Merve KAVAKÇI (Fazilet Partisi Eski Milletvekili, Akademisyen – Siyasetçi)

Merve KAVAKÇI (Fazilet Partisi Eski Milletvekili, Akademisyen – Siyasetçi)

Merve KAVAKÇI (Fazilet Partisi Eski Milletvekili, Akademisyen – Siyasetçi)

Kendinizi tanıtır mısınız?

İsmim Merve Kavakçı İslam Ankara’da doğdum. Hayatımın bir kısmı Ankara’da geçti, bir kısmı da annem ve babamın üniversitede akademisyen olmaları nedeniyle Erzurum’da geçti. Mesleki anlamda tahsilime Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde başladım. Ancak orada iki sene kadar eğitimime devam edebildim. Türkiye’deki başörtüsü yasağıyla hayatı şekillenen, hayatı değişen, hayatı savrulan ailelerden birinde büyüdüm. Ankara Üniversitesi’ndeki eğitimimi başörtü yasağı sebebiyle tamamlayamayınca ailecek ABD’ye göç ettik. Orada bilgisayar mühendisliği okudum. Sonra ülkeme döndüm, ancak başörtülü bir bilgisayar mühendisi olarak yine çalışamadım. Bu sorunların çözülmesi gereken yerin siyaset olduğuna inandığımdan, dönemin İslamî hassasiyetlerine sahip bir partisi olarak kabul edilebilecek Refah Partisi’nde çalışmaya başladım. Gönüllü 200.000 kadın neferden biri olarak Kadın Komisyonu’nda Dış İlişkiler Başkanlığı görevini yürüttüm. Partinin kapatılmasından sonra, siyasetteki çalışmalarıma Fazilet Partisi’nde devam ettim. Daha sonra siyasete aktif olarak girdim.

Türkiye Cumhuriyeti’nde seçilmiş ilk başörtülü milletvekili oldum, ama yine başörtüm, mecliste ve beni seçen halkı temsil etmeme bir engel olarak kaydedildi. Kendimi tekrar ikinci ülke olan ABD'de buldum. İkinci defa Harvard Üniversitesi’nde master yaptım, siyaset bilimi mastırı. Arkasından George Washington Üniversitesi’nde siyaset bilimi okutmaya başladım, halen okutmaktayım. Kısaca “Merve Kavakçı İslam kimdir?”, diye sorarsanız, cevabım “bir Müslüman” olur. Tek ve ilk vereceğim cevap bu olur. Bundan sonra hayatı Türkiye’de ve ABD'de şekillenen bir kadınım, bir anneyim, bir eşim ve her müslümanın olması gerektiğine inandığım gibi bir siyasetçiyim.

Türkiye’de “İslamcılık Hareketi” denilince ne anlaşılıyor?

İslamcılık siyaseti dersi veren bir hocayım. İslamcılık denilen şey aslında bir Batı üretimi. Batı bilgi üreticilerinin uydurduğu, ortaya koyduğu bir kelime. Kelimenin mentolojik olarak gerisine baktığımız zaman gördüğümüz şey, “İslamcılık” denen şeyin, İslami kültürlerin içinden çıkan bir şey olmadığına, dışarıdan oluşturulmuş ve İslam dünyasını tasvir etmekte kullanılan bir şeydir. Bu İslam’ın siyasi alandaki aksi. Aynaya yansıyan aksi. Siyasi alandaki İslam’ı yansıtmaktadır. İslamcılık denilen kelime Batı’da siyaset anlamındadır. Bugün literatüre baktığımızda, uluslararası literatüre baktığımızda “Siyasal İslam”ın ve “İslamcılık”ın aynı anlamda kullanılması gerektiğine inanlar da var. Hiç kullanılmaması gerektiğine inananlar da var. İçten üretilen, İslam toplumlarının kendi bazı aktivitelerini anlamlandırmak için oluşturulan bir kelime değil. Dışarıda oluşturulmuş, bir miktar da oryantalist değerler çerçevesinde. Sanki bir mikroskop altında bir maddeye bakarcasına oluşturulan bir kelime olup, onun anlamıyla da İslam toplumunu tam izah edemeyen kavram olduğunu düşünenler var. Aynı zamanda İslamcılık ve Siyasal İslam’ın aynı manaya geldiğini ve böyle kullanılması gerektiğini kabul eden geniş bir kitle de var.

Öyle ya da böyle İslamcılığı kelime olarak düşünürsek İslam’ın siyasi yüzü olarak kabul etmek durumundayız. Diyelim ki, öyle kabul ediyoruz sorduğunuz sorunun cevabı şu olur. İslam “siyasal” veya “İslamcılık” kavramına baktığımda onu öğrencilerimle tartışmaya açacağım konulardan biri. Aslında siyasal İslam bir bilinenin tekrar ilanı, gereksiz bir pekiştirme içeren aynı şeyin iki defa ifade edilmesi olarak düşünüyorum. Bundan kasıt şu:

İslam zaten siyasettir. İslam’ın siyaset gibi bir kavramla ünlenmesidir. İslam ekonomidir, İslam kültüreldir, siyasidir ve siyasi ve siyasal olmayan bir türü içinde kapsar. Ancak İslamcılık kelimesi Batı tarafından oluşturulduğu için, seküler bir gelenekten geldiği için bunun temelinde hıristıyanlığın içinde bulundurduğu reformasyon prosedürü ve sekülerleşme tecrübesinden geçmiş olması yatar. Bu iki alanın da zihin yapıları seküler ve nanseküler, laik ve laik olmayan alanlar olarak birbirinden ayırt edildiğinden zihinler kompartımanlara ayrılabildiğinden dünyaya bakışları bu şekilde. Ki, burada baktıkları din “İslam”, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi benzer bir reformasyondan, benzer bir aydınlanma prosedüründen, benzer bir sekülerleşmeden, protestanlaşmadan geçebileceği düşüncesinde. Kendi dinlerini mukayese edip bu dinin bizim dinlerimizden farkı, hristiyanlıktan, yahudilikten farkı nedir? diye düşünüyorlar. Bir Budist de siyaseti din adına yapabiliyor, o zaman biz bunu “siyasal din” olarak adlandırabiliriz diyorlar. Hata burada. İşte yapısal bir sorun var.

Türkiye’de İslamcılık, yani İslamiyet’in siyasette olmaması, karıştırılmaması yönündedir ve müslümanın siyasete karışmaması gerektiği yönündedir. Buna antitez olarak üretilmiş ve İslam’ın siyaset içindeki köklerini tekrar canlandırmak ki, o kökler ordadır, İslam’ın içinde mevcuttur. Ama onların canlandırılması gerekir, topluma tekrar sunulması gerekir. Bunu sağlayan hareketin adı Türkiye’deki İslamcılık ve biz baktığımızda tabi Türkiye’de de, İslamcılık hareketi tecrübeleri olan diğer ülkelerde de gördüğümüz gibi İslamcılığın milliyetçilik dediğimiz geniş bir kavramla hiç de uyuşmayan veya çok da İslami olmayan bir kavramla iç içe, grift halde ilerlediğini görüyoruz. Yani İslam dünyasındaki İslamcılık hareketleri her zaman için biraz milliyetçidir. O milliyetçilik kanadı da aslında İslam’ın o siyasi yüzünün ortaya çıkmasına ket vurmaktadır, engellemektedir diye düşünüyorum. Tabi köklerine de baktığımız zaman 63 senelerine rastlayabiliriz diye düşünüyorum. Türkiye çerçevesini düşünürsek Müslüman Türkiye’nin özüne dönme gayreti içerisinde siyasi sorumluluklarının farkına varmasıyla gelişen 3-5 iyi adamın başlattığı bir heyet siyasal İslam.

İslamcılık nasıl gelişti ve nereye doğru gidiyor?

Kendi içinde evrilen bir hareket İslamcılık. Bu sadece Türkiye’de değil, her yerde. Bir miktar konjonktürel olarak gelişen, bir miktar içten içe. O içten gelişen zihin yapısıyla alakalı yani. Müslümanların oturup, evet bizim sadece ekonomik, sosyal anlamda sorumluluklarımız yok, aynı zamanda siyasi anlamda da sorumluluklarımız var. Eğer hem yatay hem dikey anlamda İslam’a bakarsak kişiyi bağlayan namaz, oruç, hac gibi sorumlulukların dışında da sorumluluklarımız var. Bunlar yani kişiyi bağlayan sorumluluklarımız belki “ellezine âmenü” (iman edenler) ifadesinin karşılığı olabilir. İman’ın gereği olarak, kendisi için yapması gerekenler. Diğer taraftan bir yatay eksen üzerinde ve “amelü’s saliha” (salih ameller işlerler), yani imanın yeterli olmadığı, aynı zamanda bu imanın muhakkak surette salih amellerle pekiştirilmesi gerektiği ve bu ikisinin olmazsa olmaz bir şekilde birlikte olması gerektiği belirtilir. Bu ikinci kısım, yani salih amellerin işlenmesi, “emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’l-münker”i de (iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmayı da) kapsar ve bu alanda siyasal İslam gelişmiştir. Yani kişinin kendisiyle alakalı Rabbiyle ilişkisindeki sorumluluklarının ötesinde, toplumsal sorumluluklarını anlaması ve imanın ötesinde de sosyal aktiviteye dökmesi sonucunda siyasal İslam bilinci gelişti. En başta da kötülükten men etmek ve kötülüğü ortaya çıkarmamak, zulme en azından buğz etmek kendini gösteriyor.

Müslümanlar da bir CHP iktidarı arkasından buna karşı bütünleşen Demokrat Parti bayrağı altında bütünleşen bir kavram. O şekilde arkasından bir başbakanın idam edilmesi ve periyodik olarak Türk insanının hayatını ilgilendiren, şekillendiren bugüne kadar son bildiğimiz bilgilere göre 2007'ye kadar darbelerle insanların hayatına müdahale eden sistem içerisinde bir müslüman olarak kozmik bir anlamda düşünmek lazım. Türkiye bağlamında değil, geniş bağlamda bir yaratıcı var ve yaratıcının karşısında bir kul olarak sizin görevlerinizi değerlendirdiğimiz zaman siyasal İslam sizin o zulme karşı ki, -o zulüm kime karşı- işte en azından ona buğz etmek, ona karşı dilsiz şeytanlardan olmadan sesinizi, itirazınızı yükseltmeniz anlamına geliyor bu. O milliyetçilik çerçevesinin çizdiği -son derece rahat hareket alanı içerisinde diyeyim- kendine özgü şekilde retoriği oluşturulmuş bir hareket siyasal İslam hareketi. Tepkisel bir hareket içinde. Onun içindir ki ne görüyoruz? Bunların dilinde, şeklinde, görünüşünde gitgide devrilen hareket aynı zamanda. Neden? Çünkü var olabilmeyi bir miktar başarı kabul eden bir hareket, yani iktidara gelip bir şeyleri elinizle bile değiştiremiyorsanız ona karşı sesli olarak itirazınızı imani bir görev olarak addettiğinden hiç bir zaman yok olmayan bir hareket. Yok olmamak için de ortama ayak uydurmak gerekiyor. Aldığınız tepkilere göre de bir şekilde hayatta kalmak, survivor diyeceğiz ona, ingilizce survivor (hayatta kalan) modunda ilerleyen bir hareket. Onun için de baktığınız zaman 1970’ler de antiemperyalist, antisiyonist, açık açık antibatıcı dille, bugünün İslamcılığında –hâlâ devam ediyorsa- dilin farklı olduğunu görüyoruz. Çünkü dünya da farklı.

Türkiye’de dindarlaşma mı var, yoksa muhafazakârlaşma mı?

Muhafazakârlaşma var bence. Bizlerin okurlarımıza vermemiz gereken en önemli şey, dindarlıkla muhafazakârlığın eş anlamlı olarak kullanılmaması gerektiğidir. Bence Müslümanlar olarak muhafazakârlaştırmak lafı da bilemiyorum temeline bakmak lazım nereden geliyor? Bu da bir Batı konsiktirisyonu mu emin değilim, ama şundan eminim, Batı’daki konsiktirisyonu Doğu’daki muhafazarkârlıkla insan toplumları farklı olabilir. Bence biz muhafazakârlaşmada önemli bir naturelleşme üretmeliyiz. Bunu dindarlaşmadan, Müslümanlaşmadan, İslamcılıktan kesin sınırlarla, ayraçlarla ayırmamız gerekir. Sorunuz manidar bir soru. Çünkü dindarlıkla muhafazakârlığın aynı şey olmadığını söylüyor bize genel manada.

Türkiye’deki İslam toplumunu da düşünürsek bölgedeki İslamcılık hareketleri olan insan toplulukları- diğer milletleri de düşünürsek, dindarların her zaman için bir miktar muhafazakâr olduğunu söyleyebiliriz. Aslında muhafazakârlık dindarlıkla bire bir bağlantılı bir kavram değil. Muhafazakârlık milliyetçiliğin bitişi. Ne dedik en başta da bütün İslamcılık hareketleri bir miktar muhafazakârdırlar. Aslında çok çok tuhaf bir şey bu. Biz yedinci asır itibariyle küreselleşmeyi, çok geniş bir kavram olarak kullanıyorum- bütün o alemleri içselleştirmiş, insanların ve cinlerin peygamberinin ümmetiyiz. Bir dünya ki bize verilmiş. Hepimiz eşit olarak yaratılmışız. Bu dünya bizim için ibadet yeri olarak yaratılmış, yani bir Mekke toplumunda, gözünün ötesindekini gö- remeyen, gözün görebildiği kadar sadece idrak eden bir hayat tahayyülünden söz etmiyoruz. Ötelerden söz ediyoruz. Çin’e “uzaklık” manasında bugün itibariyle referanslar yapıldığını görüyoruz. Çin’in uzaklığı, belki Jüpiter, belki bu bile değil. Kara deliğin olduğu yerler. Mars bile daha yakın. Bunlara referans yapan bir hayat ve hatta ötesinden söz ediyor Peygamber aleyhisselatü vesselam.

İslam küresel olarak böyleyken son derece tutucu ve yerel hallere gelmişiz. Bunu sadece müslümanlar yapmıyor. İmparatorluklar, ondan önce şehir site devletleri dediğimiz kuruluşlardan sonra, bugün itibariyle geçerli olan şey “ulus devlet”in çizdiği sınırlar oluyor. Ve biz de tabi ulus devletlerin içinde doğmuş olduğumuzdan zaman itibariyle o ulus devletler çerçevesinde Osmanlı imparatorluğu içerisinde düşünüyoruz. Ulus devlet anlayışı alâkasız bir kavramdı. Ama ne oldu? İslam’ın yerine, İslam’ın o birleştirici yatıştırıcı tesirinin yerine Türk milliyetçiliği doğmuştur. Doğduğu için, bu ülkenin kurucuları tarafından empoze edildiği için o Türk milliyetçiliğinin içinde inandığımız İslam da ite kaka bir yer bulmaya çalıştı. Türk milliyetçiliğiyle de ters düşmeden. Ters düştüğünüz anda kendinizi İstiklâl Mahkemesinde buluyorsunuz zaten. Onun için kendinizi ayarlayıp şekillendirmeniz gerekiyor ve günün sonunda da, 2012'ye geldiğinizde de bakıyorsunuz, “Müslümanım ama elhamdülillah Türküm” diyen, içsel anlamda birbiriyle çelişen cümle kurabiliyorsunuz. Tabi burada ifade etmeliyim, yani Kur’ân-ı referansta gördüğümüz milletler olarak, Allah’ın bir ayeti olarak yaratılmamız ayrı bir şey. İlle de ben üstünüm, burası benim yerimdir demek ayrı bir şey. Yani hem Türk hem Müslüman. Yani siz bana sordunuz Merve İslam Kavakçı kimdir? Müslümandır en başta, kozmik anlamda küresel anlamda bu dünyada. Yeryüzüyse bunu sınırlayan bir şey. O zaman kozmik anlamda bir Yaratıcı ve bir kul var. Hatta benim bir kadın müslüman olmam bile. Bunların hepsinden sonra geliyor Türkiyeli olmak. Bir cümle ile ifade edeceksen bir kul var karşında, o da Müslüman bir kul.

Dindarlaşmak, muhafazakârlaşmakla aynı şey değil. Muhafazakârlaşmak artıyor Türkiye’de. Kısaca cevap vermek gerekiyorsa bunun arttığına inanıyorum. Tepkisel olarak, dine tepkisel olarak artıyor diyelim. Aslında bir siyaset bilimci olarak dataya dayanmadan söylemek uygun olmuyor. Artıyormuş gibi geliyor. En azından bir siyasetçi olarak o milliyetçilik refleksle alâkalı olarak gelişiyor. Bir de dindarlaşmanın artamaması sebebiyle oluyor. Dindarlaşmanın artması için “dini bilgi”nin artması gerekiyor. Ortada bir vakum, bir boşluk var ise orayı bir şeyler doldurur. O da milliyetçilik. Zaten altyapımızda mevcut olduğu için, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak okulda öğretildiği için, her an ekrandan onu duyduğumuz için, onunla şekillendiğimiz için vb milliyetçilik var ve dindarlığın, artması gereken dindarlığın artmasını sağlayacak ilim, bilgi öğeleri hayatımızda yok. Devlet buna zaten altyapıyı hazırlıyor.

Dini bilgiyi arayan bulur ama hayata da bakarsak her şeyi devletin üstüne koymak istemiyorum. Yani o devletin kurduğu altyapı önden koşa koşa gidiyor. Zaten var demek istiyorum. Böyle olunca iç dünyanda bir boşluk oluyor. Milliyetçilik yetmiyor bu küresel dünyada. Günden güne globalleşen ve ulus devletleri birbirinden ayıran sınırların git gide ortadan kalktığı internet çağında, bilgiye erişimin bir tık ötede olduğu internet çağında insanlar arayış içerisinde oluyorlar. O milliyetçiliğin ikiz kardeşi olmazsa olmazı muhafazakârlık. Muhafazakârlık bir yerde dindarlaşamamanın verdiği sıkıntıyı hafifletiyor. Bir arayış içerisinde gerçeği, hakkı aramak o dini aramak içerisindesiniz. Muhafazakârlık kendini “din” gibi de size güzelce gösteriyor. Siz de dört elle ona sarılabiliyorsunuz. Böyle bir tehlikesi var muhafazakârlaşmanın.

Türkiye’de müslüman camia kendisini daha çok hangi kültürden yana hissediyor? Batı mı, İslam mı?

Hem ikisi, hem ikisi de değil. Ben Türkiye’deki toplumu şizofrenik bir toplum olarak nitelendireceğim. Genel manada özeleştiri yapacaksak, toplumu batıyla doğu arasında sıkıştırılmış, bunun sonucunda da tam anlamıyla kimlik geliştirememiş bir milli insan prototipinden söz edeceğim. Yanlış anlaşılmasın şu veya bu kişiden bahsetmiyoruz. Türkiye Cumhuriyetinin oluşturmak istediği ama oluşturamadığı, bugün önümüzdeki Türkiye sokaklarında dolaşan bir insan, herhangi bir insandan söz ediyorum. Uzatın mikrofonu “siz kimsiniz?”, diye. Sorduğunuzda belki bocalama yaşayacak bir insan prototipinden söz ediyorum. Doğulu musunuz, batılı mısınız? Müslümanlıkla ilişkiniz nedir? Neden İslam? Çünkü muhafazakârlaşma adına gelenekler, içerisinde yer tutmuş durumda, vatandaşlarımızın kimliğini oluşturmuş durumda. Onun dışında İslami öğeler, değerler de öyle. İslam yok edilmez, Allah’la savaşılmaz. Yani bu toplum İslam’ı bırakmaz, eğrisiyle doğrusuyla, yanlış anlamalarla İslam’a mal edilen anlamalar olur. Bunlardan da vazgeçmez. Böyle İslami olan bir toplum ama İslam’la da alâkası olmayan bir toplum. Aslında yüzünü batıya dönmüş öyle koşturan, “biz batılı olacağız” diye koşturan bir topluluk. Çünkü devlet size onu o şekilde öğretiyor. Onun için de batılı bir bilim adamını referans alarak ondan bir açıklama yapmak istiyorum: Kültürel şizofreni yaşayan bir toplum. Tam anlamıyla doğulu olmadığını kabul etmeyen, batılı da olamayan, ikisi arasında sıkışmış, gerçeği arayanlarla gerçeği arama derdi olmayanlardan oluşan bir toplum görüyorum Türkiye’de insanları.

Batı, özellikle Amerika Dünya’ya nasıl bakıyor?

ABD, Batı’nın batısı bir ülke. Dünya siyasetinde, küresel ekonomik ve siyasi oluşumlarda etkili bir ülke. Onun için Amerika’dan söz edersek iki tane Türkiye görüyor. Çünkü iki tane Amerika var, tıpkı bir tane Türkiye olmadığı gibi. Şimdi bugün burada bu sokakta göreceğiniz bir Türkiye ile İstanbul’un bir köşesinde göreceğiniz bir Türkiye, -biz ve öteki tarafından okuma yaparsak- devletler için de geçerli. İki tane Amerika Birleşik Devletleri var. Bir tanesi Türkiye’deki açılımları ki, bunlar demokratikleşme açılımları, özgürleşme açılımlarıdır, onları takdir eden, şimdi iktidarda olan hükümetin çalışmalarına destek olan Amerika var. Üst düzey Amerika, siyaset üreten Amerika’dan söz ediyoruz. Belki bir üçüncü Amerika’dan söz etmek gerekir. Türkiye’nin nerede olduğunu bilmeyen Amerika. Onu bir kenara bırakıyorum.

Türkiye’yi bilen iki Amerika’dan söz edersek, Türkiye’ye destek olan, darbelerle yüzleşmesini olumlu karşılayan, özgürlük alanlarının açılmasına umutla bakan bir Amerika var. Çünkü ABD de kuruluş itibariyle özgürlüklerin merkeze alındığı bir ülke. Onun için kendi tecrübeleri bazında ancak değerlendirebilirler ve mukayese ettikleri cetvel de kendi cetvelleri bu alanda. Onun için o açıdan bakıldığında olumlu gelişmeler gören bir Amerika var. Bir de bir başka Amerika var. Her ne kadar AK Parti hükümeti kendini Müslüman, demokrat ve muhafazakâr olarak lanse etse de, etmeye çalışsa da, “bunlar İslamcıdır ve İslamcılarla asla çalışılmaz, en önemlisi müttefikimiz İsrail’e zararı olur” diye bakan bir Ak Parti düşmanı Amerika da var. Neocan diyoruz bunlara. Yani yeni muhafazakârlar bunlar. Ağzınızla kuş tutsanız asla size hiçbir şekilde onay vermeyecek bir Amerika. Onların zihin yapısına baktığımız zaman Türkiye’deki kemalistlerin zihin yapısıyla aynı olduğunu görüyoruz İslamcılığa yaklaşımları açısından. O açıdan bunları aynı görebiliriz yani iki muhalif bakış açısı.

11 Eylülden sonra nasıl bakıyor?

Bence 11 Eylül olayları, tabi Amerika’da olması hasebiyle, dünya gündemine oturmasıyla, dünyayı değiştiren bir olay oldu. Bir trajı oldu yani. Öğrencilerime sık sık söylerim bunu. 3000 insan dünyanın her yerinde her gün ölebiliyor. Biz bunu Gazze’de yaşıyoruz değil mi? Suriye’de görüyoruz. Diyelim ki, Kenya’da olsaydı, Etiyopya’da olsaydı, biz aynı tepkiyi ve aynı amaçları oluşturduklarını görmezdik. Bunun “beyaz adam”ın ülkesinde, süper gücün ülkesi ve onun sembolik merkezlerinde olmuş olması sonucunda, önce kendisini geliştirdi. Ülkeyi, Amerika’yı değiştirdi. Amerika'nın siyasetlerini ve dolayısıyla Amerikan siyasetinin elinin uzandığı her yeri, ki bir tür dünyadır, değiştirdi. Ne yaptı? Amerikan'ın bir daha -yine öğrencilerime sık sık hatırlattığım gibi okyanus ötesinde yeni bir başka dünyanın olduğunu realize etmesini sağladı.

Amerika gerçekten yeni dünyadır ve o kadar içine kapanık, o kadar kendini beğenmiş, o derece bencil ve kendisiyle olma bir dünyadır ki, onun için orada, ötede kim var, kim yok onu bilmez. Zihni de ancak İngiltere’ye kadar ulaşır. Bir de Fransa’yı bilir. Bunun haricinde bir şeyi bilmez ve maalesef böyle trajik bir tecrübe sonucunda orada bir dünya olduğunu, orada zulüm gören, zulümleriyle beraber artık çaresiz kalan toplumların olduğunu bu acı tecrübeyle öğrendi. Ve realizme inanan bir siyasi anlayış geleneğinden geldiği için kendini hemen tekrar şekillendirdi. Ne yaptı? Türkiye’ye baktı. Kemalizm artık tükeniyor. O zaman İslamcılarla çalışma mecburiyeti ortaya çıktı. Düşünün bir kere siyasetçi bir insandan, Sayın Başbakandan bahsediyoruz. Tayyip Erdoğan 1997 senesinden sonra tehlikeli bir İslamcı Amerika’nın gözünde. Onun için de 28 Şubat’a onay verebildi Amerika. Onun gözü önünde bu darbe gerçekleşti. Bundan hemen 10 sene sonraya bakıyoruz, aynı Tayyip Erdoğan, eski İslamcı, tehlikeli zat ve şimdi Müslüman demokrat ve Amerika için tehlike teşkil etmez konumuna kondu Amerika tarafından. Müslümanların yol kat edebildiklerini düşünüyorum.

Batının kullandığı demokrasiyle bizim anladığımız demokrasi aynı mı?

Tek bir Batı yok. Yine Amerika üzerinden isterseniz birazcık okuyalım. Demokratik biçimde kökleşmiş bir ülke diye düşünüyorum. Aslında sorunuzun cevabı “hayır”. Şöyle ki, Amerika da, Türkiye de kendi anladığı anlamda demokratikleşmeden söz ediyor. Şimdi Batı dediğimiz toplum homojen bir toplum değil. Ama bir demokrasi okuması yaparsak görüyoruz ki, kendi tecrübeleriyle şekillenen demokrasi okuması yapıyor. Doğudaki toplumlar için ise “demokrasi” zaten çok yabancı bir kavram. Bunun en başta gelen sebebi tabiî ki de kavram. Böyle bir sorunla da karşı karşıyayız. Ayrıca demokrasi, terim itibariyle yabancı olmasına rağmen, alt değerlere baktığımız zaman İslam’ın içinde olan “istişare”, “bir arada karar verme” mekanizmalarına, bellek yapısı içerisinde bile 7.yüzyıl itibari ile, hem de Peygamberimiz (a.s) gibi doğruluğu tartışılmaz bir insanın yönettiği bir toplum tarafından işletilmiş bir sisteme sahip. Bunun için de belki demokrasi örneklerinin en mükemmellerindendir. Bugün bile öyle bir devlet başkanının karşısına itiraz mekanizması yerleştirmek, sorgulama geliştirmek en gelişmiş ülkelerde bile mümkün olmayabilir. Yani demokrasi ile İslam’ın arasında bir çelişki olmadığı asıl bunların birbiriyle de mukayese edilemeyecek şeyler olduğunu, İslam’ın içinde demokratik bir yerlerin zaten yapısal anlamda var olduğunu düşünen bir insanım.

Batı belli şeyleri istiyor İslam ülkelerinden. Ben sadece Türkiye ile ilgili konuşmayacağım. Çünkü bu soru çok önemli bir soru. Diyor ki, hukuk devleti olun, hesap verilebilirliğini sağlayın. İşte insan haklarını oluşturun. Bunları sağlarsanız demokratik bir devlet olursunuz. Ancak İslam dünyasına girdiği zaman bu paketin içine bir madde daha ekleniyor. Bakın bunları bunları olun, bir de sekülerleşin, dini, devlet işlerinden ayırın. Bunu kendi yapmıyor, kendi dininden çok emin. Hıristiyanlıktan, Yahudilikten çok emin. Ama İslam’a şüphe ile baktığından ABD bu konuda Türkiye'yi hep el üstünde tuttu ve ayrı bir statü sundu. Kemalistler de Müslüman Türkiye’ye hep zulüm etti. Niye? Batı’nın onayı ile. 28 Şubat da Batı’nın oyunuydu.

Siz ABD ve Türkiye’yi yakından tanıyorsunuz. Özellikle okuma konusunda iki ülkeyi nasıl buluyorsunuz?

Okuma oranıyla alakalı bir araştırma yapmadım, ama Türkiye de okuma oranı nasıl düşükse ABD’de de aynı şekilde. Onlarda da okuma oranı düşük. Kurduğum cümleler bilimsel bir araştırmaya dayanmıyor. Seksen milyonluk ülkeyle üçyüz milyonluk ülkeyi kıyaslamak doğru değil, ama siyasi yönden bakacak olursak Türkiye’de siyasete bulaşmayan kimse kalmıyor, ama ABD’de bu oranlar çok düşük. Sadece ülkenin çok az kesimi siyasetle yakından ilgileniyor. Ben ABD’de, üniversitede verdiğim siyasal İslam derslerinde bunu tecrübe ettim. Türkiye’de görmediğim ama ABD’de edindiğim tecrübe, öğrencilerin bilmediği konuları öğrenmek için araştırma yapmalarıdır. Onlar bu cahilliklerini tanırlar ve hemen kollarını sıvarlar.

Türkiye Büyük Millet Meclisine hala kırgın mısınız?

Gün ve gün birebir öyle bir kırgınlık yaşamıyorum ama kırgınlığımı dondurucuda bekletiyorum. Kendi adıma değil sadece, beni seçen seçmen adına. Ama genel manada müslüman kadın adına kırgınım. Öyle bir kırgınlıktan vazgeçme hakkım olduğunu da düşünmüyorum. Bu toplumsal bir şey, İslam’a hakarettir.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Beni ağırladığınız için teşekkür ediyorum. Ayrıca İKRA’ya manevi anlamda dua olarak, maddi açıdan takipçisi olarak destek olunmasını diliyorum. Düşünen olmak, dert insanı olmak, dertlenmek İslam’ı kimliğimizin en olmazsa olmazlarımızdandır. Aslında bir adım itelediğimiz bir şey, ama İKRA bunu bir adım öne çıkarıyor. Dert edinenlerden olalım, bu dünya hayatı boş bir oyun. Bunu hatırlatıyor bize ve bizde birbirimize hatırlatmaya çalışalım.

 

RÖPORTAJ: Şule ÇELİK