Kış mevsimi…
Kar yağar, yağmur yağar, yollar buzlanır, trafik kilitlenir. Okullar aşırı soğuk nedeniyle tatil edilir. Bahçe kapıları kapatılır, pencerelere ve perdelere bir daha hiç açılmayacakmış gibi kırk düğüm atılır. Sobada çay demlenir, ocakta kaynayan çorbanın ölçüsü arttırılır, dışarıdan gelenler ısınsın diye gündelik önlemler alınır.
Sonra adımlar hızlanır, gözler yerdeki parke taşına odaklanır, tüm düşler eve varıncaya dek yarıda bırakılır. Artık, ödev yapmamanın, sokak çocuklarından mendil satın almanın ve yaşanılan zamana alışamamanın mazeretleri hâli hazırda vardır. Mazeretler peşinde hep “ama” bağlacını taşır ve bağlaç kalpleri, ‘af-merhamet-gözyaşı’ dairesinden uzaklaştırır. Anlamını yitirir sesler ve sözler… Havada asılı kalıp da donmaktan korkar cümleler…
Geride kalmanın, bir kervanı kaçırmanın ya da gitmekten vazgeçmenin verdiği o garip hüzün kaplar etrafı.
Kıştır işte mevsim ve günlerin, ayların pek de bir önemi kalmamıştır. Kalmamıştır önemi takvim yapraklarının arkasındaki ‘faydalı bilgiler’ kısmının, tebessümün, bir selâmın, bir kelâmın.
Mevsim kıştır. Şehirler kadar insanlar da bir akşamüstü yalnızlığının içinde kaybolmuştur...
Hayatın bütün kayboluşları ‘yeniden’ yola çıkmayı getirir eteklerinde. Kalabalık kentlerin, mevsim şimdi kış pozlarının ve küresel senaryoların içinde; büyük ve önemli yolculuklara çıkmanın zamanı gelmiştir işte yine. Kar yağarken, yollar buzlanmışken ne elinde bir biletle adı bilinmeyen ülkelere selâm götürülebilir ne de herhangi bir durakta dost sohbetlerinde avuntu aranabilir.
Kıştır işte mevsim ve zaman kendini okumak için, okunmuş kitaplarda kendini bulmak için, kâinatı bir kitabı okurcasına okumak için verilmiş en büyük fırsattır.
Biraz soğuktan, biraz yalnızlıktan, biraz kırgınlıktan köşesine çekilir şimdi insan. Eline geçen ilk kitabın kapağını besmeleyle açar… Harflerden satırlara, satırlardan sayfalara uzun soluklu bir yolculuğa çıkar. Hayatın bütün aktörlerini geride bırakıp kendisini okuyormuş gibi okumaya başlar elindeki kitabı… Yüreğinden geçenleri satır aralarında arar. Hikâyelere dokunmak ister, zamanı ve mekânı aşıp kitabın içinde küçük paragrafta kendisine yer verecek boş bir parantez bulmayı diler.
Ve okur insan… Okudukça kendini bulur; kendini buldukça gerçeğin gölgesinde erir, tükenir, kaybolur.
Aslında hiçbir şey bilmediğini ve gündelik telâşların içinde gerçeğin ne kadar dışında kaldığını fark eder bir zaman sonra. Hira’yı, Hira’ya giden yolu, o yola çağıran sesi… Günler, geceler boyu bir ayeti bekleyişin beraberinde getirdiği gözyaşlarını… Ayetlerin nasıl sabır ve gözyaşıyla indiğini… “Oku” emrinin muhatabı olmak için yaşanmış kırk yılı… Kırkıncı yaşın peygamber olgunluğunu…
İnsan ancak okuyarak anlar okumanın ihtiyaç ya da lüks değil, ‘bir emir’ olduğunu… Âlemlerin Rabbinin “oku” emrini getiren Cebrail (a.s.)’ in sesindeki netliği ve duruluğu… O günden bugüne Kur’an-ı Kerim sayfalarında hissedilen o huzuru… Okumakla anlaşılır “Oku”, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emrinin gösterdiği doğrultuyu. İnsanı, kitabı, hayatı, dünyayı… Allah’ın kutsal ayetlerini okumak gerekti-ğini…
Ve hayatın bütün okumalarının ancak ve ancak kâinatı okumakla zihinlerde netleşeceğini… İlk emrin Kur’an’ı ve ayetleri okumak gibi, kâinatı okumayı da öğütlediğini…
Amacı Hakk olan bütün okumalarda en son ve en önemli yolun kâinatı okumaktan geçtiğini… . . .
Yerlere ve göklere selâm vermektir kâinat okuyuculuğu. Akan suya, toprağa, güneşe daha bir dikkatle bakmaktır. Hiçbir mikroskobun gösteremeyeceği hassasiyetle dokuları, hücreleri, çekirdekleri fark etmektir. Doğudan batıya dönen dünyanın seyrinde bir yaprağa dokun-mak, Ay’ın nurundan feyz almak, günün ardından gelen gecede o sonsuz gücün kudretine teslim olmaktır.
İçinde Taifleri, Hiraları, hedefini terk etmeyen okçuları vardır kâinatın. Yıldızları, gezegenleri, gök cisimleri vardır. Işık hızı hesaplama-ları, uzay boşluğu tanımlamaları vardır… Ve elbette bu büyük sistemin içinde akılların şaşırdığı, tüm araştırmaların seyrini değiştirecek sonuçlar vardır… Kâinatın her şeyin ötesinde bir yaratıcısı vardır.
“Kimindir bu dağlar, taşlar?” sorusuna, “Allah’ındır” diye cevap vermek kolaydır; fakat marifet dağlarda ve taşlarda O’nun adını oku-maktadır. Sözcüklerle Ay’a çıkabilmek, içimizdeki putları İbrahim Peygamber misali bir bir kırmaktır. Marifet kâinatı okumaktır.
“Yalnız ve yalnız Allah” cümlesinin ardından yola koyulmaktır.
Bir Züleyha sabrını, bir Yusuf imanını, bir Ebu Bekir dostluğunu yerlerden ve göklerden dinlemektir kâinat okuyuculuğu.
Herkesin “bitti” dediği yerde hiçbir kişisel gelişim kitabında anlatılamayacak kadar büyük bir inanç ve tevekkülle… Usul usul anmaktır Güneşi, Ayı, Dünyayı… Yaratılış evrelerini, ilk secdeyi… Sonra Allah’a isyan edince helâk edilmiş kavimleri… Nuh (a.s.)’un gemisine an-cak ve ancak kâinatı okuyacak kadar gözünde ve gönlünde El-Hakk yazanların bineceğini…
Kâinatı okumanın kendini bilmekten, yaratıcısını bilmekten ve “oku” emrinin peşine düşmekten geçtiğini… Kâinatın defalarca; sayfa sayfa, satır satır okunması gerektiğini… Ve insanın kâinatı okuduğu ölçüde kendini ve diğer yaratılmışları okuyabildiğini.
‘Kitabı sağından verilenlerden’ olmak için çıkıyoruz şimdi yola hepimiz. Hepimiz aynı menzil doğrultusunda yol alıyoruz. Gündelik telâşları, küresel sorunları, yalnızlık manifestolarını, kırgınlıkları ve yorgunlukları bir kenara bırakıp… Hayata “sil baştan” diyebilmek için tövbeler ve dualarla yola çıkıyoruz…
Ezan sesleriyle nefes aldığımızı hissediyor, Taif’te yaşananlar için gözyaşı döküyor, Mekke’den Medine’ye uzanan hicret kervanının son halkasında bile olsa kendimize yer bulmak için dualar ediyor, Hira’ya giden yoldaki çakıl taşlarını ellerimize alıp ‘sabır ayetlerini’ hatırlıyo-ruz. Bütün ayetler ilk emri, Cebrail (a.s)’in ilk sözünü, ilk ayeti… Söylendiği günden bu yana yankısı ve sevdalısı hiç bitmemiş o ilk sözü hatırlıyor… Kalbimizden kâinata uzun bir yolculuğa çıkıyoruz.
Biz bu yolculukta okuyoruz eş-Şems suresini… Şükürleri ve secdeleri içimizin ta içinden gelerek yapıyoruz. Korkuyoruz, sığınıyoruz, af diliyoruz. Kâinat yolculuğunda aslında hiçbir şey bilmediğimizi… Kâinatın yaratıcısının aklımızla anlayamayacağımız kadar büyük… Kalbimizle teğet geçemeyeceğimiz kadar bize yakın olduğunu bu yolculukla daha iyi anlıyoruz.
Bizler; 21. yüzyılın kervan bekleyen yolcuları… Korku ve ümit arasında affedilmeyi bekliyoruz. Taif’e, Hira’ya, Medine’ye giden yolda yerlerde döne dolaşa hep aynı şeyi arıyor, “oku” ayetini okurken bu yüzden irkiliyor ve dokunduğumuz her şeyde O’nun imzasını görüyo-ruz.
Bizler yani 21. yüzyılın yorgun savaşçıları… Hep aynı umutla yerleri ve gökleri selâmlıyor… Aynı düşle akşamları sabahlara, sabahları akşamlara bırakıyor… Aynı duayla kâinatı okuyoruz.
Ümmügülsüm TAT
DİB Yayınları, Kitap Medeniyeti: Syf: 17-18