Dr. Hüseyin Kâmi BÜYÜKÖZER (GİMDES-Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme ve Sertifikalama Araştırmaları Derneği Başkanı)
Hocam öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Hüseyin Kâmi
BÜYÜKÖZER kimdir? Kendinizi tanıtır mısınız?
Basit bir vatandaş, Allah'ın bir kulu. Başka bir şey izah etmeye gerek yok.
Mesleki olarak kendinizi anlatır mısınız? Bu işe nasıl başladınız?
Ben makine mühendisiyim. Ege Üniversitesi’nde doktoramı yaptım. Doçentlik için hazırlık yapmak üzere bir proje kapsamında Almanya'ya gittim, Bochum Üniversitesine. Çalışmaya başladım fakat ihtilâl sonrasına denk geldiği için Türkiye’de ki komutanların hışmına uğradım. Yarı yolda çalışmalarımızı ihmal ettiler. Zaten Cenâb-ı Hakk bizi başka bir yerde istihkâm ettireceği için onun bizim açımızdan önemi yoktu. Ben çoluk çocuğumla gittiğim ve 3 sene de orda kaldığım için yeme içme konusunda doktora değil profesörlük yapmak zorunda kaldım. Çünkü çocuklarınız var ve sürekli bir şeyler istiyorlar. Sizde Müslüman olmayan bir ülkedesiniz, yiyeceklerin ve içeceklerin İslam'a uygunluğunu araştırmak durumunda kaldım. Türkiye’ye ise gıda konusunda çok büyük bir bilgi yığınıyla döndüm. Netice de çocuğum vardı. Onların üstünde ciddi bir otorite kurarak haramdan korumaya çalıştım.
Ankara’ya evimize geldik. Evimize gelince ben ve çocuklar sanki cendereden kurtulmuşuz gibi olduk. Çocukların eline para verdim. "Çocuklar gidin ve marketten istediğinizi alın." diye. Gittiler ve daha 5 dakika olmadan döndüler. Ellerinde hiçbir şey yoktu. Bende merakla 3 sene onun sıkıntısını çekmemişim gibi "Niye hiçbir şey almadınız?", diye sordum. Çocukların bana cevabı şu oldu: "Baba, Almanya’da bize 3 yıl yasak koyduğun bütün ürünler bizim marketimizin raflarında. Onun için hiçbir şey alamadık." dediler. Yıl 1984 idi. Çocuklardan gördüğüm bu reaksiyon beni müthiş derecede etkiledi ve dedim ki "Rabbim beni Almanya’da 3 sene makine konusunda tez yaptırmak için değil bu meseleyi öğrenip halka anlattırmak için göndermiş." Netice de o bilgileri bizim toparlayıp topluma anlatmamız lazım diye düşündük. 1984'de hazırlamaya çalıştığım notlarımı 1986'da "Gıda Raporu" adlı bir kitapçığa çevirdim. Çoğu Almanya’dan topladığım belgelerin tercümesi. Bu kitabın baskısı 1993'e kadar geldi. Fazla reaksiyon olmadı ama en son 93 baskısı bir patlama gösterdi ve kıyamet koptu. Bütün firmalar ayaklandı. Bir tanesi mahkemeye verdi. Bu firma Algida, Knorr, Liptonun da içinde bulunduğu yahudi firması Unileverdi. Bu işe böyle bir başlangıcımız oldu. O gün bugündür devam ediyoruz.
GİMDES nedir? Niçin böyle bir dernek kurma ihtiyacı hissettiniz?
Bugün Dünya’da yaklaşık 2 milyar müslüman yaşıyor. 2 milyar insan yani koca bir ümmet. Bugün bu insanların gücüne, kuvvetine ve dünyadaki olaylar karşısında tavrına veya aktivitelerine baktığımız zaman, büyük ölçüde eylemsizlik ve hareketsizlik var.
Fakat bizim dinimiz olan İslam bize "İki günü bir olan ziyandadır!" talimatını veriyor. Buna rağmen Dünya’da insanlar katledilirken Müslümanların kılı kıpırdamıyor. Bu bizim dinimizde bir "fetret devri" olduğunu gösteriyor. Fetret Devri nedir?
Bir takım aktiviteleri yapamaz duruma gelmiş demektir. Bunun sebebini araştırdığımız zaman, "Acaba bu insanlar haramla mı besleniyor?" sorusu aklımıza geliyor. Çünkü bu türlü kötülüklere karşı Müslümanlar cihad hareketini yapamıyorsa bir yanlışlık vardır. Dolayısıyla bugün helâl lokmasız bir ümmet oluştuğunu görüyoruz ve bunun giderilmesi için olaya müdahale etmek lazım diye düşündük. Müslümanların yediği-içtiği gıdalar kesinlikle bizim kontrolümüzde değil, müslümanların kontrolünde değil, teknolojisi, makinesi, hammaddesi, katkı maddesi de dahil bir ürünün son aşamaya gelene kadar, hiç bir adımı bizim kontrolümüzde değil. Demek ki burada kritik bir nokta var. Sonradan baktığımızda ise gıda olayı iyi organize edilmediği zaman insanlar kontrolden çıkabiliyorlar ve kötülüklerin, şeytanın emrine girebiliyor. O halde bunun önünü kesmemiz lazım diye düşündük. İsteğimiz bu gıdaları tekrar Müslümanların üretmesi yani başından sonuna kadar bütün kontrol Müslümanların elinde olsun istiyoruz. Şuan maalesef o nokta da değiliz. O halde bugün yapacağımız şey bu gıda maddelerinin kontrolünü yapıp mümkün olduğunca "Helâl Maddelerden" oluşmasını sağlayacağız. Tabi bu da bizim önümüze bir sertifikalama sistemini mecburi hale getiriyordu. Biz de böyle bir kurum oluşturalım neticede de bu kurum ile bunları yapalım. Bunu oluşturduk fakat noksanlıklar olduğunu gördük. Çünkü bizi sadece Türkiye’dekiler tanıyordu, dışarıdakiler tanımıyordu.
Sonra kendimizi dışarıya da tanıtmanın yollarını araştırdık. Baktık ki Dünya’da bu sıkıntıyı gören başka Müslümanlar da varmış. Malezya, Endonezya ve diğer bazı Müslüman ülkelerinde bizden önce bazı Müslümanlar bu telaşın içine girmişler. Hatta Amerika ve Avrupa’da ki bazı Müslümanlar da öyle. Bizde bunlarla irtibat kurup işbirliği yapmamız gerektiğini düşündük. Araştırma ve soruşturmalarımızın ardından 2008 yılında işin ucunu anca yakalayabildik. 2005'te kurulduk, 2008’de duyduk ki "World Halal Council" (Dünya Helal Konseyi) adında bir kuruluş oluşturulmuş. O kuruluşun kongresinin de o sene Tayland’da olacağını duyduk. Toparlandık ve oraya gittik. Oraya gittiğimizde çok heyecan verici ve bir o kadarda enteresan bir fotoğrafla karşılaştık.
Yaklaşık 40 ülkeden bu heyecanı duyan insanlar, kendi ülkelerinde sivil toplum kuruluşları oluşturmuşlar ve bir araya gelmişler. Bizi de takdim ettiler, Türkiye’den deyince müthiş bir alkış koptu. Birisi yanımıza yaklaşıp "Siz şimdiye kadar neredeydiniz? Bu aktörlük görevini neden bugüne kadar yapmadınız? Bizi böyle perişan ettiniz." dediler.
Bizim Helâl Sertifika olarak verdiğimiz ilk sertifika yurtiçinde kullanılmadı, yurtdışında kullanıldı. Hatta biz başlangıçta yurtiçinde kullanılmayacağına dair ifadeler koyduk sertifikamıza. Çünkü o gün ki mevzuatlarda ne helâl sertifika verme ne de etiketlere helâl logo koyma izni vardı, yasaktı. Koyanlara para cezası kesiliyordu, Türkiye burası. Türkiye’de bu uygulama 2011-12 yılına kadar devam etti. Güya haksız rekabet oluyormuş. Bu yüzden etiketlere helâl logosu koyulamıyordu. Koyanlar mutlaka bakanlık nezdinde cezaya çarptırılıyorlardı. Çok uğraştık ve bugün sertifikalarımızdan "Sadece yurtdışında kullanılır." ibaresi kaldırıldı ve bütün Dünya’da kullanılabilir bir sertifika haline geldi.
Elhamdulillah, Peki hocam helâl sertifikası nedir? Yani helâl sertifikası alınması için gereken kriterler nelerdir?
Kriterler dediğimiz zaman, bunu kendi aklımızdan çıkarma hakkına sahip değiliz. Madem helâl kavramını İslam dininde buluyoruz o halde dinimiz İslam bu konuda ne diyor, ne haram, ne helâl, ne şüpheli? Bunları tespit etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla Kur'ân'a ve Peygamberimiz (s.a.v.)'in hadislerine dönüyoruz. Kur'ân’da bildiğiniz gibi ayetlerin bazıları "Ey İnsanlar!" diye başlıyor, bazen de "Ey Mü'minler!" diye başlıyor. Fakat âyetlerin devamı aynı, "Helâlen Tayyiben gıdaları yiyiniz ve şeytanın aksine hareket edin, onun adımlarına uymayın..." (Bakara,168) ve aslında bu konu bütün Müslümanları şiddetli bir şekilde bağlayan Ayet-i Kerimeler ama maalesef en az 100 yıldan beri Müslümanlar yediklerinin, içtiklerinin ne olduklarından habersizler.
Efendimiz (s.a.v)'de diyor ki: " Helâl belli, haram belli ama ikisinin arasındakiler arasında bir alan var ki, onun adı şüpheliler alanıdır. Siz siz olun o alana da girmeyin. Girerseniz dininizi ve iffetinizi tehlikeye sokmuş olursunuz."
Burada ağır bir hüküm var. Yani şüpheli alana bile girersek dinimizi ve iffetimizi tehlikeye sokmuş oluruz, burası çok önemli.
Bundan sonra başka bir Hadis-i Şerif geliyor aklımıza;
Bir adam seferden gelmiş. Üstübaşı toz içinde, oturmuş çölün ortasında
Allah'a yalvarıyor. "Ya Rab!, Ya Rab!" diyor. Peygamberimiz (s.a.v) cevap veriyor; "Onun yalvarması bir işe yaramaz ki. Yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, onun bütün amelleri haram! Onun duası nasıl kabul olunur ki?"
Bu da kuvvetli bir hadis. Sonrasında baktığımızda ise kendimizi ahir zamanda kabul ediyoruz. Yine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor; "Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar yediğinin içtiğinin haram mı helâl mi olduğunu bilmeden yaşayacak" diyor.
Bu durumda bütün bunlar bizim acil kurtarılacak listemizi oluşturur. Bizim şu anda acil olarak kurtaracağımız eşyamız, lokmamızdır.
Peki hocam GİMDES bu işi nasıl yapıyor? Bünyenizde hangi nitelikte insanlar çalışıyor? Din adamı, Kimyager, Fıkıhçı vs. Bu işin içinde mi?
Evvela biz böyle bir kurum oluşturacaksak, konuyu ortaya koymamız gerekir. Bunu yaptık. Konu nedir? Bu konu, hem teknolojiyi, hem üretim metodlarını, hem de olayın dini boyutunu önümüze getiriyor. Din adamlarımıza döndük, teknolojik bilgilerden büyük ölçüde yoksunlar. Teknik adamlarımıza döndük, büyük ölçüde İslam'ın emirlerinden habersiz. Böyle bir nesil yetişti maalesef. O halde bunları bir araya getirmemiz lazım diye düşündük. Dolayısıyla 2006 yılında ilk davetimiz oldu. Hem teknik adamları yani üniversiteler, şirketler vesaire alanlarında uzman insanları, Gıda Mühendisleri, Kimyacılar, Doktorlar, Veterinerler bir yandan da üniversitelerde veya medreselerde ün salmış hoca efendileri davet ettik ve yaklaşık 50 kişilik bir heyet bu davetimize icabet etti.
İlk toplantımızı bizim Anadolu Aslanları teşkilatının salonunda yapmıştık. Aralarında bu amaca hizmet etmek isteyenler vardı ama karşı olanlar da vardı. Hatta şu anda müslümanların helâl sertifika vermesine gerek yok, dinde böyle bir şey yok, sadece haramları ilan etmekten sorumluyuz diyenler oldu. Bunun yeterli olmadığını düşünüyoruz biz, hadis-i şerife dayanarak. Biz şu an şüphelilerin olduğu noktadayız, orda duruyoruz. Mesela bir bisküvi, dışarıdan baktığımızdan yenilebilecek bir madde olarak gözüküyor ama bugün onun içine öyle maddeler koyuyorlar ki bu madde direkt olarak şüpheliler noktasına geliyor. Mesela bisküvi unludur, içinde un kullanılmış. Peki bu unun içerisine sadece buğday mı girmiş yoksa hayvanlardan elde edilen başka maddeler de mi girmiş? Kimsenin haberi yok ve bunu yiyoruz. Mesela bir gıdanın yapımında “sistein” kullanılıyorsa ve bu da Çin’den ihraç edilmiş ise bir düşünmek gerekir. Çünkü Onlar kendileri “sisteini” domuz kılından ürettiklerini açıkça söylüyorlar. Şimdi düşünün bakalım, bunu biz yiyebilir miyiz? Daha da konuşacak olursa mesela yufka, baklavalarımızı, böreklerimizi yaptığımız yufka ama batının eline geçince bunun teknolojisi, bunu makineyle yapmaya başlamışlar ve hamuru yufka haline getirmek için içerisine “sistein” koyuyor ve “sistein” olmadan da bu makine çalışamıyor.
Bu maddeyi koymaz ise makine yufkayı parçalıyor, koyunca ancak istediği incelikte çıkarıyor. Bir baklava yufkasının domuz kılından yapılan bir maddeyle üretildiğini duysak o baklavayı yiyebilir miyiz? Dolayısıyla bunu ortaya çıkarmak için hem din adamlarına hem de meslek uzmanlarına ihtiyacımız vardı. Dolayısıyla GİMDES dediğimiz zaman doktorlar, veterinerler, gıda mühendisleri, kimyagerler, fıkıh alanında uzman olan insanlardan meydana gelmiş part-time hizmet eden bir kadromuz var. Bu kadronun toplam sayısı yaklaşık olarak 100 diyebilirim. Bunun haricinde her gün aktif olarak bize hizmet etmesi gereken kadroyu da full time yaklaşık 30 kişi olarak bünyemizde devam ettiriyoruz. Bu insanlar, dediğimiz bütün incelemeleri yapmak zorunda. Mesela bir firma bize müracaat etmek istiyorsa sertifika için, evvela başvuruyor bize, biz de bunun için onlara bir yol haritası çiziyoruz. Yani denetime gelmeden önce neleri hazırlaması gerekir, hangi maddeleri ve belgeleri hazırlaması gerekir bunu bildiriyoruz. Bunu bildirdikten sonra "Ben hazırım" dedikten sonra bir sözleşme hazırlıyoruz ve akitleşme başlıyor. Bununla birlikte bütün bu bilgileri içeren bir helâl el kitabı hazırlayıp yolluyoruz. Bu sözleşmede taraf olan GİMDES bir kefâlet kurumu niteliğindedir 2 milyar tüketiciye karşı. Dolayısıyla Allah'ın huzurunda yalan söylemeye hakkın yok. Benim bilgimin dışında sizin de manevra yapmaya hakkınız yok. Ne iş yaparsan benim bilgim dahilinde yapacaksın şeklinde oluyor bu akitleşme. Sonra ekibimiz denetlemeye gidiyor. Bu denetleme hem evrak üzerinde hem de tesis üzerinde oluyor. Mesela; bir tavuk için kesimhanesinden, çiftliğine kadar, kesim noktasından temizlenmesine kadar bütün safhaları bizim görmemiz lazım. Evrakları da denetleriz. Mesela bizim kontrol edemeyeceğimiz bir yerden madde almış mı? Maddeyi aldığı yer sakıncalı mı, değil mi? gibi. Faturalarına vesairelerine bakmak durumunda kalıyoruz. Her şey tamam olduğunda sertifika belgesi veriyoruz.
Sertifikayı verdikten sonra esas macera başlıyor. Bizim için sertifika vermek yaptığımız işin %20'si. Kalan %80 ise o sertifikanın namusunu korumaktır.
Peki Bu sertifikaların geçerlilik süresi nedir?
1 yıllıktır. Eğer iki taraftanda sözleşmeyle alâkalı memnuniyet sağlanırsa bu süre 2 yıla çıkabiliyor ama ilk olarak her zaman 1 yıldır. 2 yıldan fazlası bizim için yok. Yani 4 yıllık veya 5 yıllık sertifika olmaz.
Türkiye’de halk arasında devletin bir boşluğu olduğu söylenir hep. Sizce helâl gıda konusunda problem en çok hangi alanlarda görülüyor?
En çok helâli anlama ve tanıma mevzusunda problem çıkıyor. Çünkü toplum ve devlet bilmiyor ki. Şimdi bugün devletin bütün kanunlarını, yasalarını, yönergelerini vs. inceleyin helâl veya haram kavramlarıyla alakalı hiçbir şey bulamazsınız. Hem Tarım Bakanlığına hem Sağlık Bakanlığına gidip bakın, onların mevzuatlarını kontrol edin. Kesinlikle bu haramdır bunu kullanmayın diye bir şey bulamazsınız. Bunlar acı şeyler ama gerçek şeyler.
Ben 1974-1979 döneminde Sanayii bakanlığında müsteşarlık yaptım. Yani bakandan sonra gelen bir noktada çalıştım. İlk defa ben o zaman gördüm devleti ve bir müslüman için ızdırap verici bir olay bu. İçin kan ağlayarak kanunları uygulamak zorunda oluyorsun. Kanunlara karşı gelemiyorsun. Bugün ki hükümeti meydana getiren insanların gayrimüslim olduklarını dile getirebilir miyiz? Hepsi Müslüman. Hatta Müslümanlığı şiar edinmiş insanlarımız var bugün ki hükümette. Buna rağmen şuanda tabiri caiz ise kuş diliyle anlatabiliyorlar İslam ile ilgili meramlarını.
Şuana kadar yeterli bir alana ulaşılmamış gibi görülüyor bunu neye bağlıyorsunuz?
En önemlisi helâl gıda kavramına sahip çıkmıyor birçok insan. Biliyorsunuz İslam dininde bir kaide var; "Bir işi yapmak istiyorsanız o işin fıkhını bilmeden yapmayacaksın." Ticaret yapacaksınız, ortaklık yapacaksınız, evleneceksiniz vs. bütün bunların fıkıhta yerleri var. O bilgileri öğrenmek zorundasınız. Mesela anne çocuğa süt verecek. Anne çocuğa rastgele süt veremez bunun şartları var. O şartlara uygun olarak anne yavrusuna süt verebilir. Yahut genç bir delikanlı evlenecek. Kafasına göre, rastgele bir evlilik yapamaz. Evlilik şartları fıkıhta tespit edilmiş. Buna riayet etmesi lazım. İslam bir hayat nizamıdır. Bu hayat nizamı hayatın her noktasına çözüm getirmiş. Bu çözümü öğrenerek uygulamak zorundayız ama bugün gıda sektöründe bu işleri yapan insanların %90'ı "bunları müslümanlara yedireceğim onların dinine uygun bir şekilde bu işi yapayım" diye kafalarının köşesinden bile geçirmiyor. Hatta kasıtlı olarak ihanet ediyor birçoğu. Sahtekârlık yapıp bile bile haram yediriyorlar. Mesela duyuyoruz, görüyoruz filanca üründe domuz kıyması tespit edilmiş. Şimdi bunu üreten adam domuzun haram olduğunu bilmiyor mu? Bunları Müslümanlara yedireceğini bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Yine de ucuz olduğu için domuzu kullanıyor ve yahutta hainliğinden yapıyor. Kendisi domuzsever olduğu için Müslümanların domuz yememesine kızıyor ve yedirmeye çalışıyor.
Peki tekrar sertifika mevzusuna dönecek olur isek, özellikle et ürünleri satan firmalar bir çok ürün satıyor. Verdiğiniz sertifikaları marka adına mı alıyorlar? Yoksa her ürün için ayrı ayrı sertifika almak durumundalar mı?
Sadece ürün için sertifika veriyoruz. Mesela filanca firma sertifika aldığı zaman her ürün için sertifika almış bulunmuyor. Sadece başvurduğu ürün için sertifika alabiliyor. 10 çeşitlik bir ürün yelpazesi var ise 10'u içinde sertifika alması gerekiyor. Kefâlet konusunu kafamıza iyi sokmamız lazım. Bu mesele çok önemli. Yani bir şeye kefil oluyorsun bu ne demektir? Allah'ı şahit tutuyorsun. Ben buna kefilim diye.
Efendimiz (s.a.v) döneminde bir adam ölmüş. Cenaze namazını kıldırması için Efendimiz'e talepte bulunmuşlar. Bunun üzerine cemaate dönüp "Hayattayken borcu filan var mıydı?" demiş. Cemaatten biri de "Bana borcu vardı." demiş. O zaman arkadaşınızın namazını siz kıldırın demiş Efendimiz (s.a.v.). Kendisi kıldırmamış. Birisi yüklenmiş "Tamam, ben kefilim. Borcunu ödeyeceğim" demiş. Bunun üstüne Efendimiz (s.a.v) namazı kıldırmış.
Bu yaptığımız işin mesuliyetini şimdi anlıyorsunuz değil mi? Biz bu işi yaparken 4 mezhebin hukukuna riayet etmek için de uğraşıyoruz.
Dünyada helâllik konusunda sadece yahudilerin dikkat etmesi hususunda bir algı var. Neden böyle bir algı var? Hristiyanlarda da böyle bir algı var mı?
Hayır, Hristiyanlar bu duyarlılıklarını kaybetmişlerdir. Yahudilerde ise sadece hahamların daha doğrusu hahamların başında olan insanların koymuş oldukları kaideler ile sınırlı bir uygunluk algısı var. Helâllik demek istemiyorum. Bu kelimeyi onlarla kullanmak istemiyorum. Kendi anlayışlarına göre dinlerine uygun olarak kabul ettiklerine "koşer" dedikleri bir belge veriyorlar. Tabii bu bizim anladığımız manada Allah'ın kabul edeceği bir helâllik kıstası değil.
Bu iş ben sertifika veriyorum demekle olmuyor. Bu işi, bu ağır mesuliyeti taşıyabilecek insanların yapması gerekir. Bugün ortalıkta ben de sertifika veriyorum diyen insanlar var. Bunlar çok büyük yanılgı içerisindeler. Çocuk oyuncağı değil bu. Türk Standartları Enstitüsü (TSE) çıktı piyasaya "ben sertifika veriyorum." diye. Ben yazı yazdım. Çocuk oyuncağı değil “Helâl Sertifikası” vermek. Sen veremezsin bunu. Çünkü TSE İslam kurallarına dayalı bir şekilde kurulmuş bir kurum değil. Bir eliyle Türkiye'de ki şarap fabrikalarına belge veriyorlar. Şarabın kalitesi ile alakalı belgeler veriyorlar. Öyle kurulmuş çünkü. Laik devletin bir kurumu olarak kurulmuş.
Ben bunu İslam'ın temizliği ile bağdaştıramadığım için karşı çıktım. TSE ne kadar helâl sertifika veriyorum derse desin, ne kadar Diyanet İşleri Başkanlığıyla çalışıyorum da derse desin. Bu sertifikayı veremez çünkü kadroları İslam çizgisinde yaşayan bir kadro değil. İnceleyin. Gidip başkan ile görüşmek istiyorum dediğinizde, sizi adeta çıplak bir sekreter karşılıyor. İslam'ı laikleştirmeye kimsenin hakkı yok.
Hocam GİMDES'in dini bir yönünün olmasına karşı olan tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tepki yok. İlk dönemler vardı lâkin şimdi bizim anlattığımız ve yaptığımız olay hepsini tatmin ediyor. Çünkü Allah çok önemli bir ayet yollamış insanlığa;
"Ey İnsanlar! Helâlen Tayyiben gıdaları yiyiniz ve şeytanın aksine hareket edin, onun adımlarına uymayın..." (Bakara,168)
Ey insanlar diyor burada, bütün insanlığa sesleniyor ve "helâlen tayyiben" diyor. Sadece "helâl" demiyor. Helâl'in yanında bir de tayyib kelimesini kullanıyor ve hatta arapça ifade ile "helâl" kelimesinin anlamına yardımcı olan bir kelime "tayyib".
"Tayyib" nedir? “Tayyib" temiz, saf, pak, sağlıklı, kaliteli demektir. Cenâb-ı Hakk bu manaları vermiş "helâl"in yanında.
Ben Amerika’da çalışırken bir Yahudi grubu bana eğer siz bu şartlara haiz ürünler getirirseniz Amerika'ya biz burada sizi tercih ederiz diyordu. Dindar bir yahudi grubuydu kendi inançlarına göre. Hristiyan veya Yahudi fark etmiyor. Allah'ın ayetinde söylenen şey bütün insanlığa söyleniyor. Kim istemez ki sağlıklı yürüyebileyim?
Bütün bunların dışında ülkemizde gıda güvenliği ne durumda? Bunlarla alakalı problemler nelerdir?
Bu olay güvenlik kelimesinin tanımına bağlı. Batıdan alınmışsa eğer güvenlik anlayışı sıkıntılıdır. Çünkü orada sadece dış yüzeye, yani bedene karşı bir güvenlik anlayışı var. "Food Safety" diye İngilizceden tercümesi "Gıda Güvenliği" olan belgeleri veya konseyleri bizi temsil etmiyor. Gıda Güvenliğinin içinin doldurulması lazım. Batının gıda güvenliği mantalitesi, anlayışı, bizim Müslüman olarak ihtiyacımızı karşılamıyor. Yani temiz, hijyenik bir domuz etine batı "Güvenli Gıda" belgesi veriyor. Hatta bazı şaşkınlar helâl kesilmiş domuz eti diye bunları paketleyip satmaya çalışıyorlar. Bu insanlarda İslam'ın temelini kavrayamamış insanlardır. Tabi aynı mantığa sahip Türkiye’de dejenere edilmiş insanlar da var. Onlarda batının bu mantalitesine uyuyor. Mesela batıda yenebilir jelatin yazar etiketlerde. "Edible gelatin" bunu da bizimkiler "Yenebilir jelatin" diye tercüme ediyorlar ve bunu da ürün etiketlerine koyabiliyorlar. Bizim saf, cıvık Müslümanlar da "aa yenilebiliyormuş." diye alıp bunları yiyorlar. Onların yenebilirlik şartı, bizim yenebilirlik şartımızdan çok farklı.
Ben bizzat Almanya'da 3 yıl yaşadım. "Edible Gelatini" kendilerinin ifadesiyle "Mezbahanelerden domuz, sığır, koyun karışık olarak kesilen hayvanların deri ve kemik parçaları bizim tesislerimize gelir ve bizde onlardan yenebilir jelatin üretiriz." şeklinde anlatırlar. Yani onların anlayışında domuz deri ve kemiğinden yapılan jelatin yenilebilir jelatindir.
Almanya da ki jelatin fabrikaları diyorlar ki "bizim jelatinlerimiz karışık üretilmiştir. Domuz, sığır, koyun vs. onların deri ve kemiklerinden üretilmiştir. Dolayısıyla jelatinlerimiz domuzdan üretilmemiştir diyemeyiz" diyorlar. Lakin bunu kullanan bir yumuşak şeker firması olan "HARİBO" Almanya’daki fabrikasında, "üretimlerinin Alman sağlık standartlarına göredir ve jelatinlerimiz domuzdan olmamıştır diyemeyiz." diyor. Peki bizim ithalatçımız napıyor, onlar bu namuskârlığı gösterirken? Bizim ithalatçımız aynı fabrikadan jelatin alıyor ve Türkiye'ye sokarken sığır jelatinidir diye etiket yapıştırıyor.
Peki bu denetlenmiyor mu?
Kim denetleyecek ki? Hayır kimse denetlemiyor maalesef...
RÖPORTAJ: Salim UZMAN - Murat AĞBABA