Bazen bir olayın direkt olarak zikredilmesi, taşınamayacak tepkilere yol açabilir. Bu sebeple de olaya yönelik eleştiri veya benzeri hareket daha yumuşatılarak ya da hedef şaşırtılarak yapılır.
Kimi zaman da aynı tepkilerden çekinildiğinden veya bir plan gereği bu tip hareketlerin neticeleri zamana yayılır ve yapılan/söylenen şey çok mantıklı ya da masum bir hareket olarak gösterilir. Ancak işin detayına inildiği veya zamana bırakıldığında, meselenin vehameti anlaşılır.
İslâm’a yönelik yıkıcı akım ve hareketler de genel itibariyle bu şekilde cereyan etmiştir; yiğitçe değil sinsice… Üstelik bu cereyanlar yine bizzat bizden veya “bizden görünen/zannedilen” insanlarca gerçekleştirilmiştir.
“Şu veya bu şahıs suçludur” diye direkt biri(leri)ni işaret etmiyorum! Zaten meseleyi şu veya bu şahsa indirgemek, olayı kısırlaştırmak ve daraltmak olur. Çünkü şu veya bu şahıs diye bahsettiğimiz “kişi/ler” yarın ölür veya meydandan çek(tir)ilip yerine başka biri(leri) getirilebilir. Dolayısıyla “isim” verdiğimiz zaman konu şahsa indirgenmiş olur. Halbuki mesele şahısla değil, olayla ilgilidir.
Öyle olunca da kişi değil, meseleden bahsetmek hem daha gerçekçi hem de daha kapsayıcı olur.
Geçmişte (ve bazen bugün de) Rasulullah (s.a.v.)’ın ahlâkına, dürüstlülük ve güvenilirliğine söz söyleyemeyenler, Kur’an’da dahi müsaade edildiği halde, O’nun “birden fazla evliliğini” gündeme getirmiş ve bu vesileyle liderimizi/örneğimizi gözlerimizden düşürmeye (!) çalışmışlardır.
Bugün yine direkt Rasulullah (s.a.v.) veya onun getirdiği sünnete iftira veya reddiye getiremeyenler, bu iftira ve/veya reddiyelerini daha kurnazca bir yolla bizzat “bizden olanlara” söyletmektedirler. Söyletirken de, bunun bir ileri aşamasında söyleyen ve dinleyenleri Rasulullah ve sünnetini inkâr derecesine getirmektedirler. Nihai hedefin bu olduğuna inanıyorum.
Bu hareketin sahipleri ve sürdürücüleri, kimi hadisleri “akla ve/veya Kur’an’a uymuyor(!)” diye reddetmekteler. Hadisin/sünnetin kaynağı ve senedi çok da önemli değildir onlar için.
“Ama Peygamberimiz söylemiş/eylemiş bunu” dediğinizde verilecek cevap “Senedin sağlamlığı çok da önemli değildir. Metin tenkidine baktığımızda bu sözü peygamberin söylemeyeceği kesinlikle ortaya çıkacaktır” gibi sığ ve tamamen indî/nefsî bir savunma geliştirmekte ve önünüze sürmektedirler. “Sığ ve tamamen indî/nefsî” tabirini özellikle kullanıyorum, çünkü bu gibi kimselerin “Metin tenkidi” kavramından anladıkları, kendi tenkitlerinden başka bir şey değildir esasen…
Bu akımın anası (ya da fikir babası) sömürgeciliktir: Bu akımlar batı dünyasının İslam dünyasına galebesi ile başlamış ve gün geçtikçe de ivme kazanmıştır. Bu akımın doğmasına temel teşkil eden “görünür” sebep ise batı karşısındaki aşağılık kompleksinden başka bir şey değildir elbette.
Mısır’da Ebu Reyye ve Ahmed Emin gibileri bu işin başını çekmiş ve ilk başlatıcılarından olmuştur denilebilir.
Bu akımın Hind kıtasındaki temsilcileri meseleyi daha da dallanıp budaklandırmış ve iddialarını kurumsallaştırma adına “Ehl-i Kur’an” isminde çok cazip ve bir Müslüman’ın asla reddedemeyeceği, karşı çıkamayacağı bir yapıyla da resmileştirmişlerdir. Mezkur derneğin kurucusu Gulam Perviz Ahmed, önce “masum” iddialarla başladığı bu yolda öyle bir noktaya gelmiştir ki, giderek “Kur’an dışında herhangi bir şahsın sözünü otorite ve hüküm koyucu olarak kabul edenlerin ‘Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir’ ayetine muhatap olacaklarını dahi iddia etmiştir. Hatta bu “Kur’an dışındaki söz sahipleri”nin içine peygamber de sokulmuş ve hadisin sahih veya mütevatir olmasının çok da ehemmiyetli olmadığı hassaten zikredilmiştir.
Memleketimizde de kimi önder görünen insanların Hz. Peygamberin haram-helal koyma yetkisi olmadığını söylemesi, yukarıda Perviz Ahmed’in geldiği noktaya gelmekte olduklarını göstermektedir.
Halbuki bize ve dolayısıyla da bir Müslümana düşen temel husus bir sözün “peygamberden gelip gelmediğini (hadis) usulüne göre tesbit etmek” ve akabinde de o söze teslimi olmak veya reddetmek değil midir?
O şerefli sözün bizim aklımız(daki Kur’an’a ya da bizim aklımıza göre şekillenmiş olan Kur’an)a uymamasının ehemmiyeti ne ve ne kadar olabilir ki?
Hz. Peygamberin etrafındaki ışık halesinin tutumu da tam bu idi. Evet tam da bu idi… O ışık hüzmesinin her bir parıltısına “sahabi” dediğimiz kutlu neferler, O’ndan gelen sözün akıllarına veya öğrendikleri Kur’an’a uyup uymamasına bakmazlardı; O’ndan gelip gelmediğine bakarlardı. Yani kaynağa. Kaynak sağlamsa problem yoktu!
Bu konuda iki örnekle yetineceğim. “Ders almak isteyen için” bu örnekler kâfi olsa gerektir.
İlk örnek herhalde hepimizin yakinen bildiği bir olay:
EMİN ATALAY
Derneğimizin faaliyetlerini inceleyebilirsiniz.
Siz değerli üyelerimiz için bilgi ve birikimlerini bizlere aktarabilecek tüm eğitmenler ile söyleşiler gerçekleştiriyoruz.
01Her ay siz değerli okurlarımız için birbirinden seçkin konuklarımız ve yazarlarımız ile hazırladığımız dergiler çıkartıyoruz.
02Öğrenci kardeşlerimiz için eğitimlerine destek olmak için düzenli olarak burs vermekteyiz. Sizlerde burslarımıza başvuru yapabilirsiniz.
03Derneğimizin kuruluş amaçları içerisinde ilim ve kültür faaliyetleri yaparak toplumumuz için faydalı bilgiler vermekteyiz.
04Derneğimiz sizlere ilim ve kültürel bilgiler ile zengin kitapları önermekte ve sizler için daha faydalı olabilecek bilgileri sizlere vermektedir.
05Derneğimizin gündeme dair bilgiler alabileceğiniz değerli yazarlarımız ile ilim ve kültürel bilgilerinizi zenginleştirebilirsiniz.
06