1. ”Bari cem-i kütüb ettin çalış istihrace
Kalma bîberk ü neva dehherde sahhaf gibi.” (Lâ)
Kitap üzerine inşa edilmiş bir medeniyetten geriye kalan en önemli emarelerden biri hiç kuşkusuz “sahaflık” geleneğidir. Bu geleneğin bugün ne kadar ihya edildiği, ne kadar temsil edildiği konusundan öte, söylenecek belki en önemli söz, “bir yerde kitap varsa, külleri ve tozları üzerinden inşa edilecek bir medeniyet vardır” demek olacaktır.
Eskiden kitap satan, kitapçı yerinde kullanılan bir tabirdir sahaf. Osmanlı’da ilk olarak XV. asırda Bursa’da ortaya çıkmıştır. Devlet’in merkezinin Edirne’ye nakli sebebiyle sahaflık burada da yaygınlık kazanmıştır. İstanbul’un fethiyle birlikte sahaflığın merkezi ismiyle anı-lan merkeze yani İstanbul’a taşınmıştır.
Osmanlı’da bugünkü anlamıyla sadece eski kitap merkezi değildi sahaflar. Öyle ki, sahaf esnafının da loncaları vardı. Sahaflar da çırak, kalfa, ustalık dönemlerini geçirmek zorundaydılar. Sahaf dükkanları diğer esnaf dükkânları gibi dua ile açılır, dua ile kapanırdı. Mürek-kepçiler, divitçiler, kalemciler, kağıtçılar, mücellitler ve müzehhipler de sahaflara yakın otururlardı. Osmanlı’da her loncanın, her esnaf grubunun bir piri vardı. Sahafların da piri ilk kitapçılardan olduğu söylenen Basralı Abdullah Yetimi Efendi idi.
Sahaf tahta zemine yaydığı kilimin üzerine oturur satışını yapardı. Evliya Çelebi’ye göre burada elli kitapçı dükkânı ve üç yüze yakın çalışanı vardı. Sahaflar, Osmanlı padişahının önünden cülus törenlerinde veya çeşitli nedenlerle yapılan etkinliklerde geçerlerdi. Bu geçit töreninde üzerine yerleştirdikleri kitapların bulunduğu taht-ı revan da çok önemliydi.
Sahafların bu hususiyeti ve önemi matbaanın gelmesiyle birlikte zayıflamaya başladı. Yazma eser ve matbu eser satanlar farklı mekânlara taşındılar.
Bugün sahaflık mesleğini/mevkiini ihyadan çok uzak olan “sahaflar çarşısı” ise Kapalıçarşı’da, eskiden kitapçıların bulunduğu yerde idi. 1894’teki büyük İstanbul depreminde, Kapalıçarşı, büyük bir hasar gördü. Sahaflar Sokağı da depremden nasibini alınca kitapçılar birer birer çarşıdan ayrılmaya başladı. Şimdiki çarşıda o zamanlar fesçilerin yerleştiği barakalar vardı. Fesçiler buradan ayrılmaya başlayınca hakkâklar yani mühürcüler yerleşmeye başladı, bunların yanına da kitapçılar taşındı. Kısa bir zaman sonra çarşı, kitapçılara geçti. Sahaflar Çarşısı 1950 yılında hemen hemen tamamına yakını yandı, dükkânların içerisindeki binlerce yazma da yok oldu. İstanbul Belediyesi yan-mayan yerleri kamulaştırıp, ahşap dükkânları betonarmeye çevirerek yeni bir çarşı ortaya koydu. Çarşının ortasına da ilk Türk matbaasının kurucusu İbrahim Müteferrika’nın büstünü yerleştirdi. Beyazıt Camiinin yanındaki Sahaflar Çarşısı’nda 23 dükkân bulunmaktadır.
Sahafların yok olmasını önlemek için o günlerin Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın, Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in, Osman Nuri Ergin’in ve Hakkı Tarık Us’un göstermiş oldukları çabalar unutulmamalıdır. Her güzelliğin bir sonu olduğu gibi Sahaflar Çarşısı da orijinalliğinden uzaklaştı; bugün kitap, kırtasiye satan işportacıların işgaline uğradı. İstanbul Üniversitesi’nden ötürü meydanda kırtasiye satanları 1975 yılında belediye, Sahaflar Çarşısı’na yerleştirdi. Bugün gelinen noktada sahaflar artık bir adreste değil farklı mer-kezlerde, farklı adreslerde meraklılarını beklemektedir.
2.”Adam Mezara, Kitap Mezata!”
Bir yerde eski bir kitap varsa orada/o kitabın peşi sıra saklı, kayıp/yitik bir hayat vardır. Kim bilir hangi mühim mekânların, hangi mühim insanların kokusu sinerek sahaflara kadar gelmiştir o kitap. Çoğu iç yakan, yürek burkan hikâyelerle doludur. Bizim kültürümüze de “adam mezara, kitap mezata” diye yerleşmiş bir tabir vardır. Bir müteveffanın hemen arkasından, haraç mezat gidecek şeylerin hemen başında, ilk sıralarda neden kitaplar gelir? Bunun nedenini kitabın /hikmetin yörüngesinden çıkmakla özetleyebiliriz. Öyle ya bugün ki-taptan daha mühim (!) yatırım vasıtalarımız var. O paha biçilmez eserler çok zaman hurda fiyatına, kağıt fiyatına satılır. Bir medeniyet, bir emanet, bir meçhulün kollarına terk edilir.
Mezatlarda, sahaflarda bir kenarda bundan sonraki sahibini bekler durur kitap. Oracıkta her zamanki gibi sessiz, mütevazı… Birinci el, ikinci el… Bize gelinceye kadar bilmem kaçıncı kez el değiştirir. Sahi biz kaçıncı eliz? Bunun heyecanını yaşamak bile o havayı teneffüs etmeye eşdeğer belki de.
Böylesine koca bir mirasın keşfi de şu satırlarda ne kadar hazin bir şekilde ifade edilmiş:
“Nice medrese köşeleri dolaşmış, nice şâkirdana yastık arkadaşlığı etmiş, köy odasının ahşap evlerinin tozlu raflarında yıllar geçirmiş, kenarına köşesine, notlar, tarihler düşülmüş, bu umurdîde ve mücerred, bereketli kitaplar sahafların horlamasından azad olmak için Japonlar’ı beklediler. Sarı ırkın çekik kaşlı, çekik gözlü, kısa boylu akademisyenleri Osmanlı tarihi ve kültürüne ilgi duymaya başlayınca Devlet-i Âliye’yi ayakta tutan zihniyeti kavramak için bu eserlerin satır aralarındaki iç mantığı yakalamak ve şerh etmek gerektiğini anla-makta gecikmediler.”
3.“Her seher sahhaflar şeyhiyle ülfet eyleyüp, Hâce-i tezvîr-i dolab-ı Bedestenden ders alur.” (Keçecizâde İzzet Molla)
Sahaflar geleneğinde çok önemli bir müessese var ki o da “Sahaflar Şeyhliği”dir. Sahaf Şeyhliği, eskiden sahaf adı verilen kitap satan esnafın aralarındaki anlaşmazlıklarını halletmek ve devlet dairelerindeki işlerine bakmak üzere seçilen sanatkâra verilen addır. Şeyh esnaf tarafından seçilirdi.
Rivayete göre Sahaflar Şeyhi’nin elinde her türlü kitaptan birer nüsha mutlaka bulunur ve emrinde 300-400 tane hattat vazife yaparmış. Müşteriler istediği kitabı sahaflar şeyhine sipariş eder, şeyh o kitabı en iyi şekilde yazacak hattatları bilir ve işi bu kimselere verirmiş. Hat-tatlar kitabın büyüklüğüne göre 10’ar 20’şer sayfa alır ve hemen o gece kitabı yazarlarmış. Şeyh Efendi önce kitabın aslını alır açar, okur, tashihlerini yapar, sayfaları sıralar ve ciltçiye yollarmış. Ciltçi işini bitirince kitabı sahaflar şeyhine getirir, şeyh efendi ciltten de anlar, esere yakışan bir cilt olup olmadığına bakarmış. Yapılan iş içine sinerse kitabı müşteriye teslim edermiş.
Sahafların dikkat çeken tiplerinden birisi de “Bohçacılar” idi. Bunlar, ele geçirdikleri nadir yazmaları, minyatürlü eserleri ya bir bohçaya sararak ya da koyunlarında saklayarak konak konak gezerlerdi. Özellikle zenginler, bu eserleri değerine, bohçacıyı memnun bırakacak bir rakam karşılığında alırlardı. Ancak onun devamlı kendisine çalışması, yani bulduğu yeni eserleri de kendisine getirmesini sağlayabilmek için paranın hepsini birden ödemez, taksite bağlarlardı.
4.“Es-sahhaf bî-insaf”
Sahaf mesleğini icra eden kişi, kendisine müracaat edenlere onların aradıkları kitaplar sahasında bibliyografik malumatı verebilecek, kitabı muhtevası ile birlikte tanıyabilecek ve kitabı okuyacak kişilere bu hususta yardım edebilecek seviyede bilgiye sahip olmalıydı. Sahaf-lar devamlı ulema ile düşüp kalkarlar, bilemediklerini mutlaka sorarlardı. Yine sahaflar, kitap almaya gücü yetmeyen talebelere de istinsah etme imkânı da vermişlerdir.
Sahaflıkta, kitabı erbabına satma adabı da önemli idi. Alışverişte kâr amacı güdülmezdi. Ahi teşkilâtındaki terbiye aynıyla sahaflık mesleğinde de mevcuttu. Kendisi siftah eden bir sahafın komşularının da siftah etmesi için gelen müşteriyi onlara yönlendirme geleneği sahaflar arasında da yaygın idi. M. Necati Bey gibi kendisi hiç siftah etmeden önce komşularının siftah etmesini sağlayan sahaflar da vardı. Bu güzel örneklerin yanında müşterisinin bir kitaba ilgisinin olduğunu fark ettiğinde fiyatı yükselten sahaflar da vardı. Bundan dolayı sahaflar arasında “es-sahhaf bî-insaf” sözü yerleşmişti. Evliya Çelebi bu hususu şöyle dile getiriyor:
Evliya Çelebi bir bayram namazındadır. Hoca duaya başlar: “Allah yorgancı esnafının ecdadına rahmet eyleye.” (…) kunduracı esnafı, bakırcı esnafı, derici esnafı…” derken sıra sahaf esnafına gelir. Cemaatten biri çıkar: “Hocam durun. O sahaflar ki, es-sahhaf bî-insaftırlar. Onlara rahmet okumayın” der.
5.“Levh-i mahfûz-ı sühandir dil-i pâk-i Nef’i, Tab-ı yârân gibi dükkânçe-i sahaf değil.” (Nef’i)
Geçmiş günlerin sahafları kitap meraklılarının, yazarların, bilim adamlarının sık sık uğradıkları sohbet ettikleri, edebî ve ilmî yerdi. Eski sahaf üstatlarından Muzaffer Ozak, Mehmet Necati Alpas, Nizamettin Aktuç, Mehmet Ertezcan, Raif Yelkenci, İsmail Dilmen, Ekrem Karadeniz, Ahmet Tanyeli ve Arslan Kaynardağ’ın sohbetleri bugün de canlılığını korumaktadır. Bugün sahaflık mesleğinde Lütfi Seymen, Nail Esmer, Sami Önal, Emin Nedret İşli, İbrahim Manav gibi isimler karşımıza çıkmaktadır. Sahaflar Çarşısı’nın yaşayan ustalarından İbrahim Manav, o günleri şöyle dile getirmektedir:
“Acizane mesleğe 1951 yılında başladım. Eski sahaf ustalarından Nizamettin Aktuç, Raif Yelkenci, İsmail Dilmen, Hacı Muzaffer Ozak gibi daha birçok sahaf ustasından feyz aldım. Nizamettin bey ihtisas olarak yabancı dilde kitaplara, bilhassa Türkiye ve Bizans tarihi ile ilgili eserlere hâkimdi. Raif Bey de yazma kitap ve hat sanatına hâkimdi. İsmail Efendi aynı zamanda tellâl’dı, müzayedeciydi. Müzayede yapmayı İsmail Efendi’den öğrendim. Ustam Muzaffer Ozak’tan Arapça ve Osmanlıca kitapları öğrendim. Bu bahsettiğim ustalar kendi konularının uzmanlarıydı. Son olarak Mehmet Ertezcanlı’nın yanında 12 yıl çalıştım. Ondan da Türk dünyası ve İslâm klâsiklerini öğren-dim. Bizim meslekte kitabı ustalardan ve gelen müdavimlerden öğrenirsiniz. Eski sahaf ustalarının çok belirgin bir özelliği vardı; kitabı o konunun ilgilisine satmayı tercih ederlerdi. Hoca ve talebelere kredi açar ve kolaylıklar sağlarlardı. Meselâ, Nizamettin Bey’in, Bizans kiliselerine ait kıymetli kitabı oğlu Şevki Bey “Ben bu kitabı yüz liraya birine satacağım” dediğinde “Hayır ben o kitabı Semavi Eyice’ye yirmi liraya sattım” dediğine şahit oldum.”
Yine günümüz sahaflarından Emin Nedret İşli’ye “Galata Sahaf Festivali” dolayısıyla sorulan sorulara bakıldığında bugün geldiğimiz noktanın ne kadar içler acısı olduğu görülür. Sahaflık diye bir mesleğin olduğunu ilk defa öğrenen kimi insanlar sorar: “Bu kitapları nerede eskitiyorsunuz?”, bir başkası da -eski kitapları hayretle seyrettikten sonra- “Bunları çöplükten mi buldunuz?” diye sormuş. Gençlerden biri de beş yüz sayfalık bir kitabı inceledikten sonra, “Abi, bunun daha incesi ve küçüğü olsaydı alırdım!” demiş. Tabii, “Aaa, ben bu kitabı çocukluğumda okumuştum!” diye sevinç çığlığı atanlar da varmış.
Hiç şüphesiz sahaflar bu toprakların ilimle, medeniyetle, irfanla irtibatını sağlayan merkezlerden birisi idi. Eskiyi rağbete muteber kılan müşterilerinin çokluğu değil, keyfiyeti, niteliği idi. Sahafları bu yönüyle rahmete, berekete gark eden pek çok hatıra yaşanmış, yaşanıyor. Biz yine eski(me)yen kitapların küf kokan, tozlu ama her dostane ve cömert sayfaları arasında dolaşmaktan vazgeçmeyelim.
Kâmil Büyüker
Kaynakça: DİB Yayınları, Kitap Medeniyeti: Syf: 12-14