Abdülmetin BALKANLIOĞLU

Abdülmetin BALKANLIOĞLU

Abdülmetin BALKANLIOĞLU

 

Hocam öncelikle, bu yoğun temponuzda bize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Okurlarımız için sizi kısaca tanımak istiyoruz.

Kendimi tanıtmak istemezdim ama siz istediğiniz için; emir demiri keser. Emir, talimattan daha ziyade yapılması gereken iştir.

1958 Çorum, Sungurlu, Aşağı Fındıklılıyım. İlk terbiyemi Türkiye standartlarına göre aşırı dindar sayılan ailemden aldım. Hele annem 4 yaşından beri namaz konusunda bizi sıkı markaja almıştı. 70-77 Çorum İHL mezunuyum. MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) okul başkanlığı yaptım. 78’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazandım. İlim Yayma Cemiyeti ve MTTB’nin ortak bir organizasyonunda Mahmut Efendi ile tanışma şerefine nail oldum. Hoşuma gitti, o mübareği sevdik. O’nun ruh disiplinini sevdik ve onun tesiri ile İstanbul Hukuku bırakıp önde gelen kıymetli hocaların derslerine katılarak manevi eksikliğimizi, ilmi eksikliğimizi endirekt olarak tamamlamaya çalıştık.

Hocam, kaçıncı sınıfta bıraktınız hukuku?

1978’de girdim, 20 sene okulda süründüm, askerliği tecil etme amacıyla kayıtlı kaldım, kendi hedeflerimi, projelerimi gerçekleştirmek için. Prensip olarak özelde ve genelde Allah’ın hukukunun, nizamının hâkim olması, gerektiğine inandığım için, sadece ve sadece onu düşündüğüm için, davam adına başka meşru amaçlarla da olsa oralarda olmak istemedim, tarzım adına. İyi niyetli birilerinin bir yerlerde olmasına da karşı değilim. Yalnız, Mahmut Efendi bu işlere “Çün buldun ilmi Kur’ân, neylesin ilmi Yunan”, “Sen Kur’ân ilmini bulmuş birisin, Yunan hukukunu bırak.”, anlamına gelebilecek söylemde bulunarak endirekt bir kuşatmayla beni soğuttu.

Meslek hayatınızdan da bahsedelim mi, hocam, kısaca?

Köy, kasaba, büyükşehir… derken sistematik bir şekilde merdiven basamaklarını çıkarak, kademeli, tecridi bir şekilde bu günlere geldik çok şükür.

28 Şubat inançlı insanların ciddi manada tırpanlandığı bir dönemdi. Ben de bunlardan nasibimi aldım. Trakya taraflarına sürüldük, sürülmemde iyi oldu. Köyde ilk defa kitaba dayalı, kaynaklara dayalı din tanıdılar, din hizmetçisi tanıdılar. Baskılardan yılmam ben, çok şükür. Ama sonrasında 28 Şubat’ın kalıntıları devam ettiği için, uğraşmalar devam ettiğinden icbâri bir şekilde istifa etmek zorunda kalıp, istemeyerek meslek hayatıma son verdim. Emeklilikten sonra daha özgür olduğum için haftada 3 camide %99’u genç katılımlı, hafta sonları %99’u il dışı olmak üzere çeşitli STK’ların, vakıfların, cemaatlerin (cemaatlerin formasını taşımamak kaydı ile, mensubiyetleri inkâr etmeyen biriyim ben, çünkü İslam cemaatçilik dini değil, cemaatler dinidir.) programlarına gidip sohbet ediyorum. %90 Avrupa ülkelerini, %70 Türki ülkeleri, Kuzey Afrika ve İç Afrika ve bilumum ülkeleri dinim, davam adına gezip sohbet ediyorum, bu tür seferlerim mükerreren oldu. Şimdi de aynı yoğunlukta çalışıyorum.

Hocam, dünyaya geliş nedenimiz ile konuya giriş yapalım isterseniz?

Dünyada birçok canlı var, iki ayaklı düşünen canlılar var. Bunların içinde “belhum adal” tipli insanlar da var. Müşrik, pisliğin tekidir; münafıklar da içinde olmadığından, maddi çıkarcılık oynadıklarından onlarda pisliktir. Ana kütleden sapmamış, ehl-i sünnet akidesi olan bizler için Allahu Teala Hazretlerine çokça hamd etmeliyiz.

Allah’ın Adem peygamberi yaratışına, dünyanın yaratılışına döndüğümüzde dünyada ilk çıkıntı Kâbe (Kâb topuk demek, ilk ayak basılan yer). İlk yaşayan, ilk yerleşen, ilk ayak basan peygamber Adem (as)’in mesleği Allah’ı tanıtan, cennete yaklaştıran bir çeşit navigatörlüğünü ve cehennemden uzaklaştıran programını görüyoruz. Peşinden bunu neyle yaptığını soruyoruz. 10 sayfalık suhuf, Allah’ın kitabı ile. İlk Kâbe çıkmış, ilk kitap Allah (cc)’ın kitabı, tüm insanlığa bir mesaj var: Bu dünyaya bir Peygamber eşliğinde, Allah’ın kılavuzluğunda, kitabının kuralları çerçevesinde kulluğa geldiniz. Bunun yanında geçim için insanların tabi doğal ihtiyaçları var, meşru çerçevede helaller dairesinde hayatını sürdürecek, konu komşu, akrabalar, milletler, devletler halinde yaşayacağız.

Alfabenin A’sını, Elif’ini unutursak, ipin ucunu kaçırırsak kendimizi de her şeyi de kaybederiz. Cennetten imtihan olarak çıkarıldığımız ilk gerçeği düşünürsek tekrar adımızı, adımlarımızı cennete atmak için Adem peygamberin gurbetinde, dünyada yaşıyoruz. Emanet olarak yaşadığımız bu yeri eviniz gibi, işyeriniz gibi size ait bir kalıcı konut görürseniz dünyayı, sıkıntılıdır, deprem konutlarıdır bunlar; şantiye gibidir, ana inşaat bitince şantiyeler yıkılır, çevre düzenlemesi yapılır. Bizler Firdevs’i, Adn’i, Alâ’yı ve Naim… cennetlerini kazanmak için cennete hazırlanıyoruz. Genel yıkım kıyamet, ama bizim kıyametimiz ile alâkalı olmalıyız. Nasreddin hocanın fıkrasındaki gibi hanım ölünce küçük kıyamet, ben ölünce büyük kıyamet. Bizim kıyametlerimiz bizimle alakalı. Ahir zamandı, mesihdi, deccaldi… düşünene kadar kendi kıyametimizi, ölümümüzü düşünmeliyiz.

Dünyada olabildiğince, ahirette alabildiğince yaşayabileceğimiz bir hayatın seyrindeyiz. Bu amaca uygun bir şekilde yaşamak üzere start almış, ölümüne kadar da Allah’ın rızasını kazanacağımız bir hayat sürdürme, çalışma içerisindeyiz. Niğme’l abd, ne güzel bir kul! Ne sarayın cazibesi onları alıkoydu, ne de yokluğun mahrumiyeti onları mahrum etti. Allah’ın rızasını kazanmada yaşanan bir hayat.

                Fatih, 21 yaşında İstanbul’u fethederek nasıl “Kostantiniye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” hadis-i şerifine nail olduysa, bizler de Fatih kadar Allah’dan tebrik alabiliriz. Kur’ân herkese açık bir büfe. Ne yapıp edip ölünceye kadar, maddi-manevi baskı odaklarını ekarte ederek, engelleri aşarak en büyük hedef cenneti kazanmak değil, Allah’ın rızasını kazanma hedefimiz olmalı.

 

Hazır Fatih’ten söz etmişken, Osmanlı cihadı yaşadığı için sürekli ölümle iç içe yaşıyordu. Acaba biz cihadı unuttuğumuz için mi ölümü unutuyoruz, yoksa ölümü unuttuğumuz için mi cihaddan uzaklaşıyoruz?

Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan… gibi bir soru oldu. Cevabı Halid bin Velid veriyor: Halid bin Velid, İran fethi sırasında dönemin Kisra’sına haber gönderiyor: “Medine İslam Devleti’nin sana 3 teklifi var: 1.si Müslüman olur, ülkeni ve halkını İslam’la yönetirsin, ülkende halkın da senin olur, biz gideriz. 2.si Müslüman olmazsın ama Allah’ın mülkünde Allah’ın hükümlerini uygulayanI yani halifeyi kabul edersin, vergini verirsin, ülke yine senin olur, biz gideriz. 3.sü ne Müslüman olursun, ne de İslam Devletinin otoritesini kabul edersin, o zaman sizinle şaraba düşkünlüğünüz kadar, rakkaselere düşkünlüğünüz kadar, hepsinden daha çok Allah yolunda şehâdete, ölüme düşkün bir orduyla geliyorum, altınızdan girip üstünüzden çıkarım. Allah için ölüm arayan bir orduyla geliyorum, ayağınızı denk alın.” ve İran fethedilmiş olur.

                Ölümden korkmayan, ölümden korkanı yener, basit bir teori.

                Bugün her şeyini kaybeden insanın ifadesi ne? Ne bağlayıcı hanımım var, ne bağlayıcı evladım var, ne anam ne babam…, benim kimseden korkum yok, sen kendini düşün diyorlar. Tersi, “hepsi bizde var ama ben her şeyi, kendimi de Allah için kaybetmeye hazırım. Sen?...” diyenler olabilmeliyiz.

                Kışlık evleri, yazlık evleri, tatilleri özlüyoruz da neden şu dünyada Allah’ın garantörü olduğu; “Ya kulum, ben sana Firdevs cennetini hazırladım, iman ve takva sahibi herkes için benim cennetim açıktır, hoşgeldiniz.” dediği yer şehit için tam garanti, bizim için, üzgünüm ama belki duraklardan sonra, cehennem duraklarından sonra, ağır sorgulama, ağır hırpalanmalardan sonra, oh! Nihayet girebildim diyebileceğimiz bir yer, imanlı ölmek kaydı ile.

                Şehit için tek kişinin girebileceği kabin gibi, yeşil kuşların kursaklarında sürekli cenneti turlayacakları aklıma geliyor. Peygamber Efendimiz (sav) şehit edilen Cafer-i Tayyar için bunu söylemiş. Yani şehitlerin cennete direkt gidecekleri garanti. Yeter ki Allah (cc); “Sen şehitsin.”, desin.

                Cephede ölmek şehit olmak demek değildir. Şehitlik kişinin yüreğinde tamamen Allah (cc)’ın nizamını hayata hakim kılma ve bununla ölme ile ilgili bir sonuçtur. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sav) ile savaşıp, savaşta ölüp de şehit olamayanlar var, az da olsa. Çünkü, Medine hurmalığımı savunmak için savaştım diyenler var.

                Bu şehitliğe endeksli büyüdükleri için Fatih’in ordusu ve kendisi, “Ben, Allah (cc)’ın cihad edin, ayetine imtisalen bu işi yapıyorum.”, demiştir. Onların başarısı boğazda nargile fokurdatmak, köpüklü ayran içmek… ten ziyade tamamen Allah (cc)’ın kendileri için hazırlamış olduğu cenneti daha çok önceledikleri, özledikleri için.

                Onlar da rahatı biliyor, onlar da boğaz da yemek yemeği biliyor. Ama onlar daha büyük hedefi görünce dünyayı gözden çıkartıyorlar. Rahmetli Yavuz bile 8 yıl kaldığı hükümdarlıkta sarayda kaldığı gün sayısı ay ile değil gün ile hesaplanıyor.

 

                Bizim ülkemizdeki muhafazakâr ya da dindar olan kesimin ölümle mesafesi nedir, ne durumda, gittikçe uzaklaşıyor mu?

                Uzaklaşmayı bırak, ölümü öldürdük, biz. Eksi anlamda öldürdük, yiğit bir çıkış değil yani, ölümü yok sayıyoruz.

                İstanbul eski vaizi Ahmet VANLIOĞLU, eşimden dolayı dayımdır, çok güzel bir tespit yapmıştı. İstanbul merkezindeki selatin camileri hep işyeri merkezlerinin olduğu yerdedir. Değerli arsalar üzerine kurulmuş ve geniş alanlara yayılmıştır. Bu geniş alanda kompleks bir yapı vardır: aşevi, kütüphane, şifahane, hamam, medrese….vs. Fakat başka bir şey daha var; mezarlık. Her cami avlusunda bir mezarlık var, üstelik sadece padişahların gömüldüğü değil, halktan ta önemli kişilerin defnedildiği bir mezarlık. Esnafı, siyasetçisi, halkı, askeri, bürokratları, ülkeyi yönetenleri o camilere girdiği zaman, girer girmez kabirleri görür; bak burada yatan paşa, burada yatan ünlü bir işadamı, buradaki camiyi yaptıran şahıs… Ey kişi! Aklını başına al…. Veya evinin penceresinden bir kötü kişi alacak kadın veya erkek şöyle bir baksın, caminin avlusunda bir mezar taşı görürsün, şimdi kabirler kent dışında, hiç ölüm hatırlatılmıyor. Cenazeler çok usta bir şekilde, sessizce alıp götürülüyor ve belediyeler bu konuda çok merhametli maşallah, hiç kimsenin ruhu bile duymuyor. Selâ da pek verilmiyor, şimdi ölüm gündemden düşürüldüğü için insanlar azgınlaştı, hiç ölmeyecekmiş gibi bir hal. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Ne mezarı kazıyan, ne mezarı taşıyan inanmıyor, ne de isli kazanın altını yakan inanmıyor, ölüme.” Yani biraz sonra yıkanacak cenaze için kazanı yakan kişi de inanmıyor, öyle bir durum var. Unutturucu propagandalar çoğaldı şimdi. Eskiden Resulullah (sav) zamanında bile insanlar dünyacı değiller ama bazen sıradan, basit dünya işleri için bazen dalgınlık yaşarlarmış. Bir gün cenaze olduğunda Resullah (sav) demiş ki: “Ne kadar rahatsınız, sanki ölüm şu tabuttaki arkadaşınıza yazılmış bir karar, ölüm sizden başkasına alınmış bir karar gibi rahatsınız. Kendinize gelin!”, demek zorunda kalmış. Bu yüzden Resulullah (sav) “insanın iştahını kaçıran ölümü ara sıra değil çokça zikredin.”, buyurmuş.

                Bu yüzden yakın cenazelerini, başkalarının ölümlerini ara sıra hayata küçük bir el bombası gibi düşürmek lazım, en iştahlı ortamda, ya falan… dedirtmek lazım. Buna şiddetle ihtiyaç var.

                Ölüm ve sonrası ile ilgili bir ayette ölüme hazırlanmamış biri için: “Benim yeryüzüm çok geniştir. Ey benim mü’min kullarım! Bana mazeret üretmeyin, bana nedenler, niçinler, esbapla gelmeyin. Ben hiçbirinizi tanımayacağım, ben sadece şunu tanıyacağım: Sadece bana tapınmanızı emretmiştim. Mekke’de olmazsa Medine’de… Mekke’de olmadı Medine’de oldu, sonra Mekke’de yine oldu.

“İnsanın memleketi doğduğu yer değil doyduğu yerdir.”, ifadesini niye sadece mideyle bağlantılı kapitalizm mantığında algılayalım, değerlendirelim? Allah (cc)’a taptığı yer, yüreğinin doyduğu yer. Buradaki insanlarla Rabbi daha iyi tanıyor, daha iyi Rabbe tapıyor. Bunu tercih etmek zorundayız, yani ahiret öncelikli davranmalıyız. Zaten devamında diyor ki Allah (cc): “Külli nefsin zaikatü’l mevt. Sümme ileyna turceûn.” İster göçün, ister olduğunuz yerde farklı farklı tavizlerle ölün, bana döndürüleceksiniz, önüme dizileceksiniz diyor, Allah (cc). Mühim olan ölüm değil, dirilmedir. Onun için ölüm zaten doğal bir şey. Yaprakta ölür, hayvan da, bitki de…

Ahir zamanın farklı bir ölüm tarzı vardır. Peygamber (sav) anlatıyor: “fücceten ölüm”. Araplar sürprize “mücafâe” derler, birden karşılaşma anlamında. “fücceten ölüm” küt ölüm; kalp krizinden, beyin kanamasından, kanserden, hiperi-siperi tansiyondan, katliamlardan… ahir zamanda doğal ölüm şekilleri bitecek.

Bebeklik, çocukluk, gençlik, yaşlılık… hazırım artık torun da sevdim, sıra geldi ahirete denmeyecek. Çocuk ölümleri, genç ölümleri çoğalacak. Onun için her an tetikte olmak lazım.

Sahabe’den bir vakıa; sahabe “kıyamet ile ilgili baya tedirginiz, ya Resulullah. Tarih de vermiyorsunuz. Rüzgar esse kıyamet kopacak diyorsunuz, bir gürültü duysak acaba kıyamet mi?, diyoruz. Kıyameti o kadar yakın hissediyoruz. Ne zaman bu kıyamet?”

Peygamber Efendimiz soruya soru ile cevap veriyor: “Kıyamet şimdi desem ne hazırlığın var?” Olayın özeti budur. Yaş grubun ne olursa olsun, “haydi” dendiğinde kem kümsüz gidebiliyor musun? Fermuarı çekilmiş bir valiz her zaman elinde olsun da ister gökdelen yap, ister yer delen, ister Marmaray yap, ister tramvay… ne yaparsan yap. İster hiç ölmeyecekmiş gibi çalış, ister hemen ölecekmiş gibi çalış. Kesinlikle sorun hazırlık sorunudur.

Bu insanlar, bu millet ne Allah (cc)’a hazır, ne de Allah (cc)’ın rızası gündemde.

İki şok lazımdır: Birincisi, Allah’a karşı bir şok sıçrayışa ihtiyaç var; ikincisi, birlikte yaşadığımız halk, Müslüman veya değil, hayvan ve tabiat unsurları hepsi ile hukukumuz var bizim. Hepsinden de incelenip sık dokunacak bir ahiret var. En etkili ayet bence “zerre miktarı hayır ve şer…”, fizikte ve kimyada parçalanamayan en son madde nedir şimdi? O kadarcık olsa bile, kılın ucundan daha küçük; zerre miktarı sünnete, hukuka uymayan bir iş varsa alnını karışlarım diyor, sana gösteririm diyor, Allah.

Veya tam tersi, zerre kadar bir iyilik var, güzel yürek hareketi var, bir oluşumun mini minnacık parçası olsan dahi sadece Allah rızası var ise, Allah (cc) onu da sana ikram ederim diyor. Böyle bir dengeyi kaybettik.

Eskiden padişahların huzur hocası vardı. Büyüklenme padişahım senden büyük Allah var, diyen vardı. Şimdi diyebiliyor musunuz? Hangi lidere diyebiliyorsun? Sıkıysa de bakalım.  Ben senin kardeşinim, Allah için seveninim, bırak da sevgimi, ahirette mahvolacağın bir konuda acı da olsa söyleyeyim.

Hz. Ömer halife seçilir seçilmez çocukluk arkadaşına demiş ki; “Çok ağır bir yük aldım, ubudiyet günümüze bir yük daha yüklendim. Beni halife olarak değil de çocukluk arkadaşı olarak gör ve her fırsatta arada sırada bazen bağır ortam müsaitse, değilse eğil de söyle: Allah’tan kork, ölüm var, Ömer.”

Şimdi de birilerinin Allah’tan kork demesi lazım. Bu bazen eşiniz olur, hocanız olur, arkadaşınız …olur, olmalı. Arkadaşın iyisi unuttuğunda hatırlatan, hatırlattığında uygulanmasına destek verendir. “Nehy-i anil münker”, yok bugün, yanlıştan alıkoyma yok bugün. Bugün bizim sıkıntımız insanları cehennemden kurtarma mantığı ile değil de, omuzdan yük atmak üzere yapılan söylemler üzerine kurulu. Dayak yesen de, dışlansan da uyaracaksın.

Hocam uyarmak derken,  %99’u Müslüman denilen bir ülkede, en azından cumaları o kadar insan bir araya geliyor da imamlarımız niye etkili olamıyor? O kadar vaazü nasihatte bulunuyorlarda…

Etki edemiyorlar diyemeyiz. Mevcut sermayeyi korumakta bir başarıdır, özelikle kriz döneminde. Şimdi dünyada çok büyük bir kavrulma, savrulma var. Yani buna ne diyanet, ne de özel Müslüman topluluklarda yetişemiyorlar.

Karadeniz’de sürekli yağan yağmurlar olmasa İç Anadolu gibi çöl kalır, Karadeniz. Sürekli yağdığı için yeşil kalıyor. Bu vaazların sürekli olması bir faydadır. Ancak, diyanette çalıştığımdan biliyorum, hocaların bir kısmında gerçekten bir memur mantığı var. İmamlarımız, hele şimdi Ramazan’da geliyor, önlerine itirazsız dizilen bir kitle var, itirazları var ise bile içlerinden itiraz ediyorlar, bunların içlerine işlemeleri lazım. Önüne diziliyorlar, anlat hocam diye.

Anlat hocam diyorlar ama hocalarda iştah yok. Hocaları da işleyen bir üst hoca olacak, hocaların hocası olacak. Onların gönlünü açacak, fethedecek, onları İslam derdi ile öyle bir dolduracak ki, insanları kurtarma derdi ile işleyecek bir üst hoca lazım. Hiçbir yerde bu paylaşmayı yapmadan rahat edemeyecek olmalı hocalar. Bu milletin hidayeti emanet edilenlerden bir elemanım, diye dopdolu olacak hocalar.

İmamlığı ekmek teknesi gören de var, peygamberlik mesleği olarak gören de var, fark bu.

“Ölmeden önce ölmek”, biraz da buna değinelim hocam.

Ölmeden önce ölmek, öldükten sonra başına gelecek işlere kendini hazırlamak demek.

Bunu biliyoruz ama uygulamada sıkıntıdayız.

Faşist bir düşmanımız var, nefs-i emmare. Sürekli pisliği dayatır, adi, iğrenç şeyler Müslümana yedirmeye çalışır. Öbürlerini halletmiş zaten. Şeytanla işbirliği halindedir. Bunun terbiyesi TV başında oturarak olmuyor, sokaktaki açıklara bakarak olmuyor, camide birkaç rekât namaz kılmakla da olmuyor. Bunun bir eğitim süreci olmalı.

Sure-i Yusuf’ta “her alimin üzerinde bir alim vardır”, diyor. Bu anlamda bu işin uzmanı olan kişilerle, hocalarla, alimlerle işbirliği yapılmalı. Müminlerin doğal vazifesini ihmal etmesinden dolayı bir kayıp yaşıyoruz, ahirete hazırlanamayışımız, ölümü düşünemeyişimiz, hayatı projelendiremeyişimiz, ani ölümlerle, bir sürü ibadet açığımızla, kul hakkı ile berbat bir şekilde, artı eksi puana hiç dikkat edilmeden karambol bir ölüş nedenimizde müminlerin birbirlerine karşı müminlik, kardeşlik görevini yapmadaki samimiyetsizlikleri ve görev ihmalidir.

Çünkü Allahu Teala buyuruyor ki: “Mümin kadınlar ve erkekler birbirinin dostudur. Bu dostluğun gereği iyiliği emretmek, tavsiye etmek, yönlendirmek ve Allah’ın hoş görmediği, yasak ettiği şeylerden kurtarmaya çalışmak, engellemektir.”, diyor.

Hocam, bu noktada “nehy-i anil münkeri” pek yapmıyoruz. Hele şu son zaman muhafakâzarlarında her şeyi devletten beklemek gibi bir alışkanlık var. Herhangi bir olaya tepki vermiyoruz, devlet niye yasaklamıyor, niye şöyle yapmıyor, diyoruz.

Nötürleştik. Aslında şu andaki devletin en üst kesiminde olan insanlar diyorlar ki, ben dinledim; “Niye eski tepkiyi vermiyorsun? Niye hep bizden bekliyorsunuz? Mesela, bir başörtüsü sorununuz var. Tepki gösterin ki biz de en azından bu yasayı geçirmemizi halk istiyor diyelim.”

En ayıp şeyler, en adi şeyler özgürlük olarak isteniyor, bu ülkedeki köksüzler patır patır tepkisini veriyor, biz caminin gölgesinde ezanın hakkını savunamıyoruz. Allah bizi ayıltsın. (Amin)

Bu ülkeyi biz bu hale getirmedik, biz kirletmedik. Biz neyden sorumluyuz? Niye düzeltmediniz, niye temizlemediniz, niye uğraşmadınız, buradaki nimetlerimden faydalandınız da niye zahmet kısmına da kolları sıvamadınız? Biz ondan sorumluyuz.

 

Öğretmenlik yapınca bazen çocuklara bakıyorum, nereye sürükleniyoruz diye soruyorum, zaman zaman.

Sürüklenmekten daha ziyade geriye dönüşü olmayan sanki bir otoyol gibi durulmaz, geri dönülmez bir noktaya gidiyoruz, birileri götürüyor.

 

Hocam, biz sizden çok tavsiye aldık, okurlarımız için ne söylemek istersiniz? Son olarak bunları alalım.

Damga yemek çok kolay, bunlar şucudur diye damga yememeye çalışın. Yani, Türkiye’de ciddi bir kitle var, gönül ehli, Allah dostu olarak bilinen mürşidi kâmillerle yol alan bir kitle var. Mümkün mertebe ümmetçi yapı ile ehl-i sünnet çizgisini koruyan bir yapı ile müminlerin ilgi duyacağı, hüsn-ü zan edeceği aması, fakatı olmayan bir yayın politikası izlemek lazım.

Özellikle Emin kardeşimin (kurucu başkanımız Emin ATALAY kastediliyor), Türkiye’de nerdeyse bir ilki başardığını görüyorum. Özel cemaatlerin, özel vakıfların icbari tuttuğu ders kitapları okuyucuları hariç, genel anlamda ehl-i sünnet çizgisinde kitap okutmanın büyük başarı olduğunu düşünüyorum. Keşke, bu işi imamlara da alıştırsalar, imamlar, müezzinler, müftüler, öğretmenler… en az okuyan kesim.

 

 

RÖPORTAJ: Erdoğan AYDIN – Hakan ULUÇ