Siyer Vakfı Kurucusu
Muhammed Emin YILDIRIM:
İKRA: Hocam kelime-i şehadet getirerek müslüman olan, yani Allah’ın emir ve yasaklarına uyacağını taahhüt eden Müslümanların bu taahhütleriyle, fiilen yaşadıkları hayatları arasındaki uyumu nasıl değerlendiriyorsunuz? İsterseniz önce bunu tespit ederek başlayalım.
Muhammed Emin YILDIRIM: Bismillâhirrahmânirrahim. “Kelime-i Şehadet” dediğimiz o kelime-i tayyibe, bizim İslâm’a giriş cümlemizdir. Biz o cümle ile aslında çok önemli şeyler söylüyoruz. Her ne kadar şu anda tam olarak ne söylediğimizin farkında olmasak bile, işin bidayetinde, yani Asr-ı Saadet dediğimiz o dünyada, birileri o kelimeyi söyledikleri için candan, maldan vazgeçtiler; birileri de o kelimeyi söylemedikleri için küfür üzere, imansızlık üzere yaşayarak hayatlarını sonlandırdılar. Şu anda belki çok rahat olarak söylediğimiz bu cümle, o gün için ağırlığı olan bir cümleydi. Elbette cümlenin ağırlığından bir şey kaybolmadı, ama şu anda biz o cümleyi, içeriğini tam olarak anlamadan söylüyoruz.
Netice olarak söylediğimiz bu cümleyle, Allah’tan başka bütün ilahları reddetmiş, inkâr etmiş oluyoruz. Ki bu ilahlar sadece miladı altıncı yüzyılda taştan, tahtadan yapılmış, adı Lat, Uzza, Menat olan putlar değildir. Oradaki “lâ ilâhe”nin kelime manası Allah’a ait alanları paylaştığınız her şeydir. Bu bir ideolojidir, bu bir makamdır, bu bir mevkidir, bu bir şandır, bir şöhrettir veya başka bir şeydir. Allah’a ait alandan gasp edilmiş ne varsa, işte bunların izalesidir. O izale, o nefy yapıldıktan sonra “illallah” denir ve sadece Allah, yüzde yüz Allah denilerek bu iş tamamlanmış olur. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz’in (sav) de son peygamber olarak, önce “abd” (kul), arkasından da resul olduğu itiraf edilmiş olur.
Dolayısıyla bu cümleyi bilinçli bir şekilde söyleyen bir insanın, bu cümleyi söylemeden önceki hayatıyla, sonraki hayatı arasında dağlar kadar fark vardır. O sözü söylediği andan itibaren yepyeni bir hayatın, yepyeni bir ufkun, yepyeni bir mükellefiyetin içerisine girmiş olur. Çünkü İslâm ailesinin içerisine girdiği zaman Allah o insana sorumluluklar yükler ve o sorumlulukları da yerine getirmesini ister. Çünkü artık o bir müslümandır ve müslümanın inanç esasları da bellidir. Müslüman olarak imanın getirdiği sorumlulukları yerine getirmek için de en üst düzeyde adımlar atmak zorundadır.
İKRA: Bu çerçevede, bu günkü Müslümanların hayat pratiği ile bu sözün gerekliliklerini kıyaslarsak ortaya nasıl bir manzara çıkmaktadır?
M.E.YILDIRIM: Manzaranın çok iyi olmadığı hepimizin malumu. İşte bugün insanlık ailesi içerisindeki iki milyarlık bir kesim kendisini müslüman olarak tanımlıyor. Elbette biz kimsenin imanını sorgulayacak değiliz. Tekfir dediğimiz şeyi biz tekfir etmeliyiz. Tekfir asla bir müslümanın başvuracağı bir şey değildir. Ama dönüp kendimize baktığımız zaman, etrafımıza baktığımız zaman şunu çok rahat bir şekilde görebiliyoruz: Eğer biz bu kelimeyi istenilen oranda söylemiş olsaydık, bu gün inanç noktasında bu kadar çözülme yaşamazdık. Ahlâki zafiyetler bu kadar fazlalaşmazdı. Aramızda olması gereken sevgi, kardeşlik bağı bu kadar dejenere olmazdı ve müslümanlar bu zillet tavrına düşmezlerdi. Çünkü Allah’ın vaadi haktır ve o vaad çok net bir şekilde ortaya koyuyor ki, her kim Allah’ın dinine hakkıyla yardım ederse Allah da onlara yardım edecektir. Bu, ilâhi bir düsturdur. Ama şu anda bize inayet kapıları kapanmış vaziyette. İnayet kapılarının kapanmasının en önemli sebebi de gerçek manadaki imanın gerektirdiği sorumluluğun yerine getirilmemesidir. Onun için yapılması gereken, kendi ferdi bazımızdan başlayıp etrafımızdaki bütün insanlara, sesimizi sözümüzü dinleyen bütün insanlara yeniden o iman hakikatlerini anlatmak ve tekrar onları hayata hakim kılabilecek şekilde anlaşılmasına katkı sağlamaktır. Aynen ayet-i kerimenin dediği gibi: “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin.” (Nisâ suresi: 136). Evet, bu yeniden iman edin ilâhi fermanının gereği olarak, sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi imanla irtibatımızı sağlamlaştırmak durumundayız.
İKRA: Hocam ifade ettiğiniz gibi, Müslümanlar açısından yapılması gerekenler ile yapılanlar arasında büyük farkların olduğu görülüyor. Peki, imanın yüklediği sorumlulukları yerine getirmemenin ne gibi gerekçeleri bulunuyor? Müslümanları Allah katında kurtaracak mazeretler var mıdır?
M.E.YILDIRIM: Vallahi bu işin bahanesi yok. Çünkü ne söylerseniz söyleyin netice itibariyle Allah, evrensel bir mesajla imanı bize bir sorumluluk olarak yükledi. Yani şöyle bir şey yok; miladî 6. asırda Mekke’de Medine’de yaşayanların sorumlulukları şunlar da, 21. asırda İstanbul’da Ankara’da yaşayanlar biraz daha iskontolu bir biçimde bu dini yaşayabilirler, iman esaslarından bazılarından muaftırlar… Böyle bir şey yok. Biz Kur’ân’a iman etmiş insanlarız. Peygamber Efendimizin (sav) beyanları ve uygulamaları çok net bir şekilde önümüzde duruyor. Bizler dinden bir iskonto yapma hakkına sahip olmadığımız gibi, dine zam yapma hakkına da sahip değiliz. Malum en son inen ayet, Maide suresinin 3. ayeti çok önemli bir hakikati bizim nazarlarımıza veriyor: Din kemâle erdi, nimet de tamamlandı. Artık bu dinden ne bir şey çıkacak, ne de bir şey eklenecek.
Hal böyle olunca, dünya 50 asır sürse, 100 asır sürse, ilk günkü sorumluluklar ve mükellefiyetler nelerse, son günkü sorumluluklar ve mükellefiyetler de aynı olacak. Tabi biz gücümüz nispetindeki şeylerle sorumluyuz. Tâkatimizin üzerindeki şeylerden elbette Allah bizi sorumlu tutmayacak. Ama bugün mesela helal haram konusunda yaşadığımız problemler, ahlâk konusunda, adalet konusunda yaşadığımız problemler, hâk hukuk konusunda yaşadığımız problemler –ki buna Allah’ın hakkı giriyor, bedenin hakkı giriyor, akrabaların hakkı giriyor, komşuların hakkı giriyor…- ciddi bir biçimde bizim o bahanelere sığınmamızdan kaynaklanan şeyler.
Şöyle bir algıdan da kendimizi kurtarmak zorundayız: Allah korusun -anlaşılması için bu örneği verelim- sabah kalktık ve bir felaket sonucu iki milyarlık İslâm âleminin bir kişi dışında bütün fertlerinin tamamı ölmüş olsa ve karşısında altı milyarlık ehli küfür bulunsa, o müslümanın imanî sorumlulukları yine değişmiyor. Yani bu durumda biz, Allah’ım bütün müslümanlar öldü, altı milyarın karşısında ben tek başıma kaldım, onun için bu sorumlulukları benden kaldır desek, kaldırmıyor. Namaz yine aynı namaz, oruç yine aynı oruç, hac yine aynı hac, biraz önce söylediğimiz hak hukuk meselesinde de istenilenler yine aynı. Onun için bu işin insan sayısıyla falan alakası yok. İmtihanlar değişebilse bile bu evrensel mesajları olan dinin, son güne kadar kendine mensup olanlardan istediği sorumluluklar var. Dolayısıyla bu işin bahanesi yok. Ne söylersek söyleyelim, işte bütün insanlar kötü oldu, bizde onlara uyduk dediğimiz zaman Allah katında yine kurtaramıyoruz. Çünkü sorumlulukları yerine getirmek bizlerden ferdi olarak isteniyor. İman dairesine kelime-i şehadeti söyleyerek giriyoruz. “Eşhedu” diyoruz, yani “ben şehadet ederim…” diyoruz. Dolayısıyla ferdi sorumluluğumuzu yerine getirme noktasında hiçbir bahane bizi kurtaracak bir bahane değildir. Bahanelere sarılmak gibi bir lüksümüzün olmadığının bilincinde olmamız gerekir.
İKRA: Bahaneler konusunda daha çok zorluklar ve imkânsızlıklar ileri sürülüyor. İşte bir müslümana, inancının bir gereği olan şu şu hususları niçin yapmıyorsun, şu şu yasaklardan niye kaçınmıyorsun dendiğinde, genelde yaşadığı zorluklardan ve imkânsızlıklardan bahsediyor. Bu kapsamda İslâm’ı yaşamak, imanî sorumlulukları yerine getirmek, belirli şartların ve imkânların varlığına mı bağlı?
M.E.YILDIRIM: Tabi bu söylemin hiçbir geçerliliği yok. Hz. Ömer’in çok güzel bir sözü vardır. Diyor ki Hz. Ömer, “sabır ile şükür iki deve gibidir; ben bunlardan bir tanesine bineyim de hangisine binersem bineyim.” Eğer Allah bizi yoklukla imtihan ederse biz sabır devesine bineriz. Bizi varlıkla imtihan ederse, biz şükür devesine bineriz. Varlıkla imtihan edildiğimiz zaman bazı şeyleri ortadan kaldıramayacağımız gibi, yoklukla imtihan edildiğimiz zaman da bazı şeyleri iptal edemiyoruz. Çünkü bizden istenen şeyler gücümüzün nispetinde olan şeyler. Allah zaten gücümüzün üstündeki şeyi bize yüklemez. Sünnetullah dediğimiz yasalarında böyle bir şey yok. Eğer bir insan olarak ancak 80 kilo taşıyabiliyorsam, Allah’ın bana yüklediği o kadardır. Hal böyle olunca, özellikle kendi yaşadığımız zemin için söyleyeyim, biz aslında daha çok nimetlerle imtihan oluyoruz.
Şu anda bizim en büyük imtihanımız rehavet. Tembellik, rehavet öyle kaplamış ki hayatlarımızı, bir şeyler yapma konusunda bir isteksizlik, bir şevksizlik var üzerimizde. Öncelikle kendimizi bu durumdan kurtarmamız gerekir. Şöyle doksanlı yılları, seksenli yılları hatırladığımızda, çok daha imkânsızlıklar içinde olduğumuzu görürüz. İşte cep telefonlarımız yoktu, altımızda arabamız yoktu, çok daha küçük evlerde yaşardık… Ama buna rağmen haftanın kaç günü sohbetlere katılır, bu sohbetlerden istifade etmeye çalışırdık. Hem de kilometrelerce yürüyerek veya minibüslere, otobüslere inip binerek. Yaşı biraz daha büyük olanlar, çok daha fazla talebelerle ilgilenirlerdi… O zamanki imkânların azlığına rağmen yapılan işler daha fazlaydı.
Bugün elhamdülillah daha fazlasına sahibiz. Allah hak etmememize rağmen nimetlerini üzerimize yağdırıyor -inşallah bize rağmen kesmesin o rahmetini üzerimizden- bizim de buna karşılık daha fazlasını yapmamız lazım. Şu anda insanımız daha fazla iman hizmetine, ilim hizmetine, ahlâk hizmetine muhtaç. Çünkü yaşadığımız zeminde çok da içimizi serinletecek bir manzara yok. Şu anda gençlerimizin büyük bir bölümünde inanç problemi var. Büyük bir bölümünde ahlâki zafiyetler var. Büyük bir bölümünde, ne yazık ki kendi kültürümüzün yansıtmadığı haller var. İşte bu insanlara uygun bir üslupla, uygun bir usulle unut