“Tamamen gönüllü ve gönülden bir çalışma yapmak niyetiyle yola çıktık.”
İKRA: Hocam, kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Nevzat ONAY: 1979 yılında Bağcılar’da dünyaya geldim. İlkokulu Bağcılarda orta ve liseyi Bakırköy İmam Hatip Lisesi’nde bitirdim. Lise yıllarında hedef olarak belirlediğim İlahiyat Fakültesini İstanbul Üniversitesi’nde tamamladım.
Evli, üç çocuk babasıyım. Ebubekir Camii Vakfı’nda 8 sene Eğitim Müdürü olarak görev yaptım. Bu süre içinde üniversite ve lise hazırlık kursları çalışmaları ile Kur’an Kursu hizmetleri yürüttük. Yine Kursumuzdan mezun öğrencilerle Ahmet EFE Hocamızın riyasetinde İslami ilimler noktasında 3 senelik bir program icra ettik. 9 yıldır MEB’de öğretmenlik yapıyorum ve hali hazırda Bağcılar Orhangazi İmam Hatip Lisesi’nde görev yapıyorum.
Teneffüs Dergisi ve Bağcılar İlim Yayma Cemiyeti’nde kurucu olarak görev aldım ve halen İlim Yayma Cemiyeti “Kardeş Gençlik Projesi” nin Koordinatörlüğünü yürütmekteyim.
İKRA: Okurlarımız için Teneffüs Dergisi çalışmasından ve Kardeş Gençlik Projesi’nden kısaca bahsedebilir misiniz?
Nevzat ONAY: Bizim çalışmalarımız Allah’a kul, Rasulü’ ne ümmet olmaya çalışan, ortaokul ve liseli öğrencilerden oluşan bir gençlik hareketidir. İstanbul’un Avrupa yakasında çalışmalarımızı yürütmekteyiz. Çalışmanın temel amacı, öğrencilerin okul başarılarının yanında, bu yaşlardan itibaren sorumluluk duygusuna sahip olan, sorumluluk alan bireyler olarak yetişmesidir. Bu çalışma içerisinde olan gençler, yaşadıkları topluma faydalı olacak veya bir problemin çözümüne katkı sağlayacak sorumluluklar alırlar. Gençlerimizin tamamının çalışmalarımızda bir görevi vardır.
Bu çalışma için, bir harçlık hareketidir de diyebiliriz. Çünkü faaliyetlerin büyük bir kısmını kendi harçlıklarıyla yaparlar. Örnek vermek gerekirse; dönemlik dergilerini, okuyacakları kitaplarını, derslerde yaptıkları ikramları vs.. kendi harçlıklarından karşılıyorlar. Halkalarımıza 5. sınıftan itibaren öğrenci kabul ediyoruz, üniversiteli gençler ise örneklik rolünü üstleniyorlar.
İKRA: Hocam uzun zamandır eğitim alanında çalışmalar yapıyorsunuz? Yani öğrencilerle gençlerle ilgileniyorsunuz? Bu kadar okul varken böyle bir çalışmaya niçin ihtiyaç duydunuz? Okullarda verilen eğitimde neleri eksik görüyorsunuz ve siz nasıl bir fark ortaya koyuyorsunuz?
Nevzat ONAY: Okullarla kıyaslama yapmak doğru olmaz. Şöyle ki; okullar örgün eğitim veren kurumlardır; biz ise yaygın eğitim veren kurumlar pozisyonundayız; tamamen gönüllü ve gönülden bir çalışma yapma niyetiyle yola çıktık ve bu çerçevede çalışmalar yapıyoruz. Tabi işin bir de şu boyutu var: Hiçbir kurum veya okulun, bir öğrencinin -çocuğun veya gencin- bilgi ve manevi eğitimi ve gelişimi için ihtiyaç duyacağı dört dörtlük bir program uygulaması söz konusu olamaz; bu neredeyse imkânsızdır. İnsanın maddi ve manevi yönünü geliştirecek iyi bir eğitim, sivil ve resmi farklı kurumların işbirliği ile mümkün olur. Nasıl ki bir binanın inşasında farklı uzmanlığı olan meslek erbabı; demirci, kalıpçı, sıvacı vs… işbirliği yapar ve bina onların ortak emekleriyle ortaya çıkarsa; ileride çok büyük sorumluluklar alacak insanın yetişmesi de böyle ortak bir emeğin ürünü olarak ortaya çıkar. Her şeyi okuldan beklemek, ya da aileden veya çevreden beklemek işin kolayına kaçmak olur. Okul işin daha çok bilgi ve akademik yönüne ağırlık verirken; aile ve sivil toplum kurumları ise onların manevi değerlerinin ve sorumluluk duygularının gelişiminde daha etkili olur.
Dolayısıyla biz çalışmalarımızı okulda da yaparız, camilerde de yaparız, evde, dernekte, vakıf binalarında, doğa kamplarında, yurtlarda da… Yani her mekânda çalışmalarımızı yaparız. Peki, çalışmalarımızda neler yapıyoruz, hangi imkânları sunuyoruz gençlere?
İKRA: Dergimizin bu sayısının konusunu “Müslüman olmanın gereklilikleri ya da cennetin bir bedeli vardır” şeklinde özetleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında Müslümanlar olarak, bu kimliğimizin altını doldurabiliyor muyuz? İnancımızla yaşantımız örtüşüyor mu?
Nevzat ONAY: İnancımızla yaşantımız örtüşüyor olsa dünya ve Müslümanlar bu halde olur muydu? diye sorabiliriz. Tarihin de bize gösterdiği gibi, “Müslüman” isminin altını doldurmuş olan ve inancıyla yaşantısı örtüşen İslâm toplumları, sayıları az olmasına rağmen kendisinden çok çok kalabalık düşmanlarına karşı galip gelebilmişlerdir. Maddi imkânları çok kısıtlı olmasına rağmen, çok büyük işlerin üstesinden gelebilmişler, çok büyük atılımlar yapabilmişlerdir. Kur’an’ın “OKU” emrine muhatap olduktan sonra başlattıkları ilim ve kültür seferberliği ile her tarafı ilim yuvaları medreselerle ve kütüphanelerle doldurmuşlar, yakın zamanlara kadar Avrupa üniversitelerinde okutulan eserler ortaya koyabilmişlerdir. İslâm nurunu dünyanın her tarafına ulaştırmak için genç-yaşlı, erkek-kadın demeden “Allah yolunda cihad” çağrısına icabet etmişler ve bu yolda şehid olmayı en büyük nimet saymışlardır. İşte Eyüp el-Ensari, doksan küsur yaşında İstanbul önlerinde; “Hala Hatun / Hala Sultan” olarak bilinen Peygamberimiz’in (sav) süt halası Ümmü Harâm bint Milhân da Hz. Osman döneminde eşi Ubâde bin Sabit ile birlikte katıldığı Kıbrıs seferinde şehit olmuştur. Çünkü “Müslüman” isminin hakkını veren Müslümanlar, İslâm’ın her emrini, hayatlarında uygulayacakları bir reçete olarak kabul etmişlerdir. Bu nedenle söyledikleriyle uyguladıkları, inançlarıyla yaşantıları ayrı gayrı olmamıştır. “Bu dünya sefa sürülecek bir yer değildir, zevk ve sefa yeri ahirettir, burası ahiretin tarlasıdır” derlerken, pratikte de bu dünyayı, ürünlerini ahirette alacakları bir tarla gibi değerlendirme gayretine girmişlerdir. Böylece hem bu dünya hayatlarını mamur etmişler, hem de Allah’ın izniyle ahiretlerini kazanmışlardır.
İKRA: Bu konuyla bağlantılı olarak şöyle bir soru soralım: Müslümanların ve İslâm ülkelerinin dünya arenasındaki durumlarının hiç de iç açıcı olmadığını görüyoruz. Şüphesiz bu durumun nedenleri olduğu gibi, bu durumdan kurtulmanın da bir bedeli olacaktır. Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmak için nelerin yapılması, hangi bedellerin ödenmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Nevzat ONAY: Öncelikle, ‘ Kusur müslümanlıkta değil, bizim müslümanlığımızdadır.’ diyor Muhammed İkbal. Müslümanların ve Müslüman ülkelerin imkânlarına bir göz atalım. Müslümanlar neredeyse dünya nüfusunun dörtte birini oluşturuyorlar ve Hıristiyanlardan sonra ikinci büyük dini grup. Yine Müslüman coğrafyasına baktığımızda, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, tarıma elverişli topraklarıyla dünyanın en zengin, en verimli topraklarına sahip. Genç ve dinamik nüfus açısından da diğer ülkelerden daha avantajlı. Yani Müslümanlar, imkânlar ve fırsatlar açısından diğer ülkelere göre aslında daha iyi bir konumda. Ama buna rağmen sizin de söylediğiniz gibi Müslümanlar olarak durumumuz hiç de iç açıcı değil. Savaşların, katliamların ve açlıkların çoğu İslam coğrafyasında görülüyor.
O halde, bu hale nasıl düştük? Aslında bu soruya cevap vermek o kadar da zor değil. Sadece bir taraftan İslâm’ın emirlerine, Kur’an’ın talimatlarına ve diğer taraftan da bu emir ve talimatların muhatabı olan Müslümanların hayatlarına baktığımızda cevap kendiliğinden ortaya çıkıyor. İslam Müslümanlara “birlik olun, parçalanmayın, yoksa düşmanlarınıza yem olursunuz” derken, Müslümanlar paramparça olmuşlar. İslâm “bu dünya hayatı sizi aldatmasın, üstünlüğü malda mülkte değil, Allah’a kullukta arayın” derken, biz yönümüzü Allah’a kulluktan, dünyaya ve dünyanın geçici nimetlerine çevirmişiz. İslam, “bir babanın çocuğuna bırakacağı en güzel miras güzel ahlâk” derken, biz –belki de haram helal demeden- çocuklarımıza mal mülk bırakmanın derdine düşmüşüz… Yani aslında mevcut duruma nasıl geldiğimiz, hangi değerlerimizi kaybederek bu hale düştüğümüz belli. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmanın reçetesi de aslında ortada. Müslümanlar, sadece isimleriyle değil, düşünceleri ve yaşantılarıyla da Müslüman olacaklar. Hayatlarımıza yön veren kendi değerlerimiz ve inancımız olacak.
Biz, kişinin sosyal çalışmalar içerisinde, yani hayatın içerisinde yetiştiğini düşünüyoruz. Ahlâki özelliklerini, birçok erdemi bu yapıların içerisinde kazanabildiklerini düşündüğümüzden dolayı yukarıda bahsettiğim çalışmalara başladık. Okullarda belki eksik kalan adâb-ı muâşeret noktasındaki bu tür kazanımlar böyle bir çevre içinde, böyle bir çalışma üzerinden tamamlanabilir. Biz de ilkokuldan beri bu çevre içinde yetiştik ve bunlarla muhafaza olduk. Onun için bu tür yapıların ne kadar kıymetli olduğunu biliyoruz. Şimdi de yürüttüğümüz çalışmalar ile kendi değerlerimize ve ahlâki ilkelerimize sahip gençlerin yetişmesine gayret ediyoruz.
İKRA: Hocam biraz daha özele gelirsek Müslümanlar olarak hayatlarımıza ve yaşam tarzlarımıza baktığımızda, genel olarak dünyaya fazlaca daldığımız söylenebilir. Yani sahip olunan maddi imkânlara göre, hayatı bu dünyadan ibaret görenlerin yöneldikleri lüks ve konfor ile bu dünyanın imtihan yeri olduğunu söyleyen Müslümanların bu konudaki yönelişleri arasında ciddi bir fark görmek kolay olmuyor. Siz bu durumun hangi eksikliklerden kaynaklandığını ve nasıl aşılabileceğini düşünüyorsunuz?
Nevzat ONAY: Dünya tatlı ve çekici. Rabbim Ali İmran Suresi 14. ayette; “Nefsani arzular, kadınlar, çocuklar, altınlar (para), atlar (bugünkü arabalar yani), mal mülk çekici kılındı” buyuruyor. Rasul’ü: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister.” buyurması hatta “gözünü ancak toprak doyurur” diyerek bu hissin ölene kadar var olacağını belirtiyor. Yani, insanın dünyaya ve dünya nimetlerine meyletmesi aslında beklenen bir şey. Aksi halde imtihan olmaz.
Allah (c.c.) bu imtihanı başarıyla geçenleri ise Nur Suresi 37. Ayet-i Kerime’de överek anlatıyor; ‘Onlar ki, ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.’
Varlıkla imtihan gerçekten zor ki, müslümanın dünya nimetlerine, dünyanın göz kamaştıran zevklerine ve konforuna dalmaması, bu yöndeki nefsi arzularına karşı koyabilmesi Rabbimiz tarafından bahse değer bulunmuştur. Bütün bunlar geçicidir, aldatıcıdır ve insanın ebedi olan nimetlere kavuşmasına engeldir, dolayısıyla müslümanın dünya hayatına kanmamasındaki, dünyanın geçici nimetlerine ve konforuna dalmamasındaki temel saik, ahiret inancıdır, ahirette kavuşacağı sonsuz nimetlerdir. Şimdi sorunuzu bu çerçevede değerlendirirsek, dünyaya yönelme, dünyanın lüks ve konforuna sahip olma noktasında Müslüman ile Müslüman olmayan arasında bir fark göremiyorsak, ortada ciddi bir sıkıntı var demektir. Müslümanın, hayatını, inancına göre yönlendirmesi noktasında tehlike boyutlarında bir sorun var demektir. Bunun çözümü kendimize gelmemiz, Müslümanca düşünmek ve yaşamak için birbirimize destek olmamızdır. Asr suresinde ifade edildiği gibi, birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye ederek inancımızın gereğini yerine getirmemizdir.
İKRA: Birisi size gelse ve sorsa: “Tamam, bir Müslüman olarak dünyadaki haksızlıklara, zulümlere karşı çıkmak gibi bir vazifem var; ama tek başıma ne yapabilir, süper güçlere karşı neleri değiştirebilirim?” Ona nasıl cevap verir, neleri tavsiye edersiniz?
Nevzat ONAY: Kur’an’ı, Peygamberini ve sözlerini okuyan biri böyle bir soruyu nasıl sorar!? Lideri (sav) tek başına çıkmadı mı bu yola? Mus’ab bin Umeyr, Medine’yi tek bir davetçi olarak İslam’ın kalesi haline çevirmedi mi? Ya da Nuh (a.s) kavmine 950 sene tebliğ ettiği halde sadece bir avuç insan iman etmedi mi ona? Allah (c.c): “Şeytan ve dostlarından değil benden korkun.”, buyurmuyor mu? Ayrıca biz zaferden değil, seferden sorumluyuz. İslam’ı yaşayacağız ve yaşatacağız, bu kadar. ‘’Hak geldi batıl zail oldu’’ buyurur iken Rabbim, biz ‘’Batıl geldi, hak zail oldu’’ mu diyeceğiz?
Müslüman olarak zafer, İslam üzere kalabilmek, İslam’ın emir ve yasaklarını yerine getirme gayretinden uzaklaşmamaktır. Bunu başarabilir ve Müslüman olarak ruhunu teslim ederse, tek başına da olsa, karşısında bütün dünya da olsa, o hedefe ulaşmıştır. Bu arada başkalarının da hidayetine vesile olmuşsa, elbette bu zaferin taçlandırılması olur. Bizim hedefimiz de bu olmalı; Müslüman olarak kalıp, Müslümanca yaşamak ve başkalarının da İslâm nimetiyle nimetlenmesine vesile olmaya çalışmak. Bizim bu çalışmamız neticesinde bütün dünya Müslüman olsa da, tek bir kişi Müslüman olmasa da bizim sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluruz.
İKRA: Hocam şüphesiz ülkemiz ve İslâm âlemi kadar, Batı’yı ve genel olarak dünyayı da takip ediyorsunuzdur. Batı’ya baktığımızda bir tarafta imkânlar, fırsatlar, zenginlikler; ama aynı zamanda büyük oranda insani değerlerden uzaklaşma, ahlâki çöküntü ve yozlaşmanın olduğunu gözlemliyoruz. Bu kapsamda gelişmişliğine, zenginliğine ve diğer milletler karşısındaki maddi üstünlüğüne rağmen Batı’yı nasıl bir geleceğin beklediğini görüyorsunuz? Bu noktada Müslümanlara nasıl bir görev düşüyor?
Nevzat ONAY: Kur’an’ı Kerim bu sorunuzun cevabı olacak örneklerle doludur. Gücün ve maddi imkânların zirvesine çıkan veya ahlâksızlığın dibini bulan kavimler ve kişiler anlatılır Kur’an’da. Güçleri ve zenginlikleriyle övünen Ad kavmi, Semud kavmi, Firavun, Nemrut ve Karun… Allah’tan ve Allah’a kulluktan yüz çevirdikleri için Allah’ın azabını daha dünyadayken tatmışlardır. Allah’ın emir ve yasaklarına uymayarak her türlü hile, haksızlık ve ahlâksızlığı irtikâp eden Medyen halkı ve Lut kavmi de yaptıkları nedeniyle daha bu dünyadayken cezaya müstahak olmuşlardır. Yaratıcıyı unutarak yeryüzünde büyüklenip, yeryüzünü haksızlıkla dolduran diğer topluluk ve kişilerin de akıbeti bunlardan farklı olmamıştır, bundan sonra da olmaz.
Aslında Batı toplumu da bu ilahi kuralın çok dışında değildir. Bir taraftan gücünün ve maddi imkânlarının zirvesindeyken, diğer taraftan da en fazla intiharların yaşandığı, uyuşturucunun kullanıldığı ve psikolojik ilaçların tüketildiği bir yer haline gelmiştir. Yani çöküşün başladığı söylenebilir. Yine Batı sömürgesinde olan başta Afrika ülkeleri olmak üzere, uykudan uyanıp bu düzene başkaldırdıklarında çöküş iyice hızlanacaktır.
Sadece batı değil, tüm dünya, teknoloji ile birlikte orantısız fuhşiyat, bireyselcilik ve kapital saldırı altında inliyor. Bir virüs ile bile dünya nasıl bir dönüşüme girdi hep beraber gördük. Toplum abdest almaya hazır hale geldi. Huzur İslam’da. Huzuru yakalamaya çalışalım. Biz, İslam’ı hayatımıza hakim kılarsak, insanlar huzura, mutluluğa koşacaktır.
Aksine, biz yaşadığımız toplumu hatta dünyayı değiştirmek için mücadele etmezsek Rasulullah (sav.), hani bir gemiye binen iki topluluktan bahsediyor. Bir grup, kura sonucu güverteye geçerken, diğer grup alt kısma geçiyor. Nihayetinde yukarıdaki kardeşlerine rahatsızlık vermemek için kendi alanlarından bir delik açıp suyumuzu oradan alsak diyorlar. ‘Şayet diğerleri buna müsaade edecek olsalar hep birlikte batıp helâk olacaklar’ buyuruyor. Biz de aynı gemideyiz (dünya). İnsanların yanlışları ile mücadele etmezsek beraberce helâk oluruz. İnsan sosyal bir varlıktır ve birbirinden etkilenir.
İKRA: Hocam bizi, yani İKRA (İlim Kültür ve Rahmet) Derneği’ni yakından tanıyan ve dolayısıyla belirli bir program çerçevesinde kitap okumayı ve okutmayı ana faaliyet alanı olarak seçmiş bir dernek olduğumuzu bilen birisiniz. Bu konuda bizlere ve okurlarımıza neler söylemek istersiniz, neler tavsiye edersiniz?
Nevzat ONAY: Evet İKRA Derneği’ni Şehit Mehmet YILMAZ abi vesilesi ile kuruluş aşamalarından itibaren tanımış oldum. Bizim çalışan kesime yönelik bir çalışmamız olmadığından eskiden beri arkadaşları yönlendirdiğimiz kardeş derneğimiz diyebilirim. Biz de öğrencilere ve hocalara yönelik okuma faaliyetleri yaptığımızdan, İKRA Derneği’nin ‘Oku’ emrinin gereğini yerine getirmek için çıkmış olduğu yolun zorluğunu bilirim. O nisbette Rabbim ecrini de verecektir inşallah. Rabbim emeklerinizi zayi etmesin ve diğer çalışmalarınızı da bereketlendirsin inşallah.
İKRA: Bize zaman ayırdığınız ve kıymetli bilgiler verip, güzel değerlendirmeler yaptığınız için çok teşekkür ediyoruz. Çalışmalarınızda başarılar ve kolaylıklar diliyoruz.
Nevzat ONAY: Ben teşekkür ederim, bütün İKRA’lı dostlarıma çalışmalarında kolaylıklar dilerim.