“İkilik yoluna gitme
Edeb gözle edeb gözle” (Sun’ullah Gaybî)
Edebiyat, sadece sanat değil aynı zamanda bir ilimdir. Bu vasfı epeydir unutulduğu için sadece diğer anlamıyla anlaşılır olmuştur. Bu da onun kavramsal manasının unutulmasına yol açmıştır.
Edebiyat, kelime olarak Arapça “edb” yani “edep” kelimesinden türetilmiştir. Bu kelimenin Arapça’da “davet” anlamına geldiği de bilin-mektedir. Yani edip, sadece “estetik” kaygılarla bir “sanat” eseri ortaya koymayacak; aynı zamanda “bir davet”te, bir “çağrı”da bulunacaktır. Burada “zarafet” yani “estetik”le “ahlâk” bir arada algılanması gereken iki kavramdır. Zira bir edibin çağrısı insana iyi ve güzel şeyler için olur, olmalıdır.
İşte burada edebiyatımızın mutasavvıf şairlerini hatırlamamız gerekecektir. Çünkü onlar “edebiyat” kelimesinin bu temel anlamına ve ferdî ve ictimaî fonksiyonuna devamlı bağlı kalmışlardır. Bu yüzden her sufinin şiiri insanın hakiki mutluluğunu hedef alan bir “davet” şiiridir. Tabiî bu davet, güzel ve doğru olanın yine bu şekilde sunulması için kendiliğinden estetik bir zenginliğe dayalıdır. Bütün bunların hepsi ise bir ilim işidir.
Yazının başına aldığımız büyük sufi Sun’ullah Gaybî’nin iki mısrasını iktibas ettiğimiz şiiri de böyle bir anlam dünyasına sahiptir.
“İkilik yoluna gitme
Edeb gözle, edep gözle…”
Sadece bu iki mısra bile insanın heva ve heveslerini tahrik eden ve sonuçta insanın ziyanına yol açan edebiyat telâkkilerine tam anla-mıyla bir “karşı” söylemdir. Çünkü “ikilik yolu” ziyan yoludur, hüsran yoludur. Mutluluk “teklik”te ve O’nun yolundadır. Bu yolun olmazsa olmazı ise kulun “edeb”li olmasıdır. Çünkü arzu edilen lütfu ise bunun için edeble girmek gerekir bu yola.
Edebiyat, böylesi bir misyonuyla asıl olarak insan üzerine eğilir. İnsan ise karmaşık bir yapıdır. Hem maddî hem de manevî yanı vardır. İnsanı böylesi bir bakışla ele alan bir anlayış, her bir organı (gözü, kulağı, ayağı…) et ve kemik olmalarının ötesinde bir muhteva da algılar. Kişinin hakikati de dalâleti de başta kalbi ve zihni olmak üzere bu organları vasıtasıyla yapacağı iş(amel)lere, söyleyeceği sözlere (lafıza) bağlıdır. O yüzden Gaybî şiirin devamında şöyle diyecektir:
“Her azana öğüt şakla
Cilâ ver nefs ile akla
Demadem var nutk-ı Hakk’la
Edeb gözle edeb gözle...”
Yine şiirin ilk dörtlüğünde söylenen:
“Kimse gönlünü incitme
Edeb gözle edeb gözle”
ifadesi de asıl olarak lütuf kapısında durmanın başka bir temel şartını dile getirmektedir. Zira gönül sufî dilinde “Beytullah”tır. Ama biz bir başka yorumla burada edebiyatın gönüle seslenen, tesirini orada gösteren bir söyleyiş tarzı olduğunu da anlamaktayız. Bu yüzden sufî edebiyatına aslında baştan sona bir “gönül edebiyatı” demek gerekir. Sadece kelimelerin ustalıklı istifine dayanan ruhsuz edebiyatın bu söyleyişten alacağı çok hisseler olsa gerektir. Bunu şundan söylüyoruz. Bugün hangi insana sorsanız size günümüzün mekanik edebiya-tından bir mısra söyleyemez ama söz konusu olan bir Yunus Emre ise, Eşrefoğlu ise, Gaybî ise, Niyazi Mısrî size onlardan nice dörtlükler okuyacaktır. Yani söz, onlarda gönülden gönüle bir çağrı niteliği taşıdığı için insanlarda bir karşılık bulmuştur. Eser, insanla bütünleşmiştir.
İkinci dörtlükte geçen “nefse ve akla cilâ vermek” de son derece ilginç bir söyleyiştir. Bizim, bütün değerimiz aklımız ve nefsimizdir. Bu iki değer, hakikate teslimiyet içinde değillerse bizim için felâkete dönüşürler. Kirlenirler ve kirletirler, sapkınlığa uğrarlar ve uğratırlar. Onların cilâlanması, güzelleştirilmeleri demektir. Yani “akl-ı selim” ve “mutmain nefs” hâline gelmeleridir esas olan. Gaybî, buna çağrı yapıyor işte.
Burada daha önemli olan bir konu da bu güzelleştirmenin nasıl yapılabileceğidir. Şair bize bunu da söylemektedir:
“Mümessek ol hakikatla
Edeb gözle edeb gözle…”
Bu şu demektir: İnsanı edepli kılan dindir. Hayat da sanat da ona bağlılığı ölçüsünde “edeb içre” olabilir. Medeniyetleri din kurar. Dev-letleri din yaşatır. Bu yüzden dini sadece ferdî bir mesele olarak algılamak doğru olmaz. Fakat, hükümler sadece zahir manasıyla algılanırsa asıl maksat gerçekleşmez. Namazın, orucun vb. zahirî şekli vardır. Bu, bir disiplin meselesidir. Ötesine de geçmeli ki insan, şeklin özüne ulaşsın. Cevizin içini görsün. Şeklin manasına ersin.
Bunun ötesi yok mu? Elbette vardır. O da “hakikat”le “mümessek” olmaktır şaire göre… Zira hakikat, özün de özünü keşif ve bulma makamıdır. Bu makama ulaşan “mümessek” olacak, yani “misk”lenecektir. Kavradığı, içselleştirdiği değerler onun dışına bir güzellik ola-rak yansıyacaktır. Şimdi burada neden müminlerin alınlarında bir nur (parıltı) görüldüğü kolay anlaşılacak bir meseledir. Çünkü secde, o alnı nurlandırmış, misklendirmiştir.
Gaybî, şiirinin devamında “edebli olmak” meselesinin diğer şartlarını da sıralar. Buna göre kişi ”şirk”i terk edecektir. Çünkü ikilikten birliğe ulaşılamaz. Birliğe ulaşan ise her yerde O’nun tecellileriyle karşılaşır. Böylece dağ, dağ olmaktan; taş, taş olmaktan çıkar. Kar yağar-ken melekleri, bülbülün sesinde o ilâhî nağmeyi hissedilmek mümkün hâle gelir. Yunus gibi söyleyecek olursak “Göz oldur ki Hakk’ı göre/ Yol oldur ki Hakk’a vara…” Yani göz, Hakk görmekte, yol sadece ve sadece O’na varmaktadır.
Bütün bu oluşların temel şartı hep aynıdır. Bu yüzden Gaybî, her dörtlüğün sonunda aynı mısrayı tekrarlar: “Edeb gözle, Edeb gözle…” Bir kez daha belirtelim ki, edebiyatın kökü, kaynağı “edeb”tir. Bu manaya uygun olarak kalem ele alınırsa o kalemden doğacak mısralar/ satırlar hakikate bir “davet” niteliği taşıyacaktır. Bu yüzden bu şairlerimizi okurken onları sadece kalbî meseleleriyle uğraşan, dünyaya ve hayata gözlerini kapatmış insanlar olarak görmek doğru olmayacaktır. Onlar, kendi nefislerinin terbiyesiyle birlikte, bütün bir insanlığı da böyle bir oluşa davet eden gönül erleridir.
Mustafa ÖZÇELİK
Kaynakça: DİB Yayınları, Kitap Medeniyeti: Syf: 15-16