Dindarlığı ibadetler ekseninde tanımlayan bir din anlayışımız var. Durum böyle olunca namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri yerine getirenleri dindar olarak tanımlıyoruz. İbadetler açısından dindarımız çok olmasına rağmen sosyal münasebetlerde ve insan ilişkilerinde çok ciddi bir ahlâk bunalımı yaşıyoruz. Örneğin camide huzur-u ilahide el pençe divan duran, gözü yaşlı, boynu bükük bir Müslüman evinde eşine ve çocuklarına karşı son derece katı ve merhametsiz olabiliyor.
İbadetlere verdiği önem yüzünden dindar olarak tanımlanan bir Müslüman işyerinde çalıştırdığı işçinin ücretini en az limitten ödemek, fazladan çalışması karşılığında ise fazla mesai ödememek için şeytana papucunu ters giydirecek hinlikler yapabiliyor.
Namaz kılmak için camiye girerken arabasını kaldırıma engelli yolu üzerine park edebiliyor ve bu yaptıklarıyla din ve namaz arasında bir irtibat kuramıyor.
İbadetlerini yerine getiriyor ancak elektriği kaçak kullanabiliyor ya da çalıştırdığı işçinin sigorta primlerini yatırmıyor.
Abdestimiz bozulursa namazın da bozulacağını öğrettiğimiz kadar çocuklarımıza trafikte, yolda, caddede kısaca sosyal hayatta insan hakkı ihlal etmenin, kul hakkı yemenin de imanın tadını bozacağını öğretmeliyiz.
Orucu bozan durumları çocuklarımıza öğrettiğimiz kadar bencilliğin, cimriliğin ve yalancılığın da ibadetlerin özünü bozacağını; yalan, çıkarcılık, ikiyüzlülük ve dedikoduyla dolu bir kalbin ibadetlerin maneviyatını bozacağını ve onlardan haz alamayacağını da öğretmeliyiz.
Komşularına karşı asık suratlı, selamsız sabahsız ve ilgisiz ama namazlarına dikkat eden bir dindar imajı oluşturabiliyor.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Vaktiyle bilge bir zata sormuşlar:
- Sen dindar bir insan mısın?
Bilge cevap vermiş:
- Bu soruyu bana değil komşularıma sormanız lazım.
Evet, dini sadece ibadetlere ve özellikle namaza indirgediğimiz zaman günün bir saatini ibadet eksenli bir dinle dolduruyoruz. Ancak günün yirmi üç saatlik esas kısmını pas geçiyoruz.
Kendimizle, eş ve çocuklarımızla, komşularımızla, akrabalarımızla, tanıdık ve arkadaşlarımızla ilişkilerimizde dinin görünürlüğünü çoğu zaman dikkate almıyoruz.
Oysa din Allah’a kul olmak; yaratılmışlara faydalı olmak ve onlara merhametle davranmaktır. Hz. Peygamberin diliyle “İslam güzel ahlâktır.” Onun Kur’ân’da övülen en güzel vasfı mükemmel bir ahlâka sahip olmasıdır. Gönderiliş gayelerinden biri de güzel ahlâkı tamamlamaktır: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”
Dinde amaç; insan nefsini kötülüklerden arındırmak, faziletlerle süslemektir. Yani insan-ı kâmil (olgun insan) yetiştirmektir. Dinin bütün emir ve yasakları bu gayeye yöneliktir. İbadetler de bu gayeye matuftur. İbadetleri yerine getirmek hem imanımızı korumamızı sağlar hem de bizi güzel ahlâk sahibi yapar. İbadetler bizim ahlâkımızı güzelleştirir. Namaz bize yirmi dört saati kuşatan bir arınma bilinci kazandırır. Oruç nefsimize, dilimize ve iffetimize sahip olma şuuru verir. Zekât mala mülke kul olmamayı, fedakârlığı ve cömertliği öğretir. Hac kardeşliği ve merhameti tanıtır. Kısaca her ibadet bize güzel ahlâkı işaret eder. Bu nedenle ibadetler güzel ahlâka ve ihsan mertebesine bizi ulaştıran kutlu vasıtalardır. Dindarlığın zirvesi ahlâken kemale ermektir. “Kıyamet gününde mümin kulun terazisinde en ağır gelecek olan şey güzel ahlâktır...” “Müminlerin iman yönünden en hayırlısı ahlâkı en güzel olan ve ailesine iyi davranandır.” Kıyamet gününde en büyük nimetin yine güzel ahlâkla elde edileceğini Hz. Peygamber şöyle ifade eder: “Kıyamet gününde bana en yakın olan ve benim en sevdiğim kimse ahlâkı güzel olan kimsedir.”
Allah katında değerli olan Müslümanın sadece yaptığı ibadetlerini yerine getiren değil, güzel ahlâk sahibi bir Müslümandır. Peygamber Efendimize,
- Ey Allah’ın Elçisi! Müminlerin hangisi daha faziletlidir? diye sorulduğu zaman Allah’ın Resulü’nün “Ahlâkı en güzel olandır.” buyurması ahlâka verilen değeri gösterir.
İbadetlere önem verip insani ilişkilerde İslamî ilkeleri dikkate almayan bir Müslüman çok önemli bir vazifeyi ıskalıyor demektir. Çünkü ibadetle elde edilen kazanç eğer sosyal hayattaki ahlakî duyarsızlıkla heba ediliyorsa bu insan zarardadır. Nitekim böyle kimselerin durumunu Sevgili Peygamberimiz şu örnekle anlatır: “Su, buzu erittiği gibi güzel ahlâk da günahları eritir (yok eder). Sirke, balı bozduğu gibi kötü ahlâk da amelleri bozar” Güzel ahlâkla bezenmemiş bir iman nasıl ki olgunluğa erişememişse, aynı şekilde güzel ahlâkla bezenmemiş olan bir ibadet de eksiktir. Örneğin oruç tutan bir kişi eğer yalan, gıybet ve kötü söz gibi kötü huylardan vazgeçmezse tuttuğu orucun anlamını ve gayesini anlamamış demektir. Zira Hz. Peygamber orucun insana ne kazandırması gerektiğini şöyle ifade eder: “Kim yalanı ve onunla ameli terk etmezse (bilsin ki) Allah'ın, onun yiyip içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.”
İçinde yaşadığımız çağ, batılı düşünce ve yaşam kültürün Müslümanları felç ettiği bir dönemdir. Bireyselleşme ve özgürleşme illeti maalesef Müslüman nesilleri iğdiş etmiş ve onları kendi ruh köklerinden, medeniyet değerlerinden uzaklaştırmıştır. Dindarlığın görünürlüğünün arttığı bir toplumda ahlâk bunalımının yaşanması açık bir tutarsızlıktır. Ya da din anlayışımızda bir yanlışlık var demektir. Normal şartlarda dindarlığın artması ahlâki faziletlerin çoğalıp yaygınlaşmasını gerektirir. Ancak Müslüman toplumlarda yaşanan riya, yalan, ikiyüzlülük, dalkavukluk, israf, lüks ve eğlence tutkusu, kanaatsizlik, yolsuzluk ve kul hakkı ihlalleri gibi rezaletlerin çokça görünür olması aslında bir ahlâk bunalımı yaşadığımızı gösterir. Bu sebeple Müslümanlar olarak dinin ahlâk boyutunu yeniden gündemimize almamız gerekiyor. Bizi bir ahlâkî seferberlik bekliyor.
Çocuklarımıza ve gençlerimize iyi bir Müslüman ve mutlu bir insan olmanın güzel ahlâklı olmaktan geçtiğini öğretmeliyiz. Genç nesilleri küçük yaştan itibaren şefkat ve merhameti kuşanmış, güzel sözlü, güler yüzlü, temiz kalpli ve duyarlı bireyler olarak yetiştirmeliyiz. Namazın dinin direği olduğu kadar dürüstlüğün de imanın bir gereği olduğunu; orucun İslam’ın beş esasından biri olduğu kadar kötülüklere ve haksızlıklara karşı duyarlı olmanın da İslam’ın bir emri olduğunu; yalan, israf, gösteriş ve kendini beğenmişliğin içki kadar kötü bir alışkanlık olduğunu öğretmeliyiz.
Abdestimiz bozulursa namazın da bozulacağını öğrettiğimiz kadar çocuklarımıza trafikte, yolda, caddede kısaca sosyal hayatta insan hakkı ihlal etmenin, kul hakkı yemenin de imanın tadını bozacağını öğretmeliyiz.
Orucu bozan durumları çocuklarımıza öğrettiğimiz kadar bencilliğin, cimriliğin ve yalancılığın da ibadetlerin özünü bozacağını; yalan, çıkarcılık, ikiyüzlülük ve dedikoduyla dolu bir kalbin ibadetlerin maneviyatını bozacağını ve onlardan haz alamayacağını da öğretmeliyiz. Kısaca çocuklarımıza ibadetleri öğrettiğimiz kadar güzel ahlâaklı olmayı da göstermeli ve öğretmeliyiz.
Ahmet YAPICI