Ekrem KIZILTAŞ

Ekrem KIZILTAŞ

Ekrem KIZILTAŞ (Gazeteci)

Hocam, 1976’dan beri basın ve yayın dünyasının içindesiniz. Nerdeyse 40 yıla yaklaşmış. Bu söyleşide sizinle hem kişisel serüveninizi, hem de bu sayımızın kapak konusu olan “tebliğ ve cihad” ile de bağlantılı olarak basın ve yayıncılığın önemi, Müslümanların /dindarların bu alandaki yeri ve etkinliği ve neler yapılması gerektiği gibi konular üzerinde durmak istiyoruz. İlk sorularımızı şahsınızla ilgili soralım:  İstanbul Gazetecilik ve Halkla ilişkiler mezunusunuz. İş yaşamınızın ve belki de hayatınızın rotasını belirleyen bu tercihiniz nasıl oluştu? Bilinçli bir tercih miydi, yoksa öylesine mi seçtiniz bu alanı? Ama önce Ekrem KIZILTAŞ kimdir?

1957 Ordu doğumluyum. İlk, orta ve liseyi Ordu'da okudum. Küçüklüğümde okumayı çok seviyor, bildiğim ve bilmediğim ne varsa merak ediyor ve okuyarak öğrenmeye çalışıyordum, hala da öyleyim. Okul yıllarımda bana verilecek en değerli hediye kitaptı, liseyi Ordu'da bitirdikten sonra üniversiteye hazırlanma niyetiyle İstanbul'a geldim. Ancak imkânlarım kursa gitmeye elvermediği için bir işe girdim ve bu arada kursa gitmek yerine kendi kendime çalıştım. O zamanlarda Cenâb-ı Hakk’ın takdiri, Milli Türk Talebe Birliği ile irtibatlı olan Konya Talebe Yurdu’nda kalıyordum. Bu yurdu seçmemizin nedeni 5 vakit namaz kılınıyor olmasıydı. Üniversite tercihleri yaklaştığında, yurtta kalan ağabeylere: “Ben ne okumalı, hangi bölümü seçmeliyim?” gibisinden istişare amaçlı danışmalarım oldu. Genelde gazetecilik veya edebiyatı seçmelisin, o konuda kendini geliştirirsin demişlerdi.

1976'da İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nu (şimdiki Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi) kazandım ve aynı günlerde MTTB’nin yayın organı olan 15 Günlük ÇATI gazetesinde göreve başlayarak, gazetecilik hayatına da başlamış bulundum. Gazeteciliğe Yazı İşleri Müdürü olarak Çatı Dergisi'nde başladım (1976). Haftalık Sebil Gazetesi'nde Yazı İşleri Müdürlüğü (1980), Yeni Devir Gazetesi'nde sekreterlik (1980-1981), Hikmet Yayınları'nda Yayın Müdürlüğü (1982) yaptım. 1984'ten itibaren 2004 sonuna kadar Milli Gazete Yazı İşleri Müdürlüğü görevlerini sürdürdüm. 2004 sonundan 2011 Nisan Ayı’na kadar da yayın danışmanı ve köşe yazarı olarak Milli Gazete’de idim. 2004’ten 2008 sonuna kadar TV5’te programlar yapıp, bir süre de ana haberleri sundum. Ve şu anda TV Net'te haftada bir program yapıyor, Haber7.com'da haftada 3 gün yazı yazıyorum. Evli ve sekiz (8) çocuk babasıyım.

Okula girmeden ve gazetecilik mesleğine atılmadan önceki hedefleriniz ve beklentileriniz ile okula girdikten ve mesleğe başladıktan sonraki değerlendirmeleriniz ve duygularınız arasında çelişkiler oldu mu?

Gazetecilik okurken aynı zamanda mesleğimi yapmaya başlamak güzel bir şeydi. Hele de inançlarım doğrultusunda çalışıyor olmak. Ancak yıllar geçtikçe, kitaplarda okuduğum gazetecilikle, piyasada yapılan gazeteciliğin aynı şey olmadığını anlayıp ciddi şekilde hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyebilirim. Hemen belirteyim ki bu hal eskisine nazaran azalmış olsa da halen devam ediyor. Gazetecilik, bir memlekette olup biten şeylerden o memlekette yaşayanları haberdar etmek ve kötü giden şeyleri eleştirip, nasıl iyi olabileceği konusunda yol göstermeye çalışmak; bu arada iyi giden şeyleri takdir etmek ve bunların yayılmasına katkı sağlamaktır, diyebiliriz. Oysa Türkiye’de yapılan gazetecilik ve sonrasında televizyonculuk, bunların sahipleri açısından birer güç aleti olarak kullanılmasından başka bir şey değildi. Zamanla kısmi düzelmeler oldu tabii, ancak halen gerçek manada gazetecilik ve televizyonculuk yapan kuruluşların sayısının çok fazla olmadığını söyleyebiliriz. Şahsi açımdan geçmişimin hikâyesi şu: Alaylı ve mektepli olarak gazeteciyim ve mesleğimle ilgili olarak da hep inançlarıma uygun yerlerde çalıştım. Bunun için şükrediyorum.

 

Tarih boyunca, bir fikri, inancı ve haberi başkalarına ulaştırmak ve bunun için kullanılacak vasıtalar her zaman önemli olmuştur. Zira başkalarına yayılacak fikirler, inançlar ve haberler ile dünyanın gidişatı değiştirilebilir, savaşlar çıkarılır ve bütün dengeler alt üst edilebilir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) döneminde de etkili bir iletişim aracı olarak şiir, lehte ve aleyhte propaganda yapmak, insanları savaşa kışkırtmak, düşmanların moralini bozmak… v.s. için etkin bir şekilde kullanılıyordu. Acaba dindarlar, bu gün genel olarak medya dediğimiz bu alanın öneminin ne kadar farkında?

Medya konusunda, dindar kesimin en azından gerektiği kadar konuya ilgisinin olmadığını söyleyebiliriz. Neden ilgisiz oldukları sorusunu iki şekilde ele almak gerek: Birincisi imkânların azlığından, ikincisi ise var olan imkânların nerelere tahsis edileceğindeki öncelik konusunda farklı düşünmelerinden. Bunda belki dindar kesimin medya organlarına olumsuz bakışının da etkisi vardır. Ayrıca meselenin en önemli taraflarından birisi de şu ki, medya sektörü rantabl bir sektör değil. Gazete, TV kanalı ya da radyoların kendi kendilerine yetme şansı olmayan bir ortamdayız. Yani yayıncılık faaliyetlerinin sürdürülmesi için sübvanse edilmesi gerek. Dini değerler konusunda hassas olmayan yayın organları, çeşitli yollarla ve dindarlar açısından meşru kabul edilmeyen yöntemlerle gelir gider farklarını kapatabilirler. Ancak dindar kesimin yayın organlarının bu yollara başvurma şansı yoktur. Bu da yayın organlarının ancak desteklerle ayakta durabilmesini gerektiren bir durumdur ve süreklilik arz ettiği için de zor bir meseledir.

Yakın dönemlere kadar dindarların bu alandaki etkisi oldukça zayıftı. Bildiğimiz kadarıyla seksenli yıllarda ulusal günlük gazete olarak sadece çok uzun yıllar sizin de genel yayın yönetmenliğini yaptığınız- Milli Gazete vardı. Laik basın mevsimlik olarak irtica kampanyaları düzenler, bu milletin en kutsal değerlerine hakaret eder, Kur’ân öğrenen çocukları terörist olarak lanse eder, tesbih ve takkeyi suç aleti olarak sunar ve sonuçta çok büyük kitleleri de bu yayınlarla etkisi altına alırdı. Buna karşılık dindarların sesleri çok cılız kalır, hatta neredeyse hiç işitilmezdi. Sizce bu durumun ne kadarı imkânsızlıklardan, ne kadarı bu alanın öneminin farkında olunmadığından kaynaklanıyordu?

Bir kısım dindarlar medyayı destekledi ama bu olması gereken seviyede miydi? Bunun cevabı tabii olarak, hayır. Dindarlıkla alâkası olmayan medya organları, ait oldukları dünya görüşünün propaganda aracı olarak kullanıldılar ve kullanılıyorlar. İslami camia mensupları da, kendi imkânlarıyla kurdukları gazete ve televizyonları, mümkün olduğunca mesajlarını vermek ve bu arada gerçek haberleri sunmak için kullanıyorlardı ve kullanıyorlar. Medyanın gideri gelirinden daha çok bir sektör olduğunu belirtmiştik. Dini referansı olmayan kuruluşlar kredi, teşvik gibi imkânların yanında, gerektiğinde tehdit ve şantaj yoluyla kendilerine yetecek kadar hatta daha fazlasıyla gelir elde edebiliyorlardı. Dindar kesim ise tabii olarak kendilerine ters gelen bu konulardan uzak duruyordu. Bu kesimin kendisine verilen her reklamı yayınlama imkânı olmadığını da hatırlayalım. Mesela faiz reklamı yapan bir gazete ya da televizyon ve dindarlık… Medya sektörü dün de, bugün de sermayeyi döndürme konusunda yetersiz; kâr zaten yok. Korkarım yarın da kendisine yatırılan sermayeyi geri döndürmeyecek, kârlı hale gelemeyecektir.

Dindar kesimin geçmişte medyaya gereği kadar önem vermediğini düşünüyor olmamız, olup bitenlerle alâkalı. Böyle olmasının sebepleri arasında, mesela kimin ya da kimlerin bu hususta ilk olarak ve belki daha fazla fedakârlık yapmaları gerektiği gibi konular ve başka şeyler de vardır muhakkak. Ancak şunu hiç unutmamak lazım: Geçmişte, yeteri kadar olmadığını düşünsek bile, medya konusunda oldukça ciddi adımlar da atılmıştır ve bunun yükünü de belli insanlar çekmiştir. Allah (cc) onlardan razı olsun.

Bu güne gelirsek, internet, yazılı ve görsel medya, facebook, twitter, msn, e-mail, sms gibi artık isimlerini bile saymanın zorlaştığı bireysel ve kitlesel iletişim araç ve yöntemleriyle nasıl bir iletişim ve etkileşim dünyasının içinde bulunuyoruz? Bir haberin veya bir fotoğrafın çok kısa bir sürede bütün dünyada seyredildiği ya da internette tıklandığı bir zamanda dindarlar nasıl bir manzara arz ediyor? Bütün bu imkânlardan yararlanmaya ve zararlarından korunmaya hazırlıkları bulunuyor mu? Yoksa rüzgârdaki yapraklar gibi başkalarının yönlendirdiği fırtınalarda savruluyorlar mı?

Sosyal medya denilen olaya çok sıcak bakmıyorum. Sosyal medyada çoğu kişi nick’i ile yani takma adı ile yazar. Burada doğruluğu tartışılabilir yorumlar çok çabuk yayılabilir. Hakiki manada kontrolü zordur. Haberin kaynağını teyit etmek zordur. Facebook veya twitter üzerinden gönderilen herhangi bir şeyin doğrulanma şansı ya da yanlışsa bir yaptırımı yok. İletişimde internet ortamında veya diğer yayın organlarında güzel paylaşımlar olduğu zaman hoşumuza gidiyor. Bu dönemde sosyal medya sayesinde bir haberin, olumlu veya olumsuz durumların insanlara ulaşması çok zaman almıyor. Açıkçası, bu durumu pek sağlıklı bulmuyorum. Çünkü aldığımız haberlerin ya da bilgilerin sağlığı konusu tartışmalı. Doğru olmadığı bilindiği halde, değişik sebeplerle yapılan yayınlar var. Tiraj ya da okuyucu sayısını arttırmak için, haber doğru olmasa da olur mantığı yürütülüyor

İletişim araçlarıyla sunulanlar karşısında bir alıcı olarak ve bu araçları kullanmak suretiyle bir verici olarak neler yapılmalı? Siz dindar bireye, gruplara, cemaatlere, iş adamlarına neler söylemek istersiniz?

İnancımız bize haber getirenleri sorgulamayı emrediyor. Dolayısıyla sosyal ya da yaygın medya, hangi kanalla gelirse gelsin haberleri araştırmak ve ona göre hareket etmek gerek. Medya okur- yazarlığı diye bir ders konuldu okullara. Bu iyi bir adım. Çocuklarımız belli ölçüde de olsa değerlendirme yapabilme imkânına kavuşurlar böylelikle… Yapısı oturmamış bir medyamız var. Bu da kontrol edilmeyi gerekli kılıyor. Unutulmaması gereken bir husus da, bu yapının yönlendirmeye çok müsait olması. Hangi kanalla olursa olsun birtakım mesajlar verme durumunda isek, bunların doğru, derli toplu ve anlaşılabilir ve takip edenlerin kafalarını karıştıracak değil, sorularına cevap bulmasına yönelik olmasına dikkat etmek gerek. Sosyal medya ya da başka yollarla iletişimde bulunduğumuz kişi ve gruplarla olan temaslarda, dikkatli bir dil kullanarak, söylemek istediklerimizi aktarırsak karşılık bulabilir sanıyorum. Bir de özellikle sosyal medyanın kelime kısıtlamalarına dikkat edip, kısa, öz ve anlaşılabilir cümleler kurmaya gayret etmek gerek herhalde. Yani iyiliği emretme, kötülüğü engelleme girişimlerini her yolla sürdürmeli ama bu arada kaş yaparken göz çıkarmamaya gayret etmeliyiz.

Son dönemde tartışılan İslamcılık konusunda neler düşünüyorsunuz? Kendinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İslamcılık insanla ve onların beraber yaşadığı toplumla alâkalı her hususta Yaratıcı’nın emirlerine kayıtsız şartsız itaati öncelemek ve O’nun koyduğu kuralların üzerine kural tanımamaktır, temel olarak. İslamcılık, 'cı' ekinin özellikleri sebebiyle bazen sevimsiz çağrışımları olabilen bir kelime ya da kavram. Ancak özellikle günümüzde meramı ifade açısından da kullanılması gerek. Mesele şu: Cenâb-ı Hakk biz insanları yarattı ve neleri yapar ve neleri yapmazsak daha iyi olunacağına dair emir ve yasaklarının olduğu Kitabı'nı yani Kur'ân-ı Kerim'i gönderdi. O halde, emirlerine uyar ve yasaklarından kaçınırsanız, dünyada da ahirette de huzur bulursunuz. Bu işin özeti bu. Bizleri Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğunu inkâr edenler var. Allah insanı yaratmış olabilir, ama insanın nasıl yaşayacağına ve neyi yapıp neyi yapmayacağına kendisi karar verebilir, diyenler var.

İslamcılık ise, bunların karşısında işin doğrusunu anlatmaktır Elimizden geldiği kadar bu kurallara uymak ve yasaklardan kaçınmak zorundayız, o zaman dünya ve ahiretimiz için ümit besleyebiliriz. Hemen her konuda kendi menfaatlerini önceleyeceği için, insanların belirleyeceği kurallarla adil bir yaşayış tarzı oluşturulması, ham bir hayaldir. İnsanlar arasında adalet ve hakkaniyeti sağlayabilecek düzen, ancak onları Yaratan tarafından oluşturulabilir. Tarihe baktığımızda bunu apaçık görüyoruz zaten. Kısacası, İslamcılık Kitap' a ve Sünnet'e göre yaşamaktır. Kendine göre yaşam belirlemek safsatadır. Allah'ın kendisini yarattığını ve O’nun istediği şekilde yaşamanın gerektiğine inanan herkes kaçınılmaz olarak İslamcıdır.

Son dönemlerde cihat kavramını çok duymuyoruz. Acaba neden?

Bu güzel bir soru. Belki de eskiden daha çok teorisi yapılıp, şimdilerde insanların kavramın önceliklerini kavrayıp, bunları uygulamaya çalışıyor olmaları ile alâkalı bir durumdur bu. Ya da aslında Müslümanlara has bir kavram olduğu halde, onların tarif ettiği gibi anlamak yerine, sürekli olarak çatışmayı önceleyen bir anlam yüklenmesinden gına geldiği için az duyuyor olabiliriz cihat kavramını. Eskiden cihat kavramını sıkça zikreden insanların şimdi bundan vazgeçtikleri için az duyulduğu şeklinde bir değerlendirme olsa da, ben bunun büyük çapta doğru olduğuna inanmıyorum. Cihat, konuşulmak yerine yapılması gereken işlerden oluşur genellikle ve lafını yapmak yerine uygulamak gerek. Bir Müslümanın ağzından cihat sözü çıktığında birileri hemen havalara fırlar ve suçlamaya başlar. Oysa kavga ve çatışma cihadın mecbur kalındığı takdirde yapılan bir parçası. Bu türden yorumları yapanlardan bazılarının niyeti de, ‘şunlar şu cihat lafını sıkça zikretseler de, ağız tadıyla bir eleştiriversek’… şeklinde.

“Cihad” denilince biz ne anlıyoruz, gayrimüslimler ne anlıyor? Bu konuda neler yapmalıyız?

Batıda ve diğer Müslüman olmayan ülkelerde cihadın saldırmak, kavga etmek, karşıdaki kişiyi öldürmek gibi kavramlar olduğu yorumları yapılarak böylesi bir hava oluşturuluyor. Böylelikle dinlerine bağlı Müslümanları, savaş taraftarı, kavgacı gibi gösterip, toplum üzerindeki etkilerini sınırlamaya çalışıyorlar. Oysa Müslümanlar, yolda yürürken olur da bir karınca ezerim endişesiyle dikkatli yürümeye gayret gösterir. Bitki koparmayı bile düşünemez; çünkü o da bir canlı, onu da Allah yaratmıştır.

Cihat kavramını kendilerine göre yorumlayıp, insanları İslam’dan uzaklaştırmaya çalışanlar ise, Müslümanları insanları bile hiç düşünmeden öldürebilecek varlıklar olarak tanıtmaya çalışıyorlar. Oysa İslam diyor ki, ‘haksız yere bir insanı öldürmek tüm insanlığı öldürmek gibidir.’ İslam ülkelerinin gelişmesi batıyı korkutuyor ve İslam'ı kötü göstermek için cihad kavramını yanlış aksettirip, İslamofobi'yi (İslam Korkusu) yaymaya çalışıyorlar. Konu esas olarak İslam’ın yükselişi ile alakalı. Bir medeniyet krizi yaşayan ve insanlığa verebilecek bir şeyi kalmayan batı, ferdi ve toplumsal sorunların çözümlenmesinde İslam'ın son derecede mükemmel çözümleri olduğunu görüyor ve insanların İslam'la tanışmaması için, cihad kavramını kullanıp olumsuz bir imaj meydana getirmeye çalışıyor. Buna delil olarak da radikal kesimlerin yapmış olduğu eylemleri gösteriyorlar. Oysa çoğu belki onların yönlendirmesi ile yapılan ve başka bazıları da çaresizlikten başvurulan eylemler bunlar.

Cihad kelimesinin karşılığı doğrudan savaş ya da kavga değildir. Cihad, mücâhede demektir. Allah yolunda savaşmak cihad olmakla beraber, bu mecbur kalınırsa, son kertede yapılacak bir iştir. Cihad insanın gündelik hayatında inancını tam manasıyla yaşamaya gayret etmesi, bu uğurda nefsi ve kendisine kötülüğü emreden şeytan ile mücadelesinden başlayan bir süreçtir. Kişi İslam’ı öğrenecek, öğrendiklerini önce ailesine, sonra komşularına, akrabalarına ve çevresine aktaracak; biz cihaddan bunu anlıyoruz. Öncelikle hal ile anlatım, sonrasında sözle anlatım, yazı ile anlatım...vs. Cihad Müslümanın her halinde, her vaktinde sürekli olarak yaşadığı bir vakıadır. Müslümanın cihadının en büyük olanı kendi nefsi iledir.

Peygamber Efendimiz bir seferden dönerken: “Büyük cihad'dan küçük cihad'a dönüyoruz” demiştir. Müslümanlar tarihlerinin hiçbir döneminde saldıran taraf olmamış, ancak kendilerine saldırı olduğunda cevap vermişlerdir. İslam'da cihad saldırı değil, savunma amaçlıdır. Varlığına yönelik saldırıya cevap vermek, saldırılara karşı hazırlık yapmak cihaddır. İslam devletleri çevrelerindeki ülkelerle barış içerisinde yaşamışlar ve ancak saldırı ya da anlaşmaların bozulması hallerinde, mecbur kaldıkları için savaşmışlardır hep. Bazılarının dillerine doladıkları fetih hareketlerine baktığımızda da, savaşılanların kendi halkına zorbaca davranan mütegallibeler olduğu görülür. Şikayetçi olan halka yardım amaçlıdır yani. Örneğin, Endülüs bu şekilde bir yardım çağrısı sonrasında kurulmuştur. Kendilerini yöneten insanların zulmünden bıkıp, Müslüman olmasalar bile İslam idaresi altında yaşamak isteyen halkların isteği üzerine bu fetihler gerçekleşmiştir.

Tebliğ ve hoşgörü kavramlarını nasıl anlamalıyız?

Müslümanlar öncelikle İslam'ı ciddi bir şekilde öğrenmeli. Bundan kastımız, bizler insanız, bizi yaratan Allah'tır ve onun istediği şekilde yaşayacağız. İlk anda farkında olmasak da Allah'ın bizler için koymuş olduğu kurallar orta ve uzun vadede bizim hayrımıza olan kurallardır. Müslümanın öncelikle bu kuralları kavraması gerekir. Öncelikle uygulamalı, sonrasında bunların arka planlarını yani emredilmesinin veya yasaklanmasının sebeplerini öğrenerek, dili döndüğünce bunları çevresine anlatmalı, yani tebliğde bulunmalıdır. Kesin doğru olduğuna ve eğer uyulursa insanları rahat ve huzur içerisinde yaşatacağına inandığımız esasları, insanlara anlatmak yani. Her Müslüman doğru olanı, maruf olanı elinden geldiği kadar ulaşabildiklerine anlatmak ve yanlış olanlar konusunda da uyarmak zorundadır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak… Görevimiz anlatmak, yani tebliğ etmek. Bundan sonrası bizim işimiz değil.

Hoşgörü, Fransızca tolerans kelimesinin dilimizdeki karşılığı. Senin gibi olmayanı, düşünmeyeni hoş görmek, hayat tarzına müdahale etmeyi düşünmemek. Farklılıkların bir arada yaşayabilmesi için bir yol. Ancak ecdat bunu hoşgörü ile değil, daha zarif bir tabir olan ve muhataba nazaran kesin üstünlük belirtmeyen müsamaha ile ifade etmiş. Müsamaha, Müslü- manların hayata bakışını oluşturan en güzel hasletlerden birisi. Tarih boyunca İslami olan ya da olmaya çalışan sistemlerin başarısını, farklılıkları bir arada ve başarılı bir şekilde yaşatabilmelerinin sırrını, müsamaha ile açıklayabiliriz. Müsamaha sahibi olmak gerek. Ama bu, çirkin ve kötü şeylere de müsamahakâr yaklaşalım demek değil. Bir kötülüğü önce elle, olmazsa dil ile engellemeye çalışmamız, o da mümkün değilse buğz etmemiz isteniyor bizlerden.

Dünya liderlerini ve ülkelerini İslam’a davet etmeli miyiz? Evet ise nasıl ve hangi yöntemle etmeliyiz?

Tebliğ’de sınır yoktur. Mümkün olduğu kadar yapılması gereken bir iş bu. Mensup olduğumuz dinin, insanlığın bütün problemlerini çözebileceğini biliyor ve buna inanıyorsak, bunu ulaşabileceğimiz bütün insanlara ve tabii ki uygun bir lisanla anlatmakla yükümlüyüz. Biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz (sav), zamanındaki hükümdarlara İslam'a davet mektupları yazmıştır. Dünyada yaklaşık 200 tane devlet var, bunların bir çoğu başka devletler tarafından idare ediliyor ve baskılara maruz kalıyorlar, öncelikle baskıya uğrayan toplumlara ulaşarak; “Kendi toplumunun insanlarının bir şekilde güdüldüğünü onlara aktarıp ardından “Ey kardeşim! Müslümanlık eşitliktir, İslam’da tüm insanlar eşittir”, diyerek ve Peygamberimiz nasıl yol kat etmiş, nasıl tebliğ davetinde bulunmuş, bu örneklere bakarak çalışabiliriz.

Bir örnek olarak; geçen yıllarda İHH Afrika'da Müslümanlara kurban kesmek için putperest bir kavimden kurbanlık satın alıyor ve kurbanlıkları kesip etlerini Müslümanlara dağıtıyor ve biraz et artınca bunları da kurbanlıkları aldığı o putperest kavme götürüyorlar ve onlara veriyorlar, o kavim çok şaşırıyor: “Siz bunları bizden parasıyla satın aldınız ve kestikten sonra bizlere de ikram ediyorsunuz” diyorlar. Cevap olarak: “Bizim dinimiz bunu emrediyor.”, denilince putperest olan o kavmin insanlarının hepsi “sizin dininiz ne güzel dinmiş.” diyerek müslüman oluyorlar. Bizlerin niyetleri salih olunca ALLAH'ın yardımı ile açılmayacak kapı kalmaz.

Liderler ve ülkelerin daveti sanırım bizleri biraz aşan, daha çok yöneticilerin ilgi sahasına giren bir konu. Bizler belki kendi seviyemizde insanlarla ilgilenmeyi tercih edebiliriz. Ancak geçmişe baktığımızda sıradan insanların, sıradan ama Müslümanca davranışlarının çok önemli isimlerin Müslüman olmasında yapı olduğunu da görüyoruz. Ünlü Fransız siyasetçi Roger GARAUDY Fransız Komünist partisi içinde önemli mevkilere gelen biriydi. Garaudy 1981 yılında Müslüman olduğunu açıkladı. Onun İslam ile tanışmasını sağlayan ise 1940'larda Cezayir’de sürgündeyken ölümle burun buruna gelmesi. Kurşuna dizilmek üzereyken, ateş etmeyi reddeden Cezayirli askerler sayesinde ölmekten kurtulmuştu. Cezayirli askerler bir Müslüman’ın silahsız bir insana ateş edemeyeceği gerekçesiyle komutanlarını dinlememişlerdi. Bu olay Garaudy’yi derinden etkiledi ve İslam’la ilk temasını sağladı.

Diğer bir isim ise Yusuf İslam (ünlü İngiliz şarkıcı, Müslüman olmadan önceki adı: Cat Stevens): 1960'lı ve 1970'li yıllarda 60 milyondan fazla albüm satmış olmasına rağmen, 1976 yılında geçirdiği kazadan 1 yıl sonra şarkıcılığı bırakarak İslam dinini seçmiş ve 1979 yılında Yusuf İslam ismini almıştır. Bizim yapmamız gereken bu kişiler nasıl müslüman olmuş, nasıl ve nereden etkilenmişler, bunları öğrenerek o noktalardan yola çıkarak başkalarına nasıl yaklaşalım, nasıl tebliğde bulunalım konusu üzerinde çalışmak.

Biraz da bize dönersek bu gün siteler içinde yaşayan Müslümanlar olarak tebliği ve cihadı nasıl anlamalı ve uygulamalıyız?

Maalesef, kendi apartmanımızda yaşayan komşuları, insanları tanımıyoruz. Ufak tefek adımlar atarak bir şeyler yapma çabasındayız. Emirleri uygulayıp, yasaklardan kaçmalı ve bunun mümkün olduğu kadar etrafımıza da yaymalıyız, tamam ama nerdeyse kendi ailemizden bile kopuk bir hayat yaşıyoruz. Ailemiz ve yakın akrabalarımızla daha sıkı temas edebilmek, komşularımızla sıklıkla bir araya gelebilmek için yollar bulmak gerekiyor herhalde. Çevremizle daha geniş temaslar kurabilecek bir yapı oluşturmalı ve muhataplarımızın seviyelerine göre tebliğ faaliyetlerinde bulunmaya gayret etmeliyiz. Haftada, on beş günde bir, hiç değilse ayda bir konu komşu ile bir araya gelerek bir çay sohbeti yapmak gibi şeyler mesela. Ufaktan başlanırsa, belki Cenâb-ı Hakk bereketlendirir ve geliştirir. Kendin için istediğini başkaları için de iste, kendine yapılmasını istemediğini başkasına da yapma. Bunu uygularsak gayet güzel bir tebliğde bulunmuş oluruz.

Medyada cihad ve tebliğ nasıl işlenmeli ve uygulanmalı?

Medyada tebliğin nasıl yapılacağı ilgi çekici bir konu. Çok da teferruatlı bir şey. Gazete, dergi için ayrı, radyo için ayrı, televizyon için ayrı esaslar belirlemek gerek. Ama tabii mevcut yayın organlarının durumları ve hedef kitleleri açısından baktığınızda da, karşımıza dozaj meselesi çıkıyor. Çünkü direkt tebliğ, muhatap kitle böyle bir şeye hazır değilse, onları kaçırabilir. O zaman her duruma göre yol ve yöntemler bulunması esası ortaya çıkıyor. Temel olarak, haber ve yorumlarda iyiyi, doğruyu yapmanın insana neler kazandıracağı, münker olanın, yasak olanın yapılmasının dünyada ve ahirette ne gibi zararlar getireceği esasını değişik şekillerde işleyen yayınlar düşünülebilir. Doğrudan dini nasihatlerden ziyade bir takım olaylardan yola çıkılarak oluşturulabilecek programlar, dolaylı şekilde belki tebliğ açısından daha faydalı olabilir. Emir ve yasakları temel prensip edinip buna göre haber ve yorumlar yayınlamak, düşünülebilir. Bu arada unutulmaması gereken şey, kötüyü anlatmanın insanın kalbini bozabileği hususudur. Şuyû vukuundan beter olayları mümkün olduğu kadar yaymamak, haber yapmamak lazım. “Bâtılı tasvir, zayıf kalpleri ifsad eder.” der, Bediüzzaman.

Özellikle yüksek öğretim kurumlarında tebliğ ve cihad konuları sizce nasıl anlatılmalı?

Üniversite ve yüksekokullar, öğrencilerin evlerinden, köylerinden, kentlerinden ilk ayrılma, kişiliklerini oluşturma dönemidir. Yani öğrencinin olgunluğa geçiş evresidir bir anlamda. Yüksek öğretim kurumları, tebliğ faaliyetleri açısından en uygun yerlerdendir. Çünkü üniversiteye gelmiş kişi, artık kendi kararlarını verebilecek, tercihlerini yapabilecek durumdadır. Bulunabilecek çeşitli yollarla onlarla temas kurar, iyi olanı güzel olanı anlatır ve o insanları karşılaşmaları mümkün kötülüklerden soyutlayabilir, salih insanlarla haşır neşir olmalarını sağlayabilirsek, ne güzel olur. Tabii bu görevi yapacak gençlerin ve onlara önderlik edecek kişilerin, bu noktada kendilerini en iyi şekilde yetiştirmeleri ve konuyu iyi bilen insanlardan farklı tebliğ usulleri öğrenerek maksada uygun bir şekilde donanmış olmaları, çok önemli. Bu arada insanların kılık kıyafetine yani dış görünüşlerine bakarak, önyargılı hareket etmemeliyiz. Çünkü insanları dış görünüşüne bakarak değerlendirebilmek pek mümkün değildir. .

Ailemizde çocuklarımıza bu konuyu hangi boyutlarda ve hangi araçlarla anlatalım?

Öncelikle tebliğde aile fertlerinden başlamak lazım. Onları İslami hassasiyetlere sahip bir şekilde yetiştirmek; Allah'ın yasakladıklarından sakındırmak, namaz, oruç gibi temel ibadetleri yerine getirmelerini sağlamak gibi birçok önemli husus söz konusu. Unutulmaması gereken şey, dünyayı kurtaralım derdine düştüğümüzde, ailemizi, komşularımızı ve akrabalarımızı ihmal ediyor olmamız. Komşularımız ve akrabalarımızla aile fertlerimizin de katılacağı sohbet ortamları oluşturup, Kur’ân- ı Kerim, meal, tefsir, hadis, ilmihâl, İslam tarihi gibi konularda dersler yapabilirsek, hepimiz için bereketli olur.

Biz İKRA olarak, onu da yapıyoruz çok şükür. Her şubemizde her hafta farklı günlerde sohbetler düzenlemekteyiz. Son olarak neler söylemek istersiniz?

Çalışmalarınızda başarılar diliyorum… Cenâb-ı Hakk kolaylıklar versin ve bereketlendirsin inşallah…

 

RÖPORTAJ: Erdoğan AYDIN - Zeynel ÜNAL