Okumayı tanımlamak gerekirse neler söylemek istersiniz?
Okumak, aydınlanmaktır. Okumak, erdemin peşinde koşmaktır. Okumak, hakikatlere varmaktır. Okumak, düşünmektir. Okumak, var olmanın birinci şartıdır. Okumak, ilâhî buyruklara uymaktır. Okumak, bilgi okyanusunda bütün hücrelerle yıkanmaktır. Okumak, önce insanı sonra dünyayı kucaklamaktır. Okumak, insanın kendisini, hayatın manasını, kâinatı keşif yolculuğudur. Okumak, kişiye estetik boyut kazandırır, onu güzelleştirir, erdemli kılar, hülâsa insanı, insan-ı kâmil olmaya götürür. “Okumak …dır” diye biten pek çok cümle vardır. “Oku” fiilinin yüce kitabımızın ilk emri olması çok anlamlıdır. Niçin çalış, yap, gez, değil de “oku”dur? Demek ki evvel emirde ihtiyacımız olan şey okumak ve okuduklarımızla güzelleşmektir.
Az evvel, sözleriniz arasında okumayı, hayatın temel gereksinimi, insanın kendisini, hayatı ve kâinatı keşfe çıkması şeklinde ifade ettiniz. Bu kadar önem arz eden bir konuda sizce toplumumuzun yeteri kadar okuduğunu söylemek mümkün mü?
20-30 yıl öncesine göre, bugün ciddî bir okuma seferberliği olduğunu söyleyebilirim. Okuma kampanyaları yapılıyor. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün ihimayelerinde dört yıl sürecek, “Türkiye Okuyor” kampanyası başlatıldı. Hep devam etse keşke. Çobanı, işçisi, siyasetçisi, doktoru, din görevlisi, hâkimi… herkes kesintisiz okumalı. İstisnalar olsa da kitap okumayan anne-babaların çocukları kitap okumuyor. Geçenlerde kitap fuarında bir beyefendi geldi ve “maalesef ben de okumuyorum, çocuklarım da” dedi. Anne-babası, öğretmeni okuyan çocuklar kitaba daha çok yakınlık duyuyor. Okumanın güzelliklerini, iyiliklerini anlatabilmek için öncelikle büyüklerin bunu idrak etmesi ve eyleme geçirmesi lazım.
Okumanın önemine dair toplumda pek çok kimse tarafından vurgu yapıldığı bir gerçek. Ancak “ne okumalı ve ne kadar okunma-lı?” sorusu da önemli olsa gerek?
Zaman kıymetlidir. Onun için seçici olmak gerekir. Temyiz ve tefrik kabiliyetine erişmiş olanlar için çok yönlü okumanın faydası var. Farklı okumalar insanın ufkunu açar. Rahmetli Mehmet Kaplan Hoca; “Çocuklar, sadece edebiyat okumayın, sosyoloji, tarih, tasavvuf, felsefe de okuyun. Edebiyat bunlarla daha da zenginleşir” derdi. Aynı şekilde, din görevlisi dinî eserler yanında sosyoloji, psikoloji, tarih, sanatla ilgili eserler okumalı. Bu okumalar bilgi dağarcığını zenginleştirecek, anlatımlarının tesirini artıracak, cemaatin teveccühünü kazandıracaktır. Bazı kitapların bir kez okumakla özüne varılabilir, bazı kitapları her dem okuyabilirsiniz. Her zaman güncelliğini ve önemini koruyan eserler vardır. Din hizmeti görenlerin bu türden eserleri okumama gibi bir lüksü olmamalı. Mesela, Şeyh Galip tevhidi bir yaklaşımla, “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen. Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen.” diyerek, öyle bir insan tanımı ortaya koyuyor ki, bugün bu mısralarla kitaplar yazılır.
Efendim, çocuklarımıza okumayı ve kitabı nasıl sevdirebiliriz?
Çocuklarımıza buyurucu ve baskıcı yöntemle değil, sevgiyle okuma alışkanlığı kazandırmayı denemeliyiz. Onların okuyacakları kitapları seçme hususunda sınırlamalar koymamalıyız. Bizim çocukluğumuzda çizgi polisiye romanlar kitapların arasında, gizli gizli okuna-bilirdi. Ben o konuda çocukluğumda oldukça eziyet görmüş biriyim. Abim, bunları okumama kızardı. Bir gün arkadaşlarımla ‘ben şunu okudum, sizler ne okudunuz’ diye aramızda konuşurken geldi, kitapları bir araya topladı ve kibriti çakıp yaktı. Hakikaten hayatımın en büyük acısını o zaman yaşadım. Sadece kitaplarınız yanmıyor orada, hayalleriniz, kahramanlarınız da yanıyor. Çok üzülmüştüm. Zannediyorum abim, bunun bir hata olduğunu anladı ve başka bir gün kocaman ambalajlı bir kutu ile geldi. Bana romanlar, hikâyeler almıştı. Ama keşke o yakma olayı hiç vuku bulmasaydı. Söylemek istediğim; çocukların, gençlerin kitap tercihinde büyükler alternatifler sunmalı, ama kitap yakmak, yasaklamak yoluna asla gitmemelidir.
“Çocuklara alternatifler sunalım” diyorsunuz, ama bizim çocuklarımız klâsiklerimizi, hatta on beş-yirmi sene önce yazılanları dahi anlamakta zorlanıyorlar. Bu durumda neler yapılabilir?
Yapılan müdahaleler sonucu yüz binden fazla kelimesi bulunan Türkçemiz, maalesef çok sınırlı sayıda kelimeyle konuşulur hâle geldi. Artık günlük hayatta 200-300 kelimeyle konuşuluyor. Bunun çaresi lügatlerle sürekli içli dışlı olmaktan geçer. Çocuklarımızın masasında daima bir lügat bulunmalı. Bu lügatler sayesinde onlar kelime dağarcıklarını artıracak, bilmedikleri kelimeleri, farklı anlamlarını öğrenebilecekler. İlhan Ayverdi Hanımefendi’nin otuz dört yılda hazırladığı ve benim çok beğendiğim ‘Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ adlı eseri ya da bir başka yazarımızın hazırladığı bir sözlük mutlaka hepimizin masasında bulunmalıdır. Lügat karıştırmak ayrı bir tat, ayrı bir zevk verir insana. Bazen bildiğiniz bir kelimeye bakarken başka anlamlarıyla karşılaşırsınız. Böylece bilgi birikiminiz artar. Lügate bakmadan okumak bana göre büyük bir yanlışlıktır. Yeni kelimeler öğrenmek 7’den 77’ye hepimiz için gerekli. Okuyucu anlamını bilmediği bir kelimeyi geçmemeli, lügate bakarak onun anlamını öğrenmelidir.
“Türkçe’nin Sırları” kitabının yazarı Rahmetli Nihat Sami Banarlı; “Asıl bildiğiniz kelimelere bakın, bilmediğiniz kelimelere zaten bakarsınız” derdi. Bazı kelimeleri farkında olmadan yanlış söyler, anlamlarını da yanlış biliriz. Dünyadaki en güzel dillerden biri olan Türkçemize ne kadar hâkim olursak, meramımızı o kadar iyi anlatırız. Muhataplarımızla anlaşmamız da o derece kolay olur.
Bir edebiyatçı olarak popüler kitaplara fazlaca rağbet edilmesini nasıl açıklıyorsunuz?
Sadece medyada reklamı yapılan kitaplara insanların yönelmesini doğru bulmam. Popüler bazı kitapları okumadığınızda, “ a, sen daha bunu okumadın mı?” gibi hitaplara maruz kalabiliyorsunuz. Biraz da bunun etkisiyle olmalı, o meşhur kitabı alıp okuyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz ki okuduğunuz altı yüz sayfalık bu kitap, damağımıza ve dimağımıza bir iz bırakmamış. Demek ki her reklamı yapılan kitap mutlaka okunmalı anlamına gelmiyor. Ama bizim toplumumuzda bu tür kitapların mutlaka okunması gibi anlayışlar var maalesef. Popüler kitapların hemen okunması yerine bir süre bekledikten sonra okunmasını ben daha faydalı buluyorum.
Sadece popüler olan kitaplar üzerinde durmamalıyız. Onların yanı sıra unutulmuş, ihmal edilmiş çok kıymetli şahsiyetlerin çok kıymetli eserleri var. “Aşina Çehreler” kitabımda yer alan yetmiş şahsiyet var. Bunların çoğu unutuldu bugün. Meselâ; 1940’larda dört roman yazmış olan Kemal Altınkaya’nın adı unutulmuş. Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’nde onun romanlar yazdığını söylüyor. Biz kendi değerlerimizi hatırlamaz, onları anmaz, okumaz-okutmazsak yitiririz/yitiriyoruz da. Bir millet edebiyatıyla, sanatıyla varlığını sürdürebilir. Cemil Meriç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Süheyl Ünver, Mustafa Düzgünman, Mehmet Kaplan, Peyami Safa bizim olmazsa olmazlarımız. Bunları çıkardığınızda Türk kültürü/sanatı adına çok az şey kalır. Biz bu değerlerimizle varız. Rahmetli Ahmet Kabaklı ahir ömründe “edebiyata saygı” diye bir kampanya düşünmüştü. Yaklaşık 30 yıldır Bâb-ı âli’deyim, şunu gördüm: Edebiyatçılar/sanatçılar gerçekten naif insanlardır. Birileri onları hatırlamaz/hatırlatmazsa kendiliklerinden ortalıkta görünmezler, kendilerini duyurmazlar, tanıtmazlar. Böyle gizli cevherlerimiz çok. Mesela, Bahattin Özkişi; unutulmuş diğer bir yazar ve romancımız. Bir iki toplantı yaptık hakkında. Edebiyat tarihçileri bile hayretle; “Böyle bir romancımız varmış da nasıl haberimiz olmamış” diye hayıflandılar.
Hizmeti cami ile sınırlamamış, eser telif etmiş yazar, şair, mûsikişinas, hattat, müzehhib din görevlilerimiz de var elbet. Meselâ; zamanının önemli din âlimlerinden, Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın gençlik yıllarında kaleme aldığı, “İlk Aşk Çiçeği” isimli romanı ölümünden otuz altı yıl sonra yayınlandı. Okuyunca sizin ifadenizle dimağda bir tat bırakıyor.
Bunlarla ilgili araştırmalar yapılsa/yaptırılsa, toplantılar tertip edilse ne büyük hizmet olur. Unutkanlık bu çağın hastalığı. Aşkı en iyi anlatan yazar, romancımız Safiye Erol da unutulanlardan. Bundan şu çıkar: Demek ki gerçek aşkı da unutmuşuz. Keza, A. Hamdi Tanpınar’ın da yaşarken kadri-kıymeti bilinmemiş. O kadar ki memleketin yetiştirdiği saygın dil, edebiyat ve kalem ustasına ‘Kırtibil Hamdi’ diye lakap takılabilmış, kâle alınmamış, okunmamış. Vefatından çok sonra rahmetli Mehmet Kaplan Hoca onu anlatıp tanıttı da, bugün artık saygıyla okunuyor.
1985’te kendisiyle bir görüşme yaptığım ressam Elif Naci; “Türk ressamı çok, Türk resmi yok” demişti. Rahmetli Mustafa Düzgünman’ı 1985’te Üsküdar’daki attar dükkanında ziyaret etmiştim. O da; “Bana Amerika, Almanya, Fransa’dan talebeler geliyor, sanatımıza alaka duyuyorlar, bu kuytu küçük dükkanda sanatımızı öğrenmek istiyorlar. Fakat şu komşularımdan hiçbiri bir kez olsun kapımı tıklatıp da; ‘yahu Mustafa Hoca, sen ne yapıyorsun burada, bu boyalar, bu kağıtlar nedir, demediler’ diyerek içini dökmüştü. Şimdi belki Sultan Ahmet’in çevresinde on beş yirmi yerde ebru öğretiliyor. Gençlerimiz hat çalışıyor, ney çalıyor, hem kendi klâsiklerimizi hem de batı klâsiklerini okuyorlar.
Başkalarına, başka milletlere öykünmeden, doğudan ve batıdan dünyanın güzelliklerine kapılar açılabilse keşke…
Bir millet ancak kendi kültürü, kendi sanatı ile ayakta durur, dünyada da kendi kültürü ile yer alır. Değer görmek istiyorsak, önce kendi özümüzü bilmek zorundayız. Ancak kendi geleneğimizden istifade etmemiş, ciddiye almamışız. Neyse ki bugün değerlerimizi yeniden keşfetmeye, kendi özümüze dönmeye başladık. Olumlu gelişmeler de var çok şükür. Çok yeni bir hadise olmamakla birlikte edebiyatta da batıya bir öykünme var. Bizden de dünya çapında ürünler çıktığı bir gerçek. Bugün batıda otorite kabul edilen çok büyük şairler/edebiyat-çılar, “dünyanın en büyük şiiri ‘divan şiiri’dir” diyorlar. Gerçekten bugün iyi yazarlarımız var. Sevindiricidir ki, bizim yazarlarımızın birçok kitabı yabancı dillere çevrilmektedir artık. Batıya öykündüğümüz dönemler bitti artık, kendi değerlerimizin farkına vardığımız yeni bir dönem başladı. Kültür ve sanatta, edebiyatta bir diriliş döneminin başladığını söyleyebilirim. Bu dirilişin emarelerini şimdilerde görmekteyiz. Doğru olanı; var olan bu kapıları kapatmak değil, her iki kültürden, her iki medeniyetten de yararlanmasını bilmektir.
Bugün okumayı etkileyen faktörler bir hayli fazla. Görselliğin okumayı etkilediği söylenebilir mi?
Etkili oluyor tabi. Edebiyatımızı çağdaş sanatlarla geniş kitlelere aktarabiliriz. Bir filmin yaptığı hizmeti bazen on kitap yapamaz. Edebi-yatla diğer sanatlar arasında böyle akrabalıklar kurulmalı. Bilgisayardan da, internetten de okumalar yapılabilir, ama belirtmeliyim ki kitap başka bir şey. Kitapla okuyucu arasında tarifsiz bir bağ var. Nitekim filme alınan bazı kitapların okuyucuları, filmi izlediklerinde kitapta anlatılanlar “bu değil” diyebiliyorlar. Kitap önceliklidir, dosttur, sırdaştır, arkadaştır. İnsan ve kitap bana göre dünyanın birbirine yakışan en güzel ikilisi. Zaten biz kitap medeniyetinden geliyoruz. Bu medeniyeti en parlak şekilde sürdürmemiz gerekiyor.
Okumak için yirmi dört saatin kendilerine yetmediği muhibb-i kütüb fikir ve sanat adamlarımız, ilahiyatçılarımız da var çok şükür.
Kitaba hürmetli ve muhabbetli, zamanının çoğunu sahaflarda geçiren, sabahlara kadar kitap okuyan, kıraat ve kitabet zevatının hikâyeleri anlatılmakla bitmez.. Çok değerli edebiyat tarihçilerimizden Orhan Okay Hocamız şöyle demişti: “Bazen evimdeki kitaplara bakıyor, okumak istiyorum, ama hepsini okuyamadığımı görüyor ve üzülüyorum.” İnsanın muhtevalı her kitabı okumak istemesi doğal, okuması imkansız. Hepimiz zaman fukarasıyız. Öyleyse kişi öncelikle alanıyla ilgili kitaplara, dergilere yönelmeli, kaynakları takip etmeli. Rahmetli Süheyl Ünver; “Ben kitap okumam, kitap karıştırırım. Çünkü zaman yetmiyor” derdi. Bazı kitaplar müracaat kitabıdır. Bazı kitapları ise en azından şöyle bir gözden geçirmekte fayda var. Özellikle zaman darlığı çekenler için kitap kritiklerinin de yapıldığı “okuma toplantıları” ufuk açıcı bir fırsat olabilir.
Serbestlik ve estetik adına edepten üretilmeyen bir edebiyat da var. Edep sınırları içinde edebiyat yapmak mümkün değil mi?
Edebiyat edepten gelir. Rahmetli Münevver Ayaşlı bir hatırasında; “edep ya hu demek; edep ya hu hitabına maruz kalmak demektir”
der. İnsanlar edep ya hu diyorlarsa, demek ki ortada edebe mugayir bir durum var. Edebiyatla uğraşanların hassaten edep sınırlarını gözetmeleri lazımdır. Bu mizahta da, romanda da, şiirde de böyledir. İnsan hayatının mahremlerini en ince ayrıntılarına kadar anlatmak, anlatıcının saygınlığını azalttığı gibi, topluma da bir şey vermez. Edebiyatçının edep ile edebiyat arasındaki bağa çok dikkat etmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu bağlamda okuyucu da seçici olmalı elbet.
Söyleşi: Ayfer Balaban
DİB Yayınları, Kitap Medeniyeti: Syf: 19-21