğini düşünüyorum. Bir tanesi bu devirde yani yüzyıllık fetret döneminde insanımızın dini unutturuldu. İkincisi de milliyeti unutturuldu. Şuan insanımızda elhamdülillah bir dini yöneliş var, kendi kimliğini hisseden bir yöneliş var. Çoğu insanımız Türktür, kendini Kürt bilir, çoğu Kürttür kendini Türk bilir. Kimi Türktür kendini Gürcü zanneder, Gürcüdür kendini Türk zanneder. Çok mu önemi var der isen, tabi ki önemi var. Şimdi mensubiyetinizi bilmek ile bunların tarafgirliğini yapmak ve bunların daisi olmak, propagandisti olmak aynı şey değildir. Ben ırkçılığı ve etnik milliyetçiliği doğru bulmam, ama Türk milletine mensup olduğumu bilmekten büyük bir şeref duymaktayım. Çünkü geçmişimi biliyorum. Oğuz kültürüne mensup olduğumu biliyorum. Ama ne yazık ki bunu çok geç öğrendim. Yani bu yüz yıllık fetret döneminde insanların hem dininin unutturulduğu hem de milliyetinin unutturulduğu bir hakikattir. Bir kere bunu tespit etmek istiyorum.

Sonra şunu ifade etmem gerek: Bunu nasıl aşarız? 1) Bunu bilgilenmek ile aşarız. 2) Bildiklerimizi yaşamak ile aşarız. 3) Samimiyet ile aşarız. Çünkü din samimiyettir, din ihlastır, din içtenliktir. Din Allah’a ve Peygambere saygı ve sevgidir. Bunu bir kere kendi içinizde sindiremiyor iseniz,  bu temel meseleyi algılamıyor iseniz dindarlığı çok zor başarırsınız.

 Dindarlık bir gönül meselesidir, bir akıl meselesi değildir

Bakın, dindar olmak için yada dine muhatap olmak için, olmazsa olmaz şart akıldır. Akıl ne kadar önemlidir ne kadar önemsizdir tartışmasını yapmamak için bunu söylüyorum. Yani akıl o kadar önemlidir ki, aklınız olmaz ise din sizinle konuşmaz. Din sizi işte ağaç gibi, kuş gibi, ne bileyim bir bitki gibi masum bir varlık olarak kabul eder ve sizinle konuşmaz. Ama iman akıl ile mi olur dersen, hayır. İman akıl işi değildir, iman gönül işidir. Yani sevme, sayma, tâbi olma vs. Aklı son zamanlarda çok yücelttiğimizi düşünüyorum. Yani öyle bir akım var. Bakın dünyayı gezenler, felsefe tarihi ve felsefe okuyanlar, aklın nasıl bir cüce olduğunu fark ederler. Akıl öyle bir nesnedir ki, içinde bulunduğu kültürel, sosyokültürel, psikokültürel şartlardan etkilenen bir vakıadır, böyle bir kuvvedir. Düşünün şimdi Hindistan’da arabasının yolu üzerine yatmış olan bir ineği tanrı sayıp rahatsız etmemek için saatlerce bekleyen adam da akıl taşır; siz onu gördüğünüzde tebessüm ediyorsunuz, siz de akıl taşıyorsunuz.

            Akıl tek başına erdem üretmez

Dolayısıyla akıl dediğiniz nesne tek başına erdem üretmez. Akıl, üretilmiş vakıalardan, üretilmiş erdemlerden, üretilmiş faziletlerden, üretilmiş paradigmalardan hareket ederek bir takım tercihler yapar. Şimdi bakın batı toplumu ile şu günlerde pratik bir hadise yaşıyoruz. Suriye’den Türkiye’mize gelip sığınan 2-3 milyon Müslüman kardeşimiz var. Bizim aklımız ve vicdanımız ne söyledi bize; bunlar mazlum insanlardır, masum insanlardır, muhtaç insanlardır. Biz bu mülteci kardeşlerimize kapımızı açtık; ekmeğimizi, suyumuzu paylaştık onlarla. Bu, bizim taşıdığımız akıl. Batı nasıl bakıyor bu meseleye? Batı diyor ki, benim fert başına milli gelirim 40.000 $‘dır; oradan 1 milyon kişi gelirse 38.000 $’a düşecek. Ben 2 bin dolarlık düşüşü ne ile kapatacağım? O da akıl taşıyor. Dolayısıyla biz, tarihten ve inancımızdan getirdiğimiz erdemlerle aklımızı kullanıyoruz ve o erdemlerin sonucunda diyoruz ki: 10.000 $’lık gelirimizin 9.000 $’ a düşmesinin bir önemi yok, biz 1.000 $’ımızı onlar ile paylaşırız. Batı bu gözle bakamıyor bu meseleye.

Müslümanlar olarak yaşadığımız problemden kurtulmanın iki temel öğesi vardır: 1) Bilinçlenmek, okumak. 2) Samimiyetle bildiklerimize tâbi olmak. Dindarlığın 2 temel öğesi budur. Yoksa bana görelerle, benim kanaatime, benim fikrime görelerle din yaşanmaz. Din, münhasıran kitap ve sünnetten yaşanır. Altını çiziyorum; dini vahiy (kitap ve sünnet) inşa eder, akıl idrak eder.  Akıl din inşa etmez.

SORU: Hocam bir fetret devri yaşadık; Din unutturulmaya çalışıldı, yaşanması fiilen engellenmeye çalışıldı, bu doğru. Ancak şimdi nispeten okunduğu, öğrenildiği dönemde farklı bir sorun yaşamaya başladık. Yani geçmişin bütün birikimini nerdeyse bir kenara atan, sanki din yanlış anlaşıldı, yanlış uygulandı  biz şu anda doğru dini uygulayacağız şeklinde bir yaklaşım var. Buna nasıl bakmak lazım? Örneğin İslâm tarihinde müslümanlar arasında hadisi kabul etmemek gibi bir şey olmuş mudur?

CEVAP: Şimdi, evet bu günlerde yaşamış olduğumuz bu hususu gördükçe ben gerçekten ciddi teessür duyuyorum. Klasik İslam tarihine baktığınızda ve İslam’ın şaşalı zamanlarına, ihtişamlı zamanlarına baktığınızda sünneti bütünü ile inkâr eden tek bir ekole rastlamazsınız. Bakın çok net bir şekilde altını çiziyorum: Sünneti bütünü ile inkâr eden yani Kur’an bize yeter, sünnet gerekmez diyen bir tek ehli sünnet ekole rastlayamacağınız gibi, hiçbir ehli bidat ekole de rastlayamazsınız.

Ehli bidat ekoller bile kendi kurallarını koydukları bir takım standartlarla hadis ve sünneti kabul etmektedirler. Mesela mutezile, mütevatir haberi kabul ederim, demektedir. Bir ilke çizerim demektir. Bu manada sünnettin içinden pek çok davranış ile, söz ile bize intikal etmiş mütevatir sünnetin takipçisidir. Yani bu sözü söylemek ile önemli ölçüde elinde Kur’an kalmış olsa bile onun dışında Hz. Peygamberden bugüne gelen ezan gibi, namaz gibi pek çok mütevatir haberi aslında kabul ettiğini de ifade etmektedir. Dolayısıyla mutezile bir sünnet inkarcısı değildir. Sadece bir prensip koymuştur; mütevatir haberi kabul ederim demiştir. Mütevatir haberi kabul ederim iddiası aslında tamamen Kur’an-ı Kerim’i, kısmen de sünneti kabul ettiğinin açık deklarasyonudur. Şia da ehlibeyt kanalından ve Selman-ı Farisi gibi diğer bir kaç sahabe kanalından gelen hadisleri daha çok öncelediğini ifade etmektedir. Hakeza hariciler ve diğerleri de böyle. Dolayısıyla klasik İslam tarihinde ne bir ehli bidat, ne bir ehli sünnet mezhebinden hiçbirinin topyekün sünneti inkar ettiğini göremezsiniz.

            Sünnetin topyekün inkârı ilk kez İngiliz sömürgesi altında dillendirildi.

Bu moda İngilizlerin Hindistan’daki sömürgecilik zamanlarında ilk kez ehli Kur’an ekolüyle, Kur’aniyyun dedikleri okul ile kendini göstermiştir. Mirza Gulam Ahmet Kadiyani tarafından ortaya atılmıştır. Bu hareket, Kur’an’ı ve sünneti yeni baştan inşa etmek ve kendi görüşlerine ve fikirlerine göre bir takım önerilerde bulunmak ile beraber başlayan, sünneti topyekun reddetme manasında ilk sapkın harekettir. Dolayısıyla onun siyasal zeminlerini ve İngiliz etkisi ile yapıldığını artık bugün biz çok iyi biliyoruz.  İslâm’ın, Müslümanların onurlu duruşu, cihad gibi bir aksiyona sahip olmaları ve bunu bir ümmet bilinci haline getirmeleri batılıları çok korkutmuş ve bu bilinci yok etmek için bu tür şeyler, cüceler bulmuşlardır. Müsteşriklerin İslâm’a, Müslümanlara, Kur’an’a ve sünnete yönelttikleri eleştiriler zaman içinde moda haline gelmiş ve bugün de yerli müsteşrikler –maalesef yerli müsteşrikler- tarafından alınıp kullanılmıştır.

            Müsteşriklerin hadise yöneltmiş oldukları eleştiriler yerle bir olmuştur.

Ama şunun altını net bir şekilde çiziyorum: Müsteşriklerin İslâm’a, Müslümanlara ve özellikle hadise yöneltmiş oldukları eleştirilerin tamamı, bilimsel metotlarla, bilimsel yöntemlerle yerle bir edilmiş ve yüzlerine geri çarpılmıştır. Bakın bunu müsteşriklerin kendileri söylemektedirler; İslâm’a yönelttiğimiz, özellikle hadise ve sünnete yönelttiğimiz eleştiriler daha yüz yıl geçmeden yerle bir olmuştur, diyorlar. Ama bizim yerli müsteşriklerimiz bunu saklamaktalar ve hala bu sazı çalmaya devam ediyorlar.

            Nübüvvet ve Peygamber dinde mihenk taşıdır.

Şunu söylemek gerekir ki; nübüvvet (peygamberlik) ve peygamber, din söz konusu olduğunda mihenk taşı konumunda durmaktadır. Peygamberi, yani o nübüvvet taşını aldığınızda, yerinden oynattığınızda din buharlaşır. Neden? Çünkü Kur’an’ımız varsa peygamber olduğu için vardır. Çünkü Cibril sizin ile görüşmüyor, peygamber ile görüşüyor. Size Kur’an’ın Kur’an olduğunu Peygamber söylüyor. Nasıl yaşanacağı konusunu size Peygamber örnekliyor. Dolayısı ile Peygamber taşını, nübüvvet taşını yerinden oynattığınız zaman din buharlaşır. Yok saydığınız bir peygamberden sonra Kur’an’ı nasıl elinizde tutacaksınız? Dolayısıyla Kur’an peygamberi söylemi sahiplerine şu şekilde sesleniyorum: Kur’an Peygamberi, Kur’an İslâm’ı seslendirmesini yapanlar Kur’an’ı gerçekten bilmiyorlar; bütün samimiyetim ile söylüyorum.

SORU: Hocam Kur’an İslâm’ı deniyor, yani ihtilaflarımızı Kur’an’a götürüp, onun hükmüne göre çözeceğiz. Peki Peygamberin konumu, Peygamberi nasıl kabul etmemiz gerektiği meselesinde Kur’an bir şey söylemiyor mu?

CEVAP: Bakın biraz önce söylediğim cümleyi tekrar ederek bu sorunuzu tamamlayayım. Şimdi nübüvvet taşını oynattığınız zaman din buharlaşır dedim. Yani bunu herkes hemen empati yapıp görebilir. Peygamberinizi bir an olsun haşa yok sayın, elinizde ne kalır? Hiçbir şey kalmaz. Dinden bahsedemezsiniz. Haa bundan sonra bahsedeceğiniz mesele felsefi okuldur. Bakın din inşa etmek, felsefi okul inşa etmeye benzemez.

SORU: Hocam Peygamberleri reddetmiyorlar da….

CEVAP: Söyleyeceğim, söyleyeceğim. Sorduğunuz soruyu da kısmen tashih ederek cevaplamak istiyorum.  Ayet-i Kerim’e şudur: “Fe lâ ve rabbike lâ yu’minûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecera beynehum.” (Tartışmaya daldıkları konularda seni hakem kılıncaya dek ve senin verdiğin hüküme rıza gösterinceye dek gerçek mü’min olamazlar). (Nisa suresi: 65).

Kur’an’a gitmek değil, Peygambere gitmek. Dolayısıyla Kur’an’ı hakem kılmak değil, Peygamberi hakim kılmak var. Peygamber size ne olduğunu söylüyor. Burada iki şey var: Bir, Peygamber profilini yok sayamazsınız; iki, Peygamberin misyonu sadece Kur’an’ı seslendirip, alın buyurun, bunu siz istediğiniz gibi yapın demek değildir. Kur’an’ın örnek yaşantısını da size sunmakla mükelleftir. Dolayısıyla hakeminiz Peygamberdir, Kur’an değildir. Saptırmamak lazım. Fe lâ ve rabbike lâ yu’minûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecera beynehum. Kur’an’ı okumaya başladığınızda her satırında size Peygambere tabi olmayı önermektedir. Asla ondan vazgeçemezsiniz. Yani şöyle bir döngüye girersiniz: Nübüvvete sahip olmazsanız Kur’an’ınız olmaz. Nübüvvete sahip olduğunuzda Kur’an’ı elde edersiniz. Kur’an’ı okumaya başladığınızda da peygamberden vazgeçemezsiniz. Çünkü Kur’an size o kitabı getiren peygamberden vazgeçmeye asla müsaade etmez. Her satırında onda konuşmaktadır. Her ayetinde onunla konuşmaktadır. Her sayfasında yüzlerce işaret zamiri ile Peygambere hitap etmektedir. Onun üzerinden sizinle konuşmaktadır. Dolayısıyla bu, Peygamberin, nübüvvetin kıyamete kadar devam edeceğinin anlamıdır. O kendi asrındaki insanları aydınlattığı gibi bizi de aydınlatmaya devam etmektedir. Nasıl aydınlatmaya devam etmektedir? Bu ümmet, tarihin şahit olmadığı bilgi aktarma yöntemleri ile hem Kitap’ı, hem de sünneti bize aktarmıştır.

            Kur’an, yazıldığı için değil, yüzbinlerce müslümanın gönlünde, zihninde muhafaza edildiği için mütevatir olmuştur.

Ben bu konuda konuşan insanların çoğunun çok cahil olduğunu düşünmekteyim ve öyle görmekteyim. Bunu altını çizerek söylüyorum; yazı İslâm geleneğinde oldukça önemli bir yerde durmakla beraber tek başına güven unsuru olmamıştır. Onun için birebir hoca talebe münasebeti yerine yazı ikame edilmemiştir. Şu konudaki yapılan yanlışa da hemen kısaca değinmek isterim. Hadis meselesi konuşulduğunda hemen Kur’an’ın yazılması meselesini gündeme getirirler. Bir kere şu doğru değildir;  Kur’an’ın mütevatirliği yazılmış olmasından kaynaklanmıyor. Kur’an yüzbinlerce müslümanın zihninde, gönlünde muhafaza edildiği için mütevatir olmuştur. Onun için de Kur’an-ı Kerim’i yazı ile irtibatlayarak onun mütevatir olduğunu ileri sürenler için iki şey söylenebilir; ya cahildirler, ya da hain ve yalancıdırlar.

Müsteşrikler sinsi bir oyun kurguluyorlar

Bu konuda müsteşrikler de sinsi bir oyun kurguluyorlar. Diyorlar ki; Kur’an’ı Kerim yazılmıştır, onun için Kur’an mütevatirdir. Kur’an’ı kabul etmiş görünüyorlar. Yumuşak bir zemin oluşturuyorlar. Yazım konusu üzerinden sünneti katakulliye getirmeyi, tartışmaya açmayı hedefliyorlar. Sünneti tartıştıktan sonra Kur’an’ın inmesi meselesini bitireceklerini düşünüyorlar. Ama aynı müsteşrikler diğer taraftan neyi tartışıyorlar biliyor musunuz? Yazının o günlerde gelişmiş olmadığından dolayı sünnet literatürünün yazılmaya müsait olmadığını. Kur’an’ın yazılmasına müsait olan yazı, ki Kur’an’da çok garip kelimeler vardır, ne hikmetse sünnetin yazılmasına müsait olmuyor. Tabi bu iddiaları tamamen yalandır. Tarihi kaynaklara bakın, Arap cahiliye döneminde de pek çok yazışma ve antlaşma görürsünüz. Hz. Peygamberin yaşadığı dönemde Mekke, kozmopolit bir kültürü ifade eden İpek yolu güzergahında bulunan, önemli kültürlerin buluşma noktasındaydı. Biz bunu Ebrehe’nin, Kâbe’yi yıkmaya kastetmesinden de anlıyoruz. Yani modern dünyanın krallarını bile kıskandıracak kadar önemli bir gelişme ve cazibe merkeziydi. Sırf bu cazibesinden dolayı yıkmak istiyordu. Orada pek çok antlaşmalar yapılıyordu. Katipler var, yazanlar var, noterler var. Dolayısıyla bu, son derece komik bir iddiadır.

SORU: Hocam hadisler ve hadis rivayetleri konusunda, daha doğrusu rivayetlerin güvenirliği hususunda belirli çevreler bulanık ve belirsiz bir tablo çiziyorlar. İşte hadisler gelmiş ama, nereden biliniyor bunların sahih ve güvenilir olduğu gibi bir algı oluşturuluyor. Bu konudaki gerçek nedir? Gerçekten bu rivayetler konusunda emin olamayacağımız bir belirsizlik ve bulanıklık söz konusu mu?

CEVAP: Bakın! Bu konuda bizim elimizdeki, yani halkın elinde ve dilindeki malzeme aysbergin görünen tarafı bile değildir. Elimizde ne var? Buhâri var, Müslim var, Riyazu’s-Sâlihîn var. Böyle üç beş tane hadis kitabı var. İnsanlar bunlardan bir şeyler okuyor ve bunların üzerine fikir inşa ediyorlar. Halbuki o kitapların isnatları üzerine, ravileri üzerine, çelişkili gibi, mütearız gibi görünen rivayetleri üzerine yazılmış öyle bir külliyat var ki, onu gördüğünüz zaman bir açıdan ürküyor, ürperiyorsunuz, bir başka açıdan hayranlığınız artıyor. Mesela Buhâri’nin kitabı, bir cilde sığdırılabilecek, işte üç ciltlik bir kitaptır. Ancak onunla ilgili yazılanlara bakın! Bab başlıklarına ait kitaplar yazılmış, ravilerine ait kitaplar yazılmış. İçindeki tartışmalı rivayetlerle alakalı kitaplar yazılmış. Aynı şekilde Kütübü’s-Sitte’deki isnatlar, raviler, hadisler hakkında yazılan kitapların hepsini cilt olarak topladığınızda 500.000 cilde ulaşacak bir literatüre sahip oluyorsunuz. Yani sizin elinizde küçücük bir kitap olarak görünen kitabın arka planına baktığınızda muazzam bir külliyat ortaya çıkıyor. Dikkat edin bu muhteşem külliyat, sadece bir alanla ilgili.

                        Raviler bütün yönleriyle detaylı olarak araştırılıyor ve biliniyordu.

İmam Buhâri, Sahih’ini ömrünün sonlarına doğru tamamlıyor. Bu kitabından önce 3 tarih kitabı yazıyor: Tarihu’l-Kebir, Tarihu’s-Sağir ve Tarihu’l-Evsat. 10 küsur ciltlik bir tarihtir, Buhâri’nin Tarihu’l-Kebir’i. Bu kitapta ravilerin kimliği, kişiliği hakkında bilgi veriyor. Bütün coğrafyayı ve ülke kaynaklarını tarayarak yapıyor bunu. Ve ravileri her yönüyle inceliyordu. Aynı şekilde diğer hadis alimleri de ravileri o kadar detaylı araştırıyor ki; kimdir, nerede yaşamaktadır, nerede doğmuştur, hangi bölgelere bilim almak için hicret etmiş, kişisel temayülleri nelerdir, nelere zaafı vardır, nelere ilgisi vardır, yalan söyler mi,  öfkeli biri midir yada değil midir, mizahi yapısı var mıdır, hafif meşrep midir?... Bu adalet sahibi midir? Buradaki adalet hukuktaki adalet değildir, Bir ravinin İslâm dini açısından güvenilirliğini ifade eden bir kavramdır.

Neyi tartışılır bu güvenilirliğin içinde? Bir kere müslüman mıdır? Doğru sözlü müdür? Siyasi ve fikri ve mezheplere ilgisi var mıdır? Şia’ya mı mütemayildir. Harici midir? Mutezile midir? Hangi konularda neyi söylemektedir? İtikadi açıdan nasıl düşünmektedir? İtikadi açıdan nasıl düşünürse düşünsün kendi fikri ve itikadı için yalan söyler mi?... İhtisas alanları nelerdir, hocaları kimlerdir, hocalarının ihtisas alanları nelerdir, kaç hadis rivayet etmiştir,  Bütün bu konuları o kadar detaylamasına araştırmışlar ki yani bunlara dair milyonlarca eserimiz var.  Milyonlarca diyorum bakın milyonlarca eserimiz var. Yani ben, hayatımdaki kazandığım paranın, önemli bir kısmını bir kütüphane oluşturmak için verdim. Koca bir evi dolduracak kadar bir kütüphaneye sahibim. Ama bu kütüphanem İslâm literatürü ile mukayese edildiğinde %1 mesabesindedir. 

            Hadis uydurup bunu kabul ettirmek neredeyse imkânsızdır.

Dolayısıyla herkesin bilgi ve becerileri, bilim dünyasında çok iyi bilindiği, kayıt altına alındığı için, nesilden nesile aktarıldığı için, rivayetlerin uydurulması neredeyse imkânsızdır. Uydurulan rivayetleri de hemen deşifre ediyorlardı. Sadece Hz. Peygamberden gelmeyen uydurma rivayetleri deşifre etmekle kalmamışlar, Peygamberimizden gelen sahih hadislerin uydurma isnatlarla yapılan rivayetlerini bile deşifre etmişlerdir.  Mesela “Ve men kezebe aleyye müteammiden felyetebevve` mak`adehû minen-nâr.” (Kim bilerek bana yalan isnad ederse cehennemdeki yerine hazırlansın) hadisi şerifi mütevatir bilinen bir hadisi şeriftir. Bu hadisi şerifin farklı isnatlarla uydurulmuş olarak gelenleri de vardır. Bakın neyi ifade etmek istiyorum; yani mütevatir bir hadisi şerif, yüzlerce tarikten mütevatir olarak geldiği tespit edildiği halde, kaynaklarda bu hadis (rivayet) mevzudur  (uydurmadır) diye yazıldığını görürsünüz. Bu ne demektir? Bu isnad ile uydurulmuş olarak gelmiştir. Onun için ulemanın gözünden hiçbir şey kaçmamıştır. Kaçması da mümkün değildir.

SORU: Hocam hadislerin güvenilirliği hakkındaki tablo bu kadar berrak ve güvenilir olduğu halde bugün bazılarının hadisler hakkında yüksek sesle şüpheler üretmesini nasıl açıklarız? Sadece bilgisizlik mi?

CEVAP: Sadece bilgisizlik ile açıklayamayız. İki şey ile açıklayabiliriz: 1) gerçekten cehaletleri, ki bu da iki sebebe dayanır: Birincisi İslâm’ı müsteşriklerin rahle-i tedrisinde öğrenemezsiniz.  İslâm’ı ve Kur’an’ı Peygamberin (sav) dizinde ve izinde yaşarsınız ve öğrenirsiniz. Yoksa halis muhlis Yahudi olan Goldziher’den İslâm’ı öğrenemezsiniz. Ama bunlar gidip onlardan aldıklarıyla, müsteşrik gözüyle İslâm’ı değerlendiriyorlar. İkincisi kendi ana kaynaklarını bilmiyorlar. 2) Ben ne yazık ki bunu da söylemek istiyorum; dine, Peygambere hiçbir şart şurt ileri sürmeden, samimiyetle tâbi olmak gerekir. Bu da ben Kitab’ın ve sünnetin dediği çizgide adam olmaya karar verdim demektir. Yani siz kendi yaşantınızı meşrulaştıracak bir vaftiz müessesi arıyorsanız samimi dindar değilsiniz. Samimi dindarlık, “bilâkaydüşart” (hiçbir şart ileri sürmeden) kitap ve sünnete teslim oldum, onun dediğini yapacağım demektir. Onlar sizin mihmandarınız olacak. Onların peşinde yürüyeceksiniz. Siz önde yürüyeceksiniz kitap ve sünnet peşinizden gelecek bu müslümanlık değildir.

            Sünnete yöneltilen tenkitler arka planlıdır.

Ve açıkça söyleyeyim sünnete yönelen tenkitlerin hiçbirisi samimi değildir, hepsi arka planlıdır. Arka planı da şudur: Önce sünnetin hesabını görelim, Kur’an’ın işini bitirmek daha kolaydır. Bakın bunların pek çoğunun örneğini de görüyoruz. Ortalıkta dolaşan bir sürü insan var. Kur’an bugün nazil olsaydı muhtevası ne olurdu diyenlerden alın da Kur’an’daki bazı ayetler değiştirilmelidir diyenlerine kadar bir sürü insan var. Bunu söyleyen insanlar kelimeyi küfrü izhar etmekteler ve bunların hiçbirisi dindar değildir. Dinle falan alakaları yoktur. Bunların yapmak istediği şeye bugün itibarı ile biz bir felsefi okul oluşturuyorsunuz diyebiliriz. Tarihteki felsefi okullarından biridir. Ama din değildir.

SORU: Hocam bir soru da şahsınızla ilgili soralım,  Ali AKYÜZ’ün yetişmesinde neler etkili olmuştur, Ali AKYÜZ’ün farklı bir yönü var mıdır, biraz bundan bahsedebilir misini?

CEVAP: Bu benim için sorduklarınız içindeki en zor soru oldu. Diğer soruları büyük bir keyif ve zevkle cevaplandırdım. Kendimden çok bahsetmek istemiyorum. Sadece iki şey söyleyeyim. Birincisi çocukluğumda; beni inşa eden, çok etkileyen, çok duygulandıran bir şey olmuştu. Beş yaşlarındaydım, hâlâ zor hatırlıyorum. Babacığımız ile kışlık odun hazırlamak için ormana giderdik. Çok erken kalkardık.  Ormana gireceğimiz zaman tam güneşin doğma zamanı olurdu. Tam bir sessizlik içinde yada garip kuş sesleri ile böcek seslerinin birbirine karıştığı mistik bir hava içinde ormana dalarken, babacığımız bir ilahi tuttururdu. Çok güzel bir sesi vardı: “Araya araya bulsam izini, izinin tozuna sürsem yüzünü, hak nasip eylese görsem yüzünü, ya Muhammed canım arzular seni.” Bunu ağlayarak, yüksek sesle ve çok samimi bir şekilde söylerdi. Ben küçük dünyamda, kendi zihnimde “izinin tozuna yüzünü sürmek istediği acaba kim” diye merak ederdim. Bu benim dinimi ve samimiyetimi inşa eden tabloydu bunu çok önemsiyorum ve bu benim ruhumun derinliklerinde yatan samimiyetimi temsil etmektedir diye düşünüyorum. İkinci olarak, ben beşerim, kusurum olabilir, ama benim dilimden dökülenler ile kalemimden dökülenler konusunda kimsenin bana haksız bir ithamda bulunma hakkı olmaz. Ben otuz yıl önce yazdığım kitabın fikrini bugün de savunuyorum. Birileri gibi on yıl önce yazdığı fikirleri, ya sen hâlâ orada mısın? gibi gerekçelerle değiştirmem. Yani Ali Akyüz’ün samimiyeti ve dilinin doğruluğu konusunda bir farkı olması konusunda çaba sarf ettiğini söyleyebilirim. Ne siyasal zeminler benim dilimi bozar, ne de siyasal zeminlere mesaj vermek için hak ve hakikati söylemekten geri dururum. Siyasetin hoşuna gitmeyen fikirler de söylerim, siyasetin hoşuna giden fikirler de söylerim. Bu benim Siyaseti baz aldığımdan dolayı değil, elimdeki Kitap ve sünnet verilerine göre konuşuyor olmamdandır. Söylediklerim bazen onların hoşuna gider bazen gitmez benim umurumda değildir.

Hocam, bize zaman ayırdığınız ve çok müstefid olacağımız bilgiler verdiğiniz için İKRA Derneğimiz ve okuyucularımız adına teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ediyorum, İKRA Derneğini biliyorum, Emin abiyi [Kurucu başkanımız Av. Emin Atalay] tanıyorum. Sizleri güzel işler yapan bir ekip olarak biliyorum. Esasen uzun süredir hiçbir programa katılmıyor, hiç kimseye röportaj vermiyordum. Bu röportaj bunun istisnası oldu.

Hocam bu dönemde asıl sizin ve sizin gibi olan hocalarımızın meydana çıkması ve konuşması gerekir diye düşünüyoruz. İnşallah bu röportaj bir istisna değil, yeni bir başlangıç olur.

 

Röportaj: Halil Kendir – Hakan Uluç