“Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift, birinden nur akar birinden kir…” ( N. Fazıl KISAKÜREK)
“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” (Herakleitos)
Her şeyin hızla değiştiği bir dünyada yaşıyoruz. Değişim o kadar hızlı ki algılamakta ve anlatabilmekte güçlük çekilmektedir. Esasında değişim nedir sorusuna verilebilecek cevap kolay değildir. Hatta belki de Permanides’in dediği gibi asıl olan değişim değil değişmemedir. Ona göre değişim sadece görüntüdedir. Öz hep aynı kalır yani hiçbir zaman değişmez. Bu felsefi bakış açısını bir tarafa bırakarak konuyu daha somuta/canlı hayata getirelim.
İnsanlık tarihi boyunca insanlar “ben kimim, nereden geldim, nereye gideceğim ve niçin varım” gibi birincil sorulara cevap aramıştır. Bu sorulara iki alanın cevap verdiği bilinmektedir: Din ve Felsefe. Her ne kadar bu sorulara din ve felsefe cevap verse de cevapların kaynağı ve mahiyeti farklı olmuştur.
Din, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e (a.s.) kadar gelen peygamberler kanalıyla bu soruya vahyin bilgisiyle cevap vermiştir. Bu cevap özet olarak her şeyi, her yönden üstün sıfatlara sahip bir yaratıcının var ettiğini ifade eder. Dolayısıyla insan da bu yaratıcı tarafından kulluk bilincinde olsun ve ona göre yaşasın diye yaratılmıştır. “…ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara S,30. ayet), “…ben cinleri ve insanları (Rablerine) kulluk yapsınlar diye yarattım.” (Zariyat S, 53. ayet).
Felsefenin bahsi geçen sorulara verdiği cevap ise akıl kaynaklı olup filozoflar bu konuda oldukça farklı cevaplar vermiştir. Filozofların verdikleri cevapların genelde insanları tatmin etmediği bilinmektedir. Çünkü bütün varoluşu maddeye indirgeyen Demokritos gibi filozoflar yanında Sokrates, Platon ve Aristotales gibi yaratılışı Tanrı’ya bağlayan filozoflar da görülmüştür. Yine bu konuda varlıkla ilgili kesin bilgiye ulaşamayacağımızı söyleyen sofistler de tarihte kendinden söz ettirmiştir. Kısaca felsefe tarihi farklı anlayışların serencamı ile doludur.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki toplumlar filozoflardan ziyade dinin yaklaşımını daha değerli bulmuş ve Rönesans dönemine kadar insanlar Tanrı merkezli olarak varlığı ve bilgiyi tanımlamaya çalışmıştır. Toplumlar, ister sahih isterse bozulmuş bir dine sahip olsunlar bir Tanrı’ya göre kendilerini konumlamıştır. İnsan, yaratıldığının farkında olarak varlığa ve bilgiye Tanrı’nın nazarıyla bakmıştır. Fakat Rönesans ile birlikte ilk defa olarak varlığın merkezine insan yerleşmeye başlamıştır. Batıda gelişen bu yeni dönemde varlık tasavvuru yavaş yavaş değişerek Tanrı’dan boşalan varlığın merkezine insan yerleşmiştir. Bu süreçte R. Descartes’in “Cogito ergo sum/Düşünüyorum o halde varım.” mottosu dönüm noktasıdır. Descartes ile birlikte artık insan evrenin bir parçası değil evrenin efendisi konumuna geçmiştir.
Rönesans’tan önce insan varlığın amacını Tanrı’dan öğrenirken artık tüm değerler insana bağlı hale gelmiştir. Yani her şeyin ölçüsü artık insandır. Varlık ve değerlerdeki bu değişim insanlık tarihinde daha önce hiç görülmemiş yepyeni sayfalar açmıştır. Bilgi anlayışında sadece duyuları kabul eden ve gözlemlenemeyen her şeyi reddeden batı medeniyetinde artık insan tabiata hâkim olduğu kadar mutlu ve mesrurdur.
Teknolojinin devasa başarısıyla bu insan her şeyin sahibi olduğunu iddia etmiştir. Devam eden bu süreçte batı insanı tabiat üzerinde kurduğu tahakkümle Tanrı’dan iyice uzaklaşmıştır. Eski varlık ve bilgi anlayışını küçümseyen, gözlem ve deneye dayalı bilgiyle insanın her sorunu çözeceğini haykıran bir anlayış batı insanının ulaştığı son noktadır. Öyle ki A. Comte’a göre insanlık tarihi üçe ayrılır: Mitolojik Dönem, Metafizik Dönem ve Bilim Dönemi. Bu yaklaşıma göre insan hem biyolojik hem de akli yönden evrim geçirmiş yani tekâmüle ermiştir. Metafizik dönemde belirleyici olan üç ilahi din olmuştur: Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet. Comte’a göre insan Metafizik Dönemi de aşarak Bilim Dönemine ulaşmıştır. Artık insanın herhangi bir dine ihtiyacı yoktur. Dinin vaat ettiği öte dünyaya, Cennet’e ihtiyacı yoktur. Yani bilimin eşsiz(!) gücü sayesinde Cennet bu dünyada insanlara sunulacaktır.
Bu yeni varlık ve bilgi tasavvuru 20. yüzyıla kadar adeta insanların aklını başından almıştır. Yeni içeriğiyle bilim insanlar nezdinde yeni bir din haline gelmiş ve insanlar bir yaratıcı/Allah tarafından yerine getirilebilecek arzu ve istekleri ondan beklemeye başlamıştır. Bu süreçte insanların geleneksel dinden kopmaları hızlanmıştır. Avrupa’daki düşünürler/filozoflar dini küçümseyen hatta reddeden yazılar yazmaya ve düşünceler geliştirmeye yönelmiştir.
İnsanlar bilim, kalkınma, ilerleme, özgürlük, çağdaşlık vb. kavramları dillerine pelesenk etmeye başlamışlardır. Karl Marx’ın “Din halkın afyonudur.”, F. Nietszche’nin “Tanrı öldü.” gibi dini tamamen devre dışı bırakan aforizmaları dillerden düşmemiştir. Vahşi kapitalizmin emrindeki teknolojik başarılar insanlığı yeni bir sürece itmiştir. Teknolojinin hızla ürettiği ve devamlı yenilediği aletler tüm dünyada insanları çepeçevre kuşatmış ve insanlar bu hızlı değişimi takip edemez hale gelmiştir. İnsan için araç konumunda olan şeyler zamanla amaç haline gelmeye başlamıştır. Artık hayatın amacı hedonist bir yaklaşımla hayattan maddi zevk almaya indirgenmiştir. Kapitalizmin durmaksızın ürettiği aletlere, araçlara sahip olduğu kadar insan değer görmüştür. Hayatın yeni sloganı “Haz, hız, kız/şehvet” cümlesinden ibarettir.
“ Vandal yürek, görün ki alkışlanasın
Ez bütün çiçekleri kendine canavar dedir…” (İsmet ÖZEL)
Modernizmin gösteri toplumunda, görünüp alkışlanmak insanlar için en önemli kriter haline dönüşmüştür.
İnsanlık tarihinde ilk defa bir medeniyet/batı medeniyeti, tüm medeniyetleri etkisi altına almıştır. Bu medeniyet her ne kadar çok sesli olduğunu ifade etse de kesinlikle hakikat böyle değildir. Bu medeniyet kendi dışındaki tüm medeniyetleri ilkel görmüş ve yok etmek için her aracı kullanmış ve kullanmaya devam etmektedir. Batıya mensup insanlar özgürlük, eşitlik, adalet, insan hakları vb. kulağa hoş gelen kavramları kullansa da bu kavramların içeriğini kendisi doldurmuştur. Zaten batılıların evrime dayalı varlık ve bilgi anlayışına göre insanların ulaşabileceği en iyi değerler Batı Medeniyetinde bulunmaktadır.
Batı Medeniyetine kesin bir şekilde inananlarca yapılan bu olumlu tasvirler zaman içinde inandırıcılığını belli ölçüde kaybetmiştir. Batılı devletlerin kendi aralarında Dünya’yı paylaşamamaları sebebiyle vuku bulan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Böylece bazı insanlar, bilimin zannedildiği gibi Dünya’da insanların önüne cennet’i koyamayacağını ve bütün sorunları çözemeyeceğini dile getirmeye başlamıştır.
21. yüzyıl ile birlikte insanların modern bilime bakışı değişmeye başlamıştır. Maddi olarak pek çok şeye ulaşan batı insanı manevi alanda büyük bir yoksulluk ve yoksunluk içine düşmüştür. Bu süreçte modernizmin içine düştüğü kriz, post-modernizm ile aşılmaya çalışılmıştır.
İslam Dünyası’na göz attığımızda başından beri anlattığımız sürecin çok sancılı geçtiğini görmekteyiz. Batıda olduğu gibi İslam Dünyası’nda da insanlar yavaş yavaş gelenekten, dinden ve sahip olduğu medeniyetten kopma sürecine girmiştir. Bazı düşünürler batılı olmayı tek çıkar olarak kabul etmiştir. İslam ülkelerinin bir kısım yöneticileri Batıda eğitim almış ve kendi toplumlarını zorla Batılı bir toplum haline getirmeye çalışmıştır.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde biz ne İslam Medeniyetine ne de Batı Medeniyetine ait olmayan toplumlara dönüşmüş durumdayız. Konuyu daha dar bir noktaya getirirsek, bu durum İslam medeniyetinin son kalesi olan Osmanlı’nın torunları Türkiye topraklarında iki ana akım olarak kendisini göstermektedir. Bu iki sınıftan birincisi toplumun refah ve felahını Batılı değerleri toptan kabul ederek Batılılaşmayı çıkar yol olarak görenlerdir. Modernlik, çağdaşlık, özgürlük, laiklik, bilimsellik vb. kavramlarla kendini ifade eden bu kesime göre dinin modası geçmiştir. Toplumsal ve bireysel hayatın tamamından dini değerler arındırılmalıdır. İnsan için tek çıkar yol akıl ve bilimin yoludur.
İkinci kesim ise Osmanlı/İslam Medeniyetinin değerleri ile günümüzdeki değerleri sentezlemeye ve durdurulmuş İslam medeniyetine yeniden işlevsellik kazandırmaya çalışan bir fikriyat ve inanca sahiptir. Bu noktada mazi ile bağlarını güçlendirip yaşadığı zamanı iyi değerlendiren ve bu donanımla bugünü geleceğe bağlayan bir tasavvur ve fiiliyata ihtiyaç vardır. Dolayısıyla Aliya İzzet Begoviç’in ifadesiyle “Yeryüzünün muallimleri olmak için gökyüzünün talebeleri olmak gerekir.” Biz gençlerin bu ilkeye bağlı olarak yeryüzünü yeniden imar etme vizyon ve misyonuna sahip olması kaçınamayacağımız bir görevdir. Bu sorumluluğun çok zor ve meşakkatli olacağı aşikârdır. Zira bir taraftan içinde aktığımız hayat ırmağı bizi Batı Medeniyetinin değerleriyle çepeçevre kuşatmıştır. Vahşi kapitalizm, insanları nesne haline getiren, onları ayartan aletleri ile adeta modern hapishanelere mahkûm etmiştir. Akıllı telefonlar, bilişim dünyasında bulunan ve bizleri hedeflerimize kilitlenmekten alıkoyan milyonlarca siteler… Bunların her biri elimizin altında ve maalesef bilinçli olamazsak bizi biz yapan bütün değerleri koparacak bir potansiyele sahiptir.
Yaşadığımız bu dünyada Allah’ın razı olduğu bir genç olarak hangi hal üzerinde bulunmalıyız? Bu sorunun cevabı tabii ki de hiç kolay değildir. Bu konu ile ilgili bazı önerilerimiz şunlardır:
Öncelikle İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve onun açılımından ibaret olan sünnetle sağlıklı bir yolculuk içinde olmalıyız. Yüce kitabımızı ve Peygamberimiz’in (s.a.v.) hayatını öğrenme ve yaşama cehdimiz hiçbir zaman bitmemelidir.
Gerek İslam Medeniyetinin, gerekse Batı Medeniyetinin düşünce birikimini derinlemesine anlamaya çalışmalıyız. Bu sürecin uzun olduğunu ve sabırla bu yolda yürümemiz gerektiğini göz önünde bulundurmalıyız. Teknolojinin değişim ve dönüşümünden haberdar olmalı, yaşadığımız dünyadaki değişimleri ve oluşumları her yönüyle anlamaya çalışmalıyız. Bu sürecin sağlıklı yürüyebilmesi için hedeflerimizi netleştirmeli ve irademizi güçlü tutacak düşünce ve fiillere sahip olmalıyız. Şayet bu süreci sağlıklı bir şekilde idare edemezsek çağdaş kapitalist dünyanın birer nesnesi olmamız kaçınılmaz olacaktır. Hangi konumda ve mevkide olursak olalım asli sorumluluğumuzu unutmamalıyız. Bu sorumluluk iyi bir Müslüman ve iyi bir insan olmaktan ibarettir. Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi “Bütün say-ü gayretimiz ölmez, pörsümez yeni içindir.” Bunu hem aklımıza hem de kalbimize nakşetmeliyiz. Devamlı ilim talebesi olmayı kendimize şiar edinmeliyiz. Bu konuyu Peygamberimiz (s.a.v.) ne kadar güzel açıklamıştır: “Beşikten mezara kadar ilim talebesi olmayı isteyiniz.” İbadetlerimizde ve okumalarımızda devamlılık sağlamalıyız. Günümüzdeki bazı Müslümanların ibadetsiz ilim veya ilimsiz ibadet durumunun çıkmaz bir yol olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Çağımızda ferdiyetçilik merkezi bir konumda olduğu için nefisler tavan yapmaktadır. Nefsini İlah kılma yanlışına düşenlerden olmamak için çok dikkatli olmalıyız. Dolayısıyla nefsimizi terbiye ve tezkiye edecek okumalarda bulunmalıyız. Bu okumaların başında yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadisleri, sahabenin hayatıyla ilgili kitaplar gelmektedir. Yine kalp terbiyesi konusundaki tasavvufi kitaplar da bizim için önemlidir. İmam Gazali ve Mevlana gibi tasavvufun önde gelen isimlerinin kitaplarını okumamız yolumuzu aydınlatacaktır. İslami oluşumlar içinde olmamız bizi sosyalleştirecek ve ufkumuzu genişletecektir. Fakat bu noktada uyanık olmalıyız. Bize aklımızı kullanmamayı salık veren ve birilerini körü körüne taklit etmeye teşvik eden hiçbir oluşumun içinde olmamalıyız. Kitap okuma noktasında bizi zenginleştirecek her türlü kitabı okumalıyız.
Son olarak şunu kaydetmek isteriz ki hiçbir insanın bilgisi hakikatin kendisi değildir. Dolayısıyla sahip olduğumuz bilgi bizi kibirlenmeye, böbürlenmeye götürmemelidir. Mütevazı olmayı daima bir ilke haline getirmeliyiz. Noksansız ilim sıfatına sadece Rabbimiz’in sahip olduğunu, bizim bilgimizin ise eksik olduğunu, yanlış olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Bizden farklı bilgilere sahip olan ve bazı konularda bizimle fikri konuda uyuşmayan kimselere saygı duymalıyız. Bu noktada gelenekteki âlimlerin “Benim bu konuda bildiğim, anladığım bu, ama en iyisini Allah bilir.” Bakış açısı bize yol göstermelidir.
Yazar: İsa HEMİŞ
Makaleyi sesli dinlemek için;