İslam dini Müslümanlar arasında yardımlaşmayı, dayanışmayı hedefler. Allah’ın: “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın…”[1] emri Müslümanlara iyi ve güzel şeylerde yardımlaşma ve dayanışmayı emretmiştir. Hz. Peygamberin: “Müminler birbirini sevmede, birbirine rahmet ve şefkatle muamele etmede bir beden gibidir. Bedenin bir parçası rahatsız olduğu zaman, diğer kısımları da onun rahatsızlığına ortak olur.”[2] hadisi de Müslümanlara toplumsal görev ve sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Bunlar gibi birçok ayet ve hadis; Müslümanlara başkalarına faydalı olmayı, iyilik yapmayı, canlıların ihtiyaçlarını gidermeyi, dini ve ahlaki bir görev saymaktadır.
İslam’ın cemaatla namaz, oruç, hac, kurban, zekât ve sadaka gibi birçok emri toplumsal yönü güçlü olan ibadetlerdir. Bu ibadetler Müslümanlar arasında dayanışma ve yardımlaşma hissini oluşturan amellerdir. Müslüman toplumlar iyilik yapmayı ve merhametli davranmayı sadece Müslümanlara değil, gayrimüslimlere de göstermişlerdir. Ayrıca Müslümanlar tarih boyunca hayvanlara, tabii çevreye iyilik ve merhamet duygusuyla yaklaşmışlardır.
İslam medeniyetinde iyilik ve yardımlaşma duygusunun en güzel örneği vakıflardır. Hz. Peygamber’in “İnsan öldüğü zaman yapmakta olduğu hayırlı amelleri kesilir. Ancak faydalı ilim bırakan, iyi evlat yetiştiren ve sürekli hayır getiren bir iş (sadaka-i cariye) yapan kişinin iyilikleri devam eder.”[3]hadisinde geçen sadaka-i cariye anlayışı Müslümanları vakıflar kurmaya yöneltmiştir. Vakıflar tarih boyunca Müslüman toplumlarda önemli roller üstlenmiş, kamu hizmetleri dahil pek çok alanda sivil inisiyatif almış sosyal kurumlardır. Vakıf, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla bir malın insanların faydalanması için tahsis edilmesine denir. Vakfeden kişi söz konusu malını veya gayrimenkulünü kendi mülkiyetinden çıkararak adeta kamu malına dönüştürmüştür. Vakfın işleyişini gösteren nizamnameye vakfiye denir.
İslam tarihinde ilk vakıf faaliyeti Hz. Peygamber’in Fedek arazisini yolcular için vakfetmesiyle başlar. Bununla beraber Hz. Ömer’in de hurmalık bir araziyi vakfettiği bilinmektedir. Vakıf sistemi Emeviler döneminde devam etmiş ve Abbasiler zamanında Vakıflar Nezareti kurularak denetim altına alınmıştır.[4]Daha sonra gelen İslam devletlerinin tamamında varlığını koruyan vakıflar Osmanlı Devleti’yle beraber zirveye çıkmıştır. Osmanlı devletinde ilk vakıf Orhan Gazi tarafından kurulmuş olup kurulan vakıfların denetimi kadılar tarafından yapılmıştır. Vakıflar, vakıfın tespit ettiği mütevelli heyeti tarafından yönetilmiştir. Sonraki dönemlerde oluşturulan nezaretler aracılığıyla denetlenen vakıflar 1826’da kurulan Evkaf Nezareti’ne bağlanmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan (1924) Vakıflar Genel Müdürlüğü vakıfların kontrol ve denetimini yapmaktadır.
Bir vakfın kurulması için şeri mahkemelerde tescil edilmesi şarttı. Vakfın işleyiş sistemi olan vakfiye, kadı tarafından onaylandıktan sonra kesinleşirdi. Vakfiyelerde; vakfolunan malların neler olduğu, vakıf mallarının nasıl idare edileceği, vakıf gelirlerinin nerelere ve kimlere harcanacağı, vakfın kimler tarafından idare edileceği, vakıf kurumunda kaç kişinin çalışacağı ve bunlara ne kadar maaş verileceği, hakimin vakfın sıhhatine ilişkin hükmü ile hakimin mührü bulunurdu.[5] Osmanlılar Döneminde Vakıflar
Osmanlı Devletinde kurulan vakıfların sayısı yaklaşık 35 bindir. Osmanlı döneminde vakıf üç aşamadan geçtikten sonra kuruluyordu. Önce kurulacak vakfın fikri tasarımı yapılıyor, sonra seçilen amaçlar doğrultusunda “müessesat-ı hayriye” dediğimiz hizmet binaları inşa ettiriliyor ve hizmetin sürekliliğini sağlamak için gerekli gelir kaynakları belirleniyordu. Üçüncü aşamada hazırlanan vakfiye, bir duruşma ile mahkemenin onayına sunuluyordu. Mahkemelerce kurulması uygun bulunan vakıflar, mahkemede tutulan şeriye kütük defterine kaydediliyor ve orijinal nüsha vakfı kuran kişiye veriliyordu.
Vakıflar, devletin işleyişine ve toplumsal hayata büyük katkıları olan kurumlardır. Fatih Külliyesi’nin giderlerini karşılamak üzere, İstanbul içerisinde inşa edilen vakıfların sayısı, şehircilik ve ekonomiye sağlanan katkının boyutlarını gösterecek mahiyettedir. Bu amaçla İstanbul ve Galata semtlerinde 1130 ev, 4250 dükkan, 3 işhanı, 4 hamam, 7 burgaz, 2 kapan, 9 bahçe ile çarşı halinde 118 sandıkçı ve çevresiyle birlikte bir bütün oluşturan bezzasistanlar yaptırılmıştır. Sadece Mimar Sinan’ın muhtelif vakıf kurucuları adına inşa ettiği 14 külliyede toplam 2529 kişinin çalıştığı bilinmektedir.[6] Müslüman toplumlarda görülen bir diğer dayanışma kurumu da ahilik teşkilatıdır. Bir Türk kurumu olarak ortaya çıkan Ahiliğin tarihi 13. yüzyıldır. Ancak bu teşkilatın kökeni daha önceki Müslüman toplumlarda görülen fütüvvet teşkilatına ve eski Türk adetlerine dayanır. Bir gençlik teşkilatı olan fütüvvet teşkilatı tasavvufi ve mesleki bir kuruluştur. Abbasi ve Anadolu Selçuklu sultanlarının desteğini alan fütüvvet teşkilatı zamanla Ahiliğin temelini oluşturmuştur.
Ahi kelimesi Arapçada “kardeşim” demektir. Ahilik, 13. yüzyılın ilk yarısından başlayarak 20. yüzyılın başlarına dek Anadolu’nun şehir, kasaba hatta köylerindeki esnaf ve sanatkar kuruluşlarının eleman yetiştirme, işleyiş ve kontrollerini düzenleyen bir kurumdur.[7] İslami anlayışın bir ürünü olan Ahilik, tasavvufi bir temele dayandırılır. Özellikle esnaf kesimi arasında yaygın olan sosyal ve iktisadi yönleri ağır basan bir teşkilattır. Ahiliğin kurucusu Ahi Evran diye bilinen Şeyh Nasırüddin Mahmut’tur. (öl. 1262) Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu’da devlet otoritesinin zayıfladığı dönemde önemli görevler üstlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da büyük rolü olan Ahiliğin nizamnamelerine Fütüvvetname adı verilirdi. Ahilik Teşkilatı’na ilk giren kişi fütüvvetnamelerde yazılı ahlaki ve ticari emirlere uymak zorundaydı.
Ahilik ankayışı gereği şehir dışından gelen yabancılar misafir kabul edilip ahi zaviyelerinde ağırlanırdı. Eğer o şehirde zaviye yoksa hayır sahiplerinin yaptırdığı ve köylere kadar yayılmış olan “misafir odaları”nda misafir edilirdi. Misafir eğer hayvanıyla gelmişse hayvanlarına da bakılırdı. Yolların, konaklama yerlerinin yetersiz ve güvensiz olduğu o çağlarda, bu odaların değeri son derece önemlidir. Bu nitelikteki yerler Türklerde olduğu biçim ve nitelikte, dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Ahi zaviyelerinde yemek pişirme, ortalık temizleme, konuk ağırlama, toplumda insanlarla ilişki, çarşıdan alışveriş etme vb. toplum kuralları öğretildiği gibi, haftada bir gün ata binme, silah kullanma talimleri de yapılırdı.
Ahilik kurumunun misyonu; konukseverlik, yardımseverlik, bir sanat veya meslek sahibi olmak, üyelerini gündüz tezgah ve atölyelerde iş başında eğitmek, geceleri ise ahi zaviyelerinde sosyal ve ahlaki yönden bilinçlendirmektir.[8] Burada vurgulanması gereken bir diğer hareket ise Bacıyan-ı Rum’dur. Bacı kelimesi “kızkardeş” anlamına gelir. Anadolu bacıları demektir. Bacıyan-ı Rum Teşkilatı, Ahilik Teşkilatı’nın bir koludur ve Anadolu Selçukluları zamanında kurulmuştur. Bu teşkilatın ilk başkanı Ahiliğin kurucusu Ahi Evran’ın hanımı Fatma Bacı’dır. Yine Hacı Bacı, Sufi Bacı ve Sume Bacı gibi liderleri de vardır.
Bacıyan-ı Rum; dokumacılık, örgücülük, misafir ağırlama, tasavvufi ve askeri faaliyetler gibi alanlarda hizmet vermiştir. Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesinde önemli roller oynayan Anadolu kadınları silah ve at kullanma hususunda da maharet sahibidirler.
İslam`ın insanlığa sunduğu sosyal yardımlaşmanın en güzel örnekleri olan vakıf anlayışını geliştirerek sürdürmek günümüz Müslümanlarına yüklenmiş tarihi bir görev olsa gerek. Bu nedenle vakıf malına karşı hassasiyetimizin her daim güçlü olması gerekir.
Ahmet YAPICI
[1] Maide suresi, 2. ayet. [3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C 3, s.372. [4] Kazıcı, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s. 275. [5] Kazıcı, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s. 275. [6] Türkler Ansiklopedisi, C 10, s. 434-436 [7] Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik, Neşet Çağatay, s. 1. [8] Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik, s. 240.